Profesör Fikret Adaman: Siz hiç "İmar affı çıkartmayacağım, yanlış yapanı da cezalandıracağım" diyen siyasetçi duydunuz mu?

Independent Türkçe, olası Marmara depreminin İstanbul ve çevre kentleri nasıl etkileyeceğini irdeliyor, depremin ekonomiye etkisi ile kamusal alan ilişkisini de ele alıyor. "Oldu&Olacak" söyleşi serisinin bugünkü konuğu ekonomi profesörü Fikret Adaman

Fotoğraf: Canva

Dünyadaki deprem deneyimlerine bakıldığında afet düzenlemelerini insan hayatını öne koyarak yapan ülkelerin birkaç adım önde olduğu görülüyor.

Hem can kayıpları azalıyor hem afet sonrası hayat yeniden, çok daha rahat ve sistemli bir şekilde inşa edilebiliyor, hatta kimi zaman "inşa"ya bile gerek bıraktırmadan... 

Hak temelli hareket edildiğinde ortaya çıkan manzara değişebiliyor.

Deprem insanların hayatını tehdit ettiği kadar ülkelerin de ekonomik geleceğini de risk altına sokabiliyor. 

1999 Gölcük Depremi sonrası ortaya çıkan tablo bunun canlı örneği. 
 


Marmara, büyük depremi beklerken ele alınması elzem konulardan biri de bu ve kamusal alanın nasıl kullanıldığı üzerine...

1999 depremi baz alındığında, olası bir depremin, namıdiğer küçük kıyametin Türkiye ekonomisine toplamda 25 ila 300 milyar dolar arasında bir zarar verebileceği tahmin ediliyor uzmanlar.

Independent Türkçe, buradan hareketle riskli binaları, imar aflarını, yerel ve merkezi yönetimlerle halk arasındaki ilişkiyi ve yolsuzluk kavramını ele alıyor. 

Boğaziçi Üniversitesi'nde ekonomi alanında çalışmalar yapan Prof. Dr. Fikret Adaman, "Oldu&Olacak"1 söyleşi dizisinin bugünkü konuğu. 

Adaman, siyaset ekonomisi, ekonomik gelişme ve çevre ekonomisi gibi konularda da yetkin, akademi dünyasında tanınmış bir isim.
 

500499.jpeg
Prof. Dr. Fikret Adaman / Fotoğraf: Sabancı Üniversitesi


"Yolsuzluk varsa topluca yapılmış bir yolsuzluk söz konusu"

Şili ile Türkiye'nin yolsuzluk algısı arasında derin bir fark var. Nicholas Ambraseys ve Roger Bilham’ın 2011'de Nature Dergisi için kaleme aldığı "Yolsuzluk Öldürür" isimli makale bu anlamda çarpıcı bir durumu ortaya koyuyor. Şili beklenenden daha düşük bir yolsuzluk algısına sahipken Türkiye’de bu durum tam tersi. Yolsuzluk, inşaatla olan ilişkisi bakımından da çok önemli. Malzeme sanayisinden mimarlığa, mühendislikten teknik müşavirliğe kadar 250 civarında yan sektörü doğrudan ve dolaylı olarak etkileyen inşaat sektörü yolsuzluğun en fazla olduğu sektör olarak tanımlanıyor. Yolsuzluktan bahsediliyorsa kamusal bir alan olmalı. Peki Türkiye'de kamusal çıkarlar haddinden fazla mı örseleniyor? Türkiye’de sürekli sistemin dışına mı çıkılıyor yoksa sistemin kendisi mi bu? 

Şimdi öncelikle elimizdeki verilerle hareket edelim. Büyük depremde ya da deprem silsilesinde yıkılan ve ağır zarar gören binaların ne kadarı kötü malzemeden kötü mühendislikten yıkılmış durumda ya da ağır hasar almış durumda? Ne kadarı da kötü arazi seçimi ya da ne ile hasara uğramış durumda? Eğer ilki geçerli ise yani siz tabiri caizse taammüden kötü çimento kullanmışsanız, demirden çalmışsanız ve bu esnada da ruhsat almak için birilerine rüşvet vermişsiniz tamam, yani burada bir açıkça işlenmiş suç var ve bu suç da bir taammüden mevcut yönetmeliklerin dışına çıkma durumu var. Şimdi yalnız elimizde böyle bir veri yok. Ama en azından şunu biliyoruz ki, yıkımların çok önemli bir kısmı görebildiğimiz kadarıyla bilim insanlarının bize aktardığı kadarıyla inşaat yapılmaması gereken yerlere yapılmış inşaatlarda oluşuyor ve dolayısıyla da çok büyük bir ihtimalle zemin ile ilgili bir problemden bahsediyoruz. Şimdi bunun üzerine gittiğimiz zaman da şunu görüyoruz ki; aslında ruhsat verilmemesi gereken yerlere belediyeler ruhsat vermiş durumda. Bir adım daha öteye gittiğimiz zaman ise bu izinlerin büyük ölçüde hep birlikte yani tüm parti temsilcilerinin olumlu oyuyla alındığını görmekteyiz. Yani dolayısıyla biz burada eğer yolsuzluk varsa yani topluca yapılmış bir yolsuzluğa referansman vermek istiyorum. Oradan da şuraya gelmek istiyorum. Ne oluyor da biz "Buraya inşaat yapılmasın" yönetmeliğine, uygulamasına karşı hep birlikte el ele verip bunun etrafından dönüyoruz ve daha sonra deprem oluyor ve kayıplar yaşıyoruz. Bence yolsuzluk varsa özellikle bunun üzerine bu boyutun üzerine gitmemiz gerektiğini düşünüyorum. Kapsamlı yönetmeliğimiz var, kent planları yapılıyor. Bu işler yapılırken ilgili bilim dallarından veriler geliyor ve daha sonra hep birlikte bunları biz rafa kaldırmak üzere harekete geçiyoruz.

"Bu kadar risk almayı seviyorsak niye düzenlemeler yapıyoruz?"

Devlet haricinde vatandaş da sorumluluk sahibi mi bu deprem meselesinde? Belediyeye gidip "Arkadaş şuraya imar izni versene" demiyor muyuz? Bunun dünyanın başka bir yerinde olmasının mümkünatı var mı? Ya da Türkiye’deki kadar bu denli yaygın mı bu söz konusu tutum? Yani hepimiz mi sorumluyuz?

E, dolayısıyla burada hepimiz sorumluyuz. Belki de üstüne düşünmemiz gereken konu fazla risk almayı mı seviyoruz? Fazla risk almayı seviyorsak niye regülasyonlar yapıyoruz? Böyle bir kamusal alanda yaşanmakta olan işte ismine ne derseniz, yani belki bir bir anlamıyla yolsuzluk bir anlamıyla kamusal alanın düzgün çalışmaması şeklinde tezahür eden bir probleme ben işaret etmek istiyorum. Şöyle bir sözümüz var, "Padişah yasağı bir gün sürer" diye. Bu korkarım ki; devam ediyor. Yani bu, bir yanıyla güçlü bir devlet var ve güçlü devlet algısını belki de tekrar üretmek adına çok ayrıntılı kapsamlı düzenlemeler getiriliyor.

"Türkiye'de şizofrenik bir kırılma var"

Ve daha sonra da hep birlikte bu düzenlemelere uymuyoruz. Yani böyle paradoksal bir durumla karşı karşıyayız. Mevzu sadece doğal afetlerle, depremlerle mi ilintili?

Olay salt depremle ilgili değil. Kamusal alanın bir çok noktasına gittiğiniz zaman ama daha az ama daha fazla kamusal alanda ciddi bir erozyondan söz etmemiz mümkün. Bu neden böyle? Neden biz kamusal alanda oturup yaptığımız kurallara uymuyoruz? Yaptığımız düzenlemelerin dışına çıkmak için uğraşıyoruz. Bunu sormamız lazım. Yani bu bir de bunların bir kısmı kendi hayatımızla ilgili konular. Çok benzer bir örneği. Yangın yönetmeliğinden verebilirim. Yani yangın yönetmeliği de Türkiye'de çok kapsamlıdır ama ne kadar uyuyoruz, ne kadar denetleniyor? Bu denetlemelerde hep birlikte hani "Bunları görmeyelim" diyoruz. Kamu tarafı da "Tamam görmeyelim" diyor. Yahu burada ciddi bir bence şizofrenik kırılma var. Yani bu şizofrenik kırılma neden var? Biraz önce de ifade etmeye çalıştığım gibi kamusal alanda niye biz toplu hareket edemiyoruz, bunun üzerine düşünmemiz lazım.
 

fazla oku

Bu bölüm, konuyla ilgili referans noktalarını içerir. (Related Nodes field)


Kamusal alan... Bir şekilde... Onu tam anlamıyla becerememişiz yani...

O kamusal alanı yaratmayı, yaşatmayı, orada düzen kurmayı hani bunun arka planına baktığınız zaman ne var? Belki de uzun yıllar yüzyıllar boyunca süren bir ceberut devlet, devletin bu işleri yapması ve sizin de birey olarak o devlet mekanizması altında ezilmiş olmanız sözünüzü duyuramamış olmanız... Dolayısıyla öyle bir kopukluğa işaret etmek istiyorum. Ve belki de hani devletin yaptığı düzenlemelerin hepsine karşı hani "Ben buradan nasıl sıyırırım, ben buradan nasıl kaçarım?" gibi bir refleksle belki oluşmuş olabilir. Ve "Devlet yanlış yapmaz"... Ki; devletten ben hem merkezi hükümeti hem yerel hükümeti kastediyorum. Ama öbür taraftan da tabii kamu kurumlarını da kastediyorum. Yani "Burada yanlış yapılamaz" düşüncesi... Dolayısıyla böyle bir özeleştiri mekanizmanız da yok. Hep böyle bir yaptıklarımızı mutlaka meşru kılmaya yönelik bir refleks gelişmiş durumda. Hani eleştiriler de daha siyasi seviyeye giden, sistemsel eleştiriye dönemeyen, dönüşemeyen bir seviyede kalıyor.

Torun Center, Anthill, StarCity Outlet Center, Onaltı Dokuz İstanbul Evleri, Forum İstanbul, Kiptaş Ünalan, DAP Royal Center, Capacity AVM, Çınar Olimpia Park Sitesi, Selenium Plaza... Bu sıraladığım AVM ve lüks konutlar İstanbul'un her iki yakasına dağılmış durumda. Özellikleri ise aslında deprem toplanma alanları olması. Deprem toplanma alanlarına bunların inşa edilmesi bile başlı başına sistemin yansıması değil mi?

Yani niye deprem toplanma alanlarını imara açıyoruz? Çünkü rant var. Peki bu rant bir anlamda hepimizin cebine gitmiyor mu? Bir şekilde? Hani kimine fazla, kimine az, belki kimileri hiçbir şey almıyor ama evet gidiyor. Ama peki yani yani bir gün deprem olduğun zaman biz nerede toplanacağız? Hani bunu ne bileyim İngiltere'de değiliz. Yani depremin vurmadığı bir yerde değiliz. Yani Türkiye deprem bölgesi ve hani bu konuda da kimsenin şüphesi yok değil mi? Yani maalesef çok ciddi ölçüde Türkiye insan ve mal kaybı yaşadı, yaşamakta ve yaşamaya da devam edecek. Tabii kısmen şu da var belki burada bir toplu hareket etme durumundan bahsediyoruz.

"Toplum olarak bir mahpuslar çıkmazı içindeyiz"

Geçtiğimiz haftalarda Müze Gazhane’de yaptığınız konuşmada "Kamusal alanda riski ilgilendiren işlerde çok enteresan bir şekilde hep birlikte aynı pozisyona düşüyoruz. Dil, din, ırk, etnisite, siyasi görüş fark etmeksizin birbirimizi bıçaklıyoruz ama mesele depreme gelince en ele tutuşup 'Bize bir şey olmaz' diye yürüyoruz" demiştiniz. Biraz da ister istemez, sistemin de beraber sırtımıza yüklediği bir boşvermişlik mi söz konusu?

Depremle ilgili olayda yani mesela "Ben dikkat ettim" vesaire ama yan tarafım gereken özeni göstermiyorsa sonunda depremde benim binam sağlam olsun, yan bina gidip üstüme yıkıldığı zaman ben yine yıkılıyorum. O zaman da diyorum ki; yani şimdi ben önlem alacağım ama yan taraf almayacak. Dolayısıyla benim önlem almamın da bir anlamı yok. Dolayısıyla "Ben de almayayım"... İşte ben böyle düşününce siz de böyle düşünüyorsunuz. Siz öyle düşününce beriki de öyle düşünüyor. Böyle bir toplumsal olarak bu mahpuslar çıkmazı dediğimiz bir durum da ortaya çıkıyor olabilir. Yani ortak hareket etme konusunda da sıkıntılar ortaya çıkabiliyor. Yani bütün bunların topladığımız zaman kamusal alanı bizim götürmemiz, yönetmemiz, yürütmemiz oldukça sıkıntılı, sorunlu. Tamamen çökmüş durumda ve tabii ki diğeri ama özellikle bu tür risk içeren konularda geniş kesimlerin hani risk konusunda aşırı riskli davranışları seçtiğimi görüyoruz çünkü bunlar aynı zamanda o kişiye ciddi rant da getiriyor. Ve bunlar hani şöyle bir durum değil, yani biri birilerine rüşvet verdi de oraya bina yaptı meselesi değil. Hep birlikte ele de tutuşup gidip "Ya tamam hani risk var ama olsun biz derken kenarına apartmanları dikelim, izin alalım diyoruz" ve ABC partisinden olduğumuza bakmaksızın hepimiz bu konuda uzlaşıp el ele hareket edip tırnak içinde kazanıyoruz oradaki mücadelemizi. Yani sorun oradan kaynaklanıyor diye düşünüyorum.

"Siz hiç 'İmar affı çıkartmayıp hepinizi cezalandıracağım' diyen politik parti duydunuz mu?"

Türkiye'de kentlerin inşası, binaların inşası yaşam alanlarının oluşturulması noktasında kişisel çıkarların kamusal çıkarı ezdiği ve kamusal alanın dışına çıkıldığı durumlar var mı? Mesela imar barışı kişisel çıkarların kamusal çıkarları ezdiği bir durum mu? Halk devlet el ele birlikte mi kuralları deliyor? 22 kez bununla ilgili kanun ya da ilgili düzenleme çıkarılmış, az değil...

Yani siz mevcut düzenlemenin dışında bir iş yapmışsınız, bir politik parti de çıkıp yani "Ben imar affı çıkartacağım" dediği zaman "Ha tamam..." diyorsunuz. Ve ama şöyle bir durum var. Şöyle bir şey hatırlıyormusunuz? "Ben imar affı çıkartmayacağım ve cezalandıracağım hepinizi" diyen bir politik parti oldu mu bugüne kadar Türkiye tarihinde? Olmadı. Hani bunu daha yüksek sesini dile getirenler oldu daha düşük sesini dile getirenler oldu ama herkes bir şekilde politik arenada olan herkes "Ya tamam yapılmış bir şey olmaz, işte izinleri de verelim" şeklinde bir yaklaşım içerisinde. Zaten sorunun ne denli büyük olduğu ve ne denli sistemsel olduğu buradan ortaya çıkıyor, kendiliğinden ortaya çıkıyor.

"İstanbul 6 Şubat'ın çok daha ağırını yaşayacak, derinlemesine düşünmek siyasetçiye zor geliyor"

Beklenen İstanbul depremi sizce Türkiye'nin ekonomisi nasıl etkilenecektir? 1999'daki depremin 2001 krizinin tetikleyicilerinden olduğu ifade ediliyordu. Burada mevzu çok daha mı büyük ve başka?

Geçen sene yaşamış olduğumuz depremin maliyeti çok yüksek. İstanbul'da olduğu takdirde bunun defalarca fazla katı bir maliyetten bahsetmekteyiz. Dolayısıyla Türkiye'nin bu darbeyi atlatması ekonomik anlamda ve şeyden hiç bahsetmiyorum yani insan kayıpları ve dolayısıyla olayın sosyal boyutundan hiç bahsetmiyorum. Elbette çok ağır olacaktır. Dolayısıyla burada şu soruyu da hemen sormamız lazım, yani bu ihtimal bu kadar yüksekken neden haneler olarak, kamu olarak -hiç adım atılmıyor değil belki ama- atılan adımlar oldukça yetersiz. "Neden bu noktadayız?" konusunu hep birlikte sormamız gerekiyor. Bilemiyorum belki de yani daha böyle gündelik konular, sıcak konular bizi daha önemli, daha yapısal sistemsel soruları sormaya belki de engel teşkil ediyor. Daha derin meselelerle ilgilenmek, uzun soluklu düşünmek... Bunlar belki insanlara zor geliyor, politikacılara da zor geliyor. Yani siz diyeceksiniz ki; "Biz ileriye yönelik bir plan program çerçevesinde yaşayacağız. Bütün bunlar için düzenlemeler yapacağız ve bu düzenlemelerin şu an hepimizin üzerinde maliyeti olacak ama bunlara göğüs gelmemiz gerekiyor" Bu uzun dönemli düşündüğünüz zaman anlamlı ve rasyonel bir karar. Ama eğer politika çok gündelik ve kısa erimli tasarlanıyorsa ve o zaman siz yani şu anki ortamda olası bir depremin etkisini tabiri caizse fonksiyonunuzun içine almıyorsunuz, alamıyorsunuz. Dolayısıyla da maalesef bu riskler bir şekilde azalmıyor ve korkarım artıyor.

 

1İlk bölümü 6 Şubat Depremleri'nin 1. yıl dönümünde yayınlanan "Oldu&Olacak" belgeselinin ikinci bölümü 7 Mart'ta Independent Türkçe'nin YouTube hesabından yayınlanacak.

© The Independentturkish

DAHA FAZLA HABER OKU