"AYM, ABD ve Almanya'ya kıyasla pasif bile davranıyor, millilik AYM'nin yetkilerinin alınmasını değil güçlendirilmesini savunmalı"

AYM-Yargıtay arasındaki kriz beraberinde millilik ve yargısal aktvizim tartışmalarını gündeme getirdi. Independent Türkçe, anayasa hukukçusu Volkan Aslan ile hem bu meseleyi hem sivil anayasa tartışmalarını konuştu

Türkiye'de gündem çok hızlı değişiyor.

Sadece iki hafta önce Yargıtay 3. Ceza Dairesi, Türkiye İşçi Partisi (TİP) Hatay Milletvekili Can Atalay ile ilgili "hak ihlali" kararı veren Anayasa Mahkemesi (AYM) üyeleri hakkında suç duyurusunda bulunmasına karar verdi.

Devletin tepesindeki kriz bir hafta kadar tartışıldı, hukukçular ellerinde anayasa kitapçıklarıyla Yargıtay’a yürüdü, Barolar Birliği Yargıtay üyelerinin görevden el çektirilmesi için başvuruda bulundu, bireysel başvuruyla ilgili yasal düzenleme konuşuldu, muhalefet "yargı darbesi" dedi, önce Yargıtay'dan yana pozisyon alan sonra hakemlik görevi üstlendiğini söyleyen Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan AYM'nin ciddi bir yük altında olduğunu belirtti, başdanışmanı Mehmet Uçum ise "Milli Yargı" kavramından bahsetti.

İstanbul Üniversitesi Hukuk fakültesinden anayasa hukukçusu Dr. Volkan Aslan ile hem bu meseleyi hem seçimlere beş ay kala gündeme gelen sivil anayasa tartışmalarını konuştuk.

"AYM için yargısal aktivizm suçlaması yerinde değil hatta çekingen bile davranıyor"

Anayasa Mahkemesi'nin Atalay hakkındaki ihlal kararı için iktidar cephesi "Yargısal aktivizm" tanımı yapıyor. Muhalefetse sonrasında ortaya çıkan durumu "Yargı darbesi" olarak yorumluyor. Yargısal aktivizm yerinde bir eleştiri mi?

Genellikle yargısal aktivizm olumsuz manada kullanılır. Yargısal aktivizm, yüksek mahkemelerin kendilerine tanınan yetkileri geniş yorumlamak suretiyle yetki alanlarını genişlettikleri ve genellikle yasama ve yürütme organlarının işlemlerini denetlediği için yüksek mahkemelerde siyasileri pek memnun etmeyen bir mahkeme tutumunu ifade eder ama her zaman olumsuz bir şey değildir. Eğer anayasa mahkemeleri veya bazı ülkelerde en tepede yer alan yüksek mahkemeler, sahip oldukları yetkileri yasama ve yürütmenin yetkilerinin üzerine geçecek şekilde yorumlarlarsa, anayasaların ya da yasaların kendilerine tanımadığı yetkileri siyasi krizlere sebep olabilecek şekilde kullanırlarsa bu olumsuz bir yargısal aktivizm örneği olur ve eleştirilmeye de açık olmalıdır. Mesela Türkiye'de 2010 öncesinde Anayasa Mahkemesi sık sık yargısal aktivizm yaptığı gerekçesiyle çok fazla itham edilmiştir ve suçlanmıştır. Neden? Çünkü 2010 anayasa değişikliğiyle yapısı değiştirilinceye kadar Türkiye’de normalde anayasayla kendisine tanınmayan bazı yetkileri kullanmıştır ya da anayasayla kendisine tanınan yetkileri çok geniş yorumlamak suretiyle yasama ve yürütmenin işlemlerini denetleyip iptal ettiği olmuştur. 2008 yılında hatırlarsınız Türkiye'de başörtüsü sorunuyla alakalı olarak üniversitelere girişte kadınların başörtüsünden dolayı alıkonulmamasıyla alakalı bir anayasa değişikliği yapılmak istenmişti. Anayasanın eşitlik ilkesine ilişkin ve eğitim hakkına ilişkin maddelerinde değişiklik yapılmak suretiyle kimsenin kanunda yazılı olmayan bir sebepten dolayı eğitim hakkından yoksun bırakılamayacağına ilişkin bir anayasal düzenleme getirilmişti. O zamanki Anayasa Mahkemesi normalde anayasa değişikliklerini esastan inceleme etkisine sahip olmamasına rağmen bu anayasa değişikliklerinin anayasanın laiklik ilkesine aykırı olduğundan bahisle iptaline karar vermişti. Normalde anayasada Anayasa Mahkemesi’ne anayasa değişikliklerini esastan inceleme gibi yetki verilmiş değil. Dikkat ederseniz burada Türk Anayasa Mahkemesi kendisine anayasayla tanınmış olan yetkilerin sınırlarını hak ve özgürlükleri iyileştirmek için yapılan bir anayasa değişikliğini İptal etmek için kullanmıştır ve yargısal aktivizmle itham edilmesi de doğrudur. Ya da 2007’deki 367 krizini hatırlayalım. Abdullah Gül’ün cumhurbaşkanı seçilmesiyle alakalı olarak Anayasa Mahkemesi yine normalde anayasa uyarınca denetimine tabi olmayan bir meclis kararını bu şekilde anayasa hükümlerini oldukça zorlama bir şekilde yorumlaması suretiyle 367 krizine yol açan kararı vermiş ve tipik bir olumsuz manada yargısal aktivizm örneği sergilemiştir. Ama şu an Anayasa Mahkemesi'nin vermiş olduğu Can Atalay kararının bu şekilde hak ve özgürlüklerin önünü tıkayan yasama ve yürütme organın yetkilerine el atan bir yargısal aktivizm faaliyeti olduğunu söylemek çok büyük haksızlık olur. Yargıtay’ın yaptığına maalesef yargı darbesi denilebilir. Anayasa Mahkemesi, şu an Türkiye'de özellikle bireysel başvuru yoluyla verdiği kararlarda genellikle hak ve özgürlükler lehine kararlar veriyor. Anayasa hukukçuları olarak bizlerin Anayasa Mahkemesi'nin verdiği bazı kararları beğenmememiz söz konusu oluyor ama bizim Anayasa Mahkemesi'ne yönelik gerçekleştirdiğimiz eleştirilerin çoğu bırakın Anayasa Mahkemesi'nin bırakın aktivizm sergilemesinden aksine pasif davrandığı gerekçesiyle. Anayasa Mahkemesi eskiden olduğu gibi anayasanın ya da kanunların kendisine verdiği yetkileri zorlama yoluyla ya da yasama yürütmenin alanlarına el atmak yoluyla veya diğer yargı organlarının alanlarına el atma yoluyla bir aktivizm falan sergilemiyor. Amerikan Yüksek Mahkemesi ya da Alman Anayasa Mahkemesi gibi mahkemeler genellikle hak ve özgürlüklerin kapsamını genişletmek için bu şekilde yorum kurallarını geliştirip kararlar verebiliyorlar. Dünyanın en saygın mahkemeleri arasında Amerikan Yüksek Mahkemesi ve Alman Anayasa Mahkemesi gibi mahkemeler genellikle özgürlüklerin korunması açısından oldukça yenilikçi normların boyutlarını aşan kararlar veriyorlar. Bu mahkemelerle kıyasladığımız zaman bizim Anayasa Mahkememiz aslında çekingen dahi davranıyor. Buna rağmen yasama ve yürütme başta olmak üzere diğer yüksek mahkemeler Anayasa Mahkemesi'ne haksız şekilde saldırıyor, AYM’yi yargısal aktivizmle suçluyorlar. Halbuki Anayasa Mahkemesi, anayasanın ve kanunların kendisine verdiği yetkileri kullanıyor. Yargısal aktivizm ile suçlanması yerinde bir eleştiri değil. Yargısal aktivizm bu arada şunu da söyleyeyim, olumlu anlamda da olabilir. Eğer bir yüksek mahkeme yasama ve yürütmeye rağmen hak ve özgürlüklerin kapsamını genişleten kararlar veriyorsa anayasada kendisine tanınan yetkileri bu şekilde yorumluyorsa yaptığı faaliyet olumsuz bir faaliyet olarak da kabul edilmemeli.

"Milli yargı, milli olmayan yargı ayrımı yapılamaz"

AYM-Yargıtay krizi sonrası Cumhurbaşkanlığı Hukuk Politikaları Başdanışmanı Mehmet Uçum “Milli Yargı” kavramından bahsetti. Milli yargı hukuka değil, milli çıkarlara uygun kararlar vermekten mi geçiyor? Milli çıkar kavramı da çok ucu açık bir kavram. Hukuku milli çıkarlara uydurmak gibi bir sonuç mu ortaya çıkıyor, ne dersiniz?

Bizim milli çıkarımız anayasayı uygulamak, bizim milli çıkarımız bir hukuk devleti olmak. Eğer biz bir hukuk devleti olur, anayasayı kanunları uygularsak, evrensel hukuk ilkelerine bağlı kalırsak bir insan olarak belki de ülkemize hukukçu olarak yapabileceğimiz en büyük faydayı sağlamış oluruz. Anayasa Mahkemesi verdiği kararlar veya diğer yüksek mahkemelerimiz bunların verdiği kararlar hep yetkilerini anayasa ve kanunlardan alıyorlar. Mehmet Uçum veya bir başkasının içerisinde yer aldıkları görevin dayanağı da anayasa ve kanunlar ve cumhurbaşkanlığı kararnameleri… Eğer milli olmamadan kasıt liberal demokrasi ilkelerine uygun evrensel hak ve özgürlüklere saygı gösteren kararlar vermekse o zaman kendisinin kastettiği şey pek de olumlu bir şey olmasa gerek.

Tam olarak ifadesi şu Uçum’un: "Türkiye, Milli Yargısını batıcı ve neo-liberal yargı anlayışlarına karşı sonuna kadar savunacaktır, kimsenin bundan şüphesi olmasın.” Uçum'un ifadesiyle batıcı ve neo-liberal yargı anlayışında değil ne demek?

Valla yıllardır hukuk fakültesinde çalışıyorum. Yargı organı ile alakalı böyle bir nitelendirme görmedim ben. Veya neoliberal yargı vesaire yargı organı hukuka uygun davranıp kararlar verir. Hukuka aykırı davranıp kararlar verebilir. Milli olup olmama bu açıdan pek benim anladığım bir şey değil açıkçası. Çünkü yargı organı hukuku uygular. Türkiye'nin dahil olduğu hukuk sistemine baktığınız zaman, Türkiye'nin sahip olduğu işte temel hukuki prensiplere baktığımız zaman Türkiye cumhuriyetin başından bu yana hatta Osmanlı İmparatorluğu'nun 19. Yüzyılın ikinci yarısından itibaren Batı hukukunu ülkesinde benimseyen evrensel hukuk ilkelerine bağlı olmaya çalışan liberal hukuk sistemini benimseyen bir ülke ve sadece Anayasa Mahkemesi değil, bizim bütün mahkemelerimiz, bütün yüksek mahkemelerimiz veya bütün kanunlarımız zaten bu ilkeler üzerine kurulu. Milli yargı milli olmayan yargı ayrımı yapılamaz. Burada Yargıtay’ın yaptığı bariz bir şekilde anayasayı çiğnemek, hukuk devletine aykırı davranmak. Sayın Uçum’un milli yargı anlayışı hukuk devleti olmamaksa ben şahsen böyle bir yargıyı istemem Türkiye'de. Çünkü bu başka bir anlama gelmiyor ve gerçekten milli olan, Türkiye'yi seven, Türkiye'nin her zaman iyiliğini düşünen insanların da önceliği, anayasanın ve kanunların uygulanması olmalıdır. Hele ki; hukuk politikaları kurulu üyelerinin de önceliği böyle bir kararı savunmak, sahiplenmek değil, anayasanın gereğinin yapılması yolunda telkinde bulunmak olmalıdır. Yoksa bu şekilde hiçbir anlamı olmayan kelimeler kullanıp Anayasa Mahkemesi’ni itham etmek hiç doğru bir tavır değil. Anayasanın 90. Maddesini hatırlatayım. Bizim anayasamız “Türkiye'nin taraf olduğu milletlerarası anlaşmalar kanun gücündedir” diyor. Uygulama açısından kanunlarla milletlerarası anlaşmalar çatışırsa, milletlerarası anlaşma hükümleri esas alınır diyor. O zaman kendileri ya anayasayı tanımıyorlar ya da bundan rahatsızlarsa bunun yolu anayasayı değiştirmek. Anayasanın 90. Maddesini değiştirirsiniz. Uluslararası hukuk kurallarının anlaşmaların bizim normal hiyerarşimiz neresinde olacağını değiştirirsiniz… Mevcut hukuk uluslararası anlaşmaları, hele ki temel hak ve özgürlüklere ilişkin anlaşmaları ve bu anlaşmaları yorumlamakla yükümlü Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi gibi yüksek mahkemelerin kararlarını Türk hukuku açısından kanunlarla aynı seviyeye koyuyor. Hatta çatışma durumunda kanuna rağmen uygulanmasını öngörüyor. Kanunların da üzerine koyuyor. Temel hak ve özgürlüklere ilişkin anlaşmaları ve bunlara ilişkin kararları dolayısıyla bundan rahatsızsa eğer yöneticilerimiz, bunun yolu anayasayı değiştirmek ama bu anayasayı değişikliği yapılmadan anayasayı uygulamak zorundasınız. Liberal, demokratik bir hukuki rejimde yaşadığımıza göre en azından amacımız bu liberal demokrasi bakımından hak ve özgürlükler bakımından ilerlemeler turnike gibidir. Nasıl işte bir metrodan turnikeden geçtiğiniz zaman ileri gidersiniz ama geri çıkamazsınız. Şu şekilde, hak ve özgürlüklerdeki ilerlemelerin de bu şekilde olması gerekir. Yani turnike gibi hep ileriye gitmesi gerekir. Şimdi biz son yıllarda maalesef uzun zamanların yılların kazanımlarında geri geri gidiyoruz. Ve bu hak ve özgürlükler açısından kabul edilebilir bir durum değil, iyi bir şey de değil. Bakın bugün yaşadığımız ekonomik, sosyolojik diğer sorunlara bakın. Bunların hepsinin temelinde maalesef son yıllarda hukuki olarak geriye gidişimiz temel hak ve özgürlüklerle alakalı geriye gidişimiz.

"12 Eylül sadece anayasasıyla aramızda değil"

Cumhurbaşkanı Erdoğan, anayasal ve yasal değişimlerin süratle yapılmasında çözüm sivil bir anayasa dedi. Yıllardır süregelen sivil anayasa tartışmalarını bir hukukçu olarak nasıl yorumluyorsunuz?

Bu hem anayasa hukukçuları açısından hem siyasetçiler açısından kanayan bir yara. Biz ilk anayasamızı 1876 yılında yaptık. Osmanlı İmparatorluğu döneminde… Ondan sonra 1921, 1924, 1961 ve 1982 anayasalarını yaptık. Son anayasamız 82 anayasası yahut ondan bir önceki anayasamız 61 anayasası, hep bir askeri darbenin ardından yapıldı. Hele ki yapım koşullarına baktığımız zaman 82 anayasasının yapılması açısından demokratik koşullardan bahsetmek pek de mümkün değil. Osmanlı İmparatorluğu’ndan bu yana baktığımız zaman günümüz standartlar açısından böyle çoğulcu, katılımcı, herkesin görüşünü dikkate alan sivil nitelikte bir anayasa yapım süreci yaşayamadık. Dolayısıyla evet, gerçekten de keşke hem siyasetçilerimiz, hukukçularımız ve toplumun büyük kesimi bu konuda bir uzlaşıya varsa ve tırnak içerisinde “sivil” bir anayasa yapsa.

Defalarca değişti 82 anayasası, hiç mi sivilleşmedi?

Bu değişikliklerin çoğu olumlu yönde oldu ama 82 anayasasının dışında 1980-83 arasında Türkiye'de yapılan bir yığın kanun var, bu kanunlar askeri darbe izlerini taşıyor. Biz neden bu kanunları değiştirmiyoruz? Neden bu kanunları yenilemiyoruz? 12 Eylül sadece anayasasıyla mı var şu an? Hayır. 12 Eylül döneminde yapılan onlarca kanun var. Bunlar arasında siyasi partiler kanunları var, seçim kanunları var, yükseköğretime ilişkin düzenlemeler var. Hayatımızın birçok alanını etkileyen kanunlar var. Bu kanunları niye yenilemiyoruz? Kanunları yenilemek daha kolay. İktidar partisi meclisin çoğunluğuna da sahip. Şu an ittifak dolayısıyla istediği anda bunları değiştirebilir. Ya da şöyle bir örnek vereyim size. 82 anayasasını üniversite hocaları olarak eleştiririz. Neden?

Üniversite özerkliğine çok büyük zarar verdiğinden...

Doğru ama şimdi bakıyorsunuz 82 anayasasının o ilk haline göre üniversite özerkliği konusunda geriye gittik. Biz anayasa değişiklikleri yaparak 82 anayasasının 2017 değişikliğinden önce rektör seçimleri yapıyorlardı. Belli sayıda kişi YÖK'e sunuluyordu. YÖK de onlardan 3 kişiyi cumhurbaşkanına sunuluyor ve cumhurbaşkanı bunlardan birini rektör olarak atıyordu. Şu an nasıl? Üniversitenin hocası bile olmayan bir kişiyi cumhurbaşkanı istediği gibi rektör atabiliyor bir üniversiteye. 12 Eylül'den daha geriye gittik üniversitede yönetimin belirlenmesi açısından, özerklik açısından ya da şimdiye kadar yapılan anayasa değişiklikleriyle o 12 Eylül’ün anayasasına sinen bazı özelliklerini neden değiştirme gereği duymadık? Mesela Yüksek Seçim Kurulu’nun kararlarının yargı denetimine kapalı olmasına ilişkin hükmü neden şimdiye kadar hiç değiştirmedik? Neden milletvekili seçimi kanunlarını daha orantılı bir şekilde meclis seçimlerinin sonuçlarını yansıtacak şekilde değiştirmedik? Yani şunu söylemeye çalışıyorum. 12 Eylül sadece anayasasıyla hukukumuza girmedi. Yapmış olduğu bir yığın kanun vardı. Bu kanunlarda çok değişiklik yapıldı ama bu kanunların yenilenmesi ciddi manada söz konusu olmadı. Şimdiye kadar anayasa birçok defa değiştirilmesine rağmen biz 12 Eylül’ün eleştirdiğimiz yönlerini anayasada değişiklik yaparak daha kötü yerlere getirdik.

Şu an Türkiye’nin yaşadığı hukuki sorunun temelinde 12 Eylül anayasası mı var?

Bence yok. Mesela şu son olay… Anayasa Mahkemesi kararları, yasama, yürütme ve yargı organlarını bağlar ve uygun olur. Bu cümlenin anlamını ne manaya geldiğini kavramak için hukukçu olmaya gerek var mı? Eğer Türkçe biliyorsanız ana diliniz olması bile gerekmiyor. Bunu sonucu açık. Anayasa Mahkemesi'nin verdiği kararı beğenmeyebilirsiniz, eleştirebilirsiniz ama uygulamak zorundasınız. Eğer Anayasa Mahkemesi’nin yönteminden, kararlarından memnun değilseniz ne yaparsınız? Gerekli siyasi desteği aldıktan sonra anayasada, kanunlarda değişiklik yaparak Anayasa Mahkemesi’nin verdiği kararın etkisiyle alakalı değişiklikler yapabilirsiniz. Bu arada şunu da söyleyeyim, Anayasa Mahkemesi’nin Can Atalay kararını ben doğru da buluyorum. Ama diyelim ki yanlış. Uygulamama gibi bir lüksümüz yok. Yargıtay’ın hiç yok. Bir de üstüne Yargıtay, Anayasa Mahkemesi kararının uygulanmaması yolunda karar alıyor. Bir de Anayasa Mahkemesi üyelerine karşı suç duyurusunda bulunuyor. Bu olacak iş değil.

Suç duyurusu meselesi Türkiye’nin hukuk tarihinde ilk mi? Geçtiğimiz günlerde Hürriyet gazetesine konuşan Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısı Bekir Şahin, Yargıtay III. Ceza Dairesi’nin Anayasa Mahkemesi üyeleri hakkında yaptığı suç duyurusu bize geldi, inceleme sonrası karar verilecek, bu konuda yasalarda bir düzenleme ve bu suç duyurusunun da bir örneği yok” dedi.

Yasalarda düzenleme var. Anayasa Mahkemesi üyelerini Anayasa Mahkemesi yargılıyor görev suçlarından dolayı. Dolayısıyla yok değil.

15 üyesi var değil mi AYM’nin? Can Atalay kararında da çoğunluk tahliye edilmesi yönünde kanaat bildirmişlerdi...

Anayasa Mahkemesi, üyelerinin görev suçları sebebiyle yargılanması, Anayasa Mahkemesi’nin yetkisi altında ama ortada bir suç yok zaten. Anayasa Mahkemesi’nin verdiği bir karar var, bir yargısal. Yani bu şuna benziyor, bir yığın dava görülüyor değil mi Türkiye'de? O zaman herkes mahkemelerde tarafı oldu ama kaybettiği, hoşuna gitmeyen mahkeme kararlarına karşı hakimlere suç duyurusunda bulunsun. Bunun ne kadar absürt bir şey olduğu zaten belli. Size şunu da söyleyeyim, eğer ortada bir suç varsa bu suçu Anayasa Mahkemesi kararını anayasaya rağmen uygulamayan Yargıtay üyeleri işliyor. Ve aslında şu an hakkında soruşturma başlatılması gereken Anayasa Mahkemesi üyelerinden ziyade bu kararı uygulamayan daire üyeleri olmalı. Anayasa Mahkemesi üyeleri değil, çünkü Anayasa Mahkemesi kararını uygulamamak, görevi kötüye kullanmak, Anayasa Mahkemesi’nin tahliye kararına karşın hala tahliye kararı vermemek suretiyle kişiye özgürlüğünden yoksun bırakmak, -ceza hukukçuları daha iyi değerlendirecektir ama- bunlar bence suç ve burada bir görev suçu olduğu için artık burada aslında Yargıtay Başkanlık Kurulu’nun bir inceleme başlatıp sonrasında bunu soruşturmaya dahil etmesi ve Yargıtay üyelerinin de görev suçları sebebiyle Anayasa Mahkemesi önünde yargılanması gerekiyor.
 

fazla oku

Bu bölüm, konuyla ilgili referans noktalarını içerir. (Related Nodes field)


"Neden 130 bin dosyalık iş yükü var önce buna bakmak lazım"

Cumhurbaşkanı Erdoğan, AYM’nin 130 bin dosyaya ulaşan bir iş yükü olduğunu, altından kalkamayacağını söylüyor, bu iş yükü bir Anayasa Mahkemesi için çok ağır bir iş yükü mü?

Çok ağır bir iş yükü.

O zaman Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın bu yöndeki tespiti doğru bir tespit.

Doğru, yani 130 bin dosya çok fazla ve altından kalkmak zor. Anayasa Mahkemesi gayet güzel altından kalkmaya çalışıyor, raportörleriyle. üyeleriyle… Ama şimdi burada sorunun kaynağını doğru tespit etmek gerekir. Bu 130 bin dosya niye var? Demek ki Türkiye'deki yargı organı, Anayasa Mahkemesi dışındaki derece mahkemeleri ve diğer yüksek mahkemeler işte Bölge Adliye Mahkemeleri, Yargıtay, Danıştay gibi mahkemeler, insanların hak ve özgürlüklerini koruma konusunda yeterince doğru kararlar vermiyorlar. İnsanlar da Anayasa Mahkemesi’nden medet umuyor. Eğer derece mahkemeleri diğer Yargıtay, Danıştay gibi yüksek mahkemelerimiz Avrupa İnsan Hakları sözleşmesine, anayasamıza, kanunlarımıza ve Anayasa Mahkemesi'nin önceden verdiği kararlarda belirlenen ilkelere uygun kararlar verirse, Anayasa Mahkemesi önündeki bu dosya sayısı da kendiliğinden düşecektir zaten.

"Millilik AYM'nin yetkilerinin alınmasını değil güçlendirilmesini savunmalı"

Bireysel başvuru hakkının kaldırılması gibi bir endişe hâkim, bununla ilgili Adalet Bakanı Yılmaz Tunç’un “Hayır, öyle bir şey olmayacak” dedi ama hala neden endişe duyuluyor?

Bireysel başvuru Türk hukuk sistemine olumlu manada çok şey kattı. 2010 anayasa değişikliği bizim anayasamıza girdi bireysel başvuru. Öncesinde Anayasa Mahkemesi’ne başvurmak mümkün değildi. Bu şekilde Anayasa Mahkemesi sadece anayasanın kendisine verdiği norm denetimini gerçekleştirme ve diğer siyasi parti kapatma davalarına bakma, yüce divan görevini yapma gibi görevlere sahipti. 2010 anayasa değişikliğiyle birlikte bireysel başvuru imkânın getirilmesiyle birlikte kişiler alt derece mahkemelerinin veya sonrasında Yargıtay ya da Danıştay’a gittiyse bu davaların sonucundan memnun kalmazlarsa ve bir temel hak ve özgürlüklerin ihlal edildiğini düşünüyorlarsa bu süreçte Anayasa Mahkemesi'ne bireysel başvuru yapabiliyorlar ve bu temel hak ve özgürlüklerin korunması açısından çok olumlu bir şey. Bakın size şunu söyleyeyim. Türkiye, Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi'nde taraf ve mahkemenin yetkisini tanıdığı için, bugün Anayasa Mahkemesi’ne bireysel başvuru olmasa, Yargıtay ve Danıştay karlarına karşı doğrudan Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’ne gidilmesi gerekiyor. Şu an Anayasa Mahkemesi aynı zamanda bir tampon görevi de görüyor. Yani Anayasa Mahkemesi bir ihlal kararı verdiği zaman ve bunun gereği yerine getirildiği zaman Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’ne gidilmeden kendi içimizde bu sorunu çözmüş oluyoruz ve Türkiye'nin ihlal karnesi de daha iyi hale geliyor. Yani önceden Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi önünde binlerce ihlal kararı çıkıyordu her sene şu an azaldı. Neden? Çünkü Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’ne gitmeden dosyalar Anayasa Mahkemesi tarafından ihlal kararı veriliyor ve gereği yapılıyor. Dolayısıyla burada size şunu da söyleyeyim, hazır milli kelimesi söylenmişken gerçekten milli olan, Türkiye'yi seven, Anayasa Mahkemesi'nin yetkilerinin alınmasını değil, Anayasa Mahkemesi'nin güçlendirilmesini savunmalı. Neden? Çünkü Anayasa Mahkemesi bizim milli mahkememiz olarak verdiği ihlal kararlarıyla ve hukuk sistemimizdeki anayasaya aykırılıkları gidermek suretiyle ya da temel hak ve özgürlüklerin ihlalini gidermek suretiyle Türkiye aleyhine Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi tarafından verilecek kararların önüne de geçiyor. Dolayısıyla biz yerli ve milli olarak tırnak içerisinde hareket edeceksek, Anayasa Mahkemesi’ni korumalıyız, onu güçlendirmeliyiz, daha da güçlendirmeliyiz hatta ve hak özgürlüklerle ilgili kararlar verdiği zaman onun arkasında durmalıyız. Yerli ve milli duruş bunu gerektirir. Biz bunu yapmazsak ve Anayasa Mahkemesi’ni etkisiz kılarsak Türkiye aleyhine uluslararası mahkemelerin verdiği karar sayısı artar ve bu da milli bir durumu mu sergilemek olur. Bunu sorgulamak gerekiyor.

 

© The Independentturkish

DAHA FAZLA HABER OKU