William Faulkner: Sanatçının eleştirileri dinlemeye zamanı yoktur

Mayis Alizade Independent Türkçe için yazdı

Nobel ödüllü ABD'li yazar William Faulkner, iki büyük demecinden birini, yönetmen arkadaşının Sorbonne Üniversitesi'nde okuyan kızına mektup yoluyla verdi.

Faulkner, bu demecinde, yaratıcı insanların tamamına toplumda durması gereken yeri ve alması gereken pozisyonu tüm çıplaklığıyla gösteriyor.

fazla oku

Bu bölüm, konuyla ilgili referans noktalarını içerir. (Related Nodes field)

Günümüz dünyasında kalemi, fırçayı, piyanoyu kullanarak güçlü olmak yerine, yalakalık yolunu seçerek zengin olmayı seçmenin yarattığı ahlaki çöküntü, doğru söylemlerin ve alınan doğru pozisyonların değerini tüm zamanlar için koruduğunu gözler önüne seriyor.

İlk bölümünü geçen hafta yayımladığımız 1956 yılında yayımlanmış bu söyleşinin ikinci bölümünü sunuyoruz.


Sinema alanındaki çalışmalar yaratıcılığı olumsuz etkiler mi?

İyi bir yazarı hiçbir şey olumsuz etkileyemez. Fakat o kötü yazarsa hiçbir şey yardım edemez.

Genel olarak onun için böyle bir sorun söz konusu değil çünkü o kalbini bir havuza satmıştır.


Sizin için gereken sonuçları elde etmek için herhangi bir teknik mevcut mu?

Yazar işin teknik yanıyla daha ziyade ilgileniyorsa, onun cerrah veya taş ustası olması daha iyi olacaktır.

Edebi eser yazmak için herhangi bir reçete veya model yok ve genç yazarın belirli teorilerin peşine düşmesi çok aptalca hareket olur.

Kendi hatalarının üzerinde öğrenmek gerekir: İnsanlar dünyayı kendi hatalarını ortadan kaldırarak idrak ediyor.

Gerçek yazar hiç kimsenin kendisi için gereken reçeteyi vermeyeceğini idrak ediyor.

Bunun ötesinde o mucizevi düzeyde kadercidir: Eski ustalara ne kadar saygıyla yaklaşmasına rağmen onları sollayıp geçmeye çalışır.


Başka bir ifadeyle, siz tekniğin önemini inkâr mı ediyorsunuz?

Asla.

Bazen işin başından teknik kendi koşullarını dayatıyor: Müellif düşünceleri yerine yerleştirmeye başlayana kadar teknik, anlam üzerinde üstünlük kuruyor.

Ve böylece eser kendine has biçimde "tour de force"a (güç başarısı) dönüşüyor.

Yazarın görevi ise tüm bu tuğlaları itinayla yerleştirmekten ibaret oluyor.

Çünkü daha tek kelime bile yazmadan o başından sonuna kadar tüm eseri biliyor.

Döşeğimde Ölürken.jpg

"Döşeğimde Ölürken" romanında işler bu şekilde yürüdü.

Güçlükle yazıyorum. Çein yazıyorum.

Vicdanla yapılan iş hiçbir zaman kolay olmuyor.

Ancak aynı zamanda sade oluyor. Eserin tüm malzemesi elinin altındadır çünkü.

Ben bu kitabı 12 saatlik fiziksel işten sonra boş zamanlarımda 6 haftada yazdım.

Benim gözümün önüne en zor ve doğal sınavlardan geçen, yangına ve su baskınına maruz kalmış insan grubu geliyordu:

Onların bir yerden başka bir yere gitmesine hak kazandırmak için ben en sade ve doğal nedeni düşünmüştüm.

Bazen yazı kolay yazılıyor. Bu, yazı tekniğini düşünmeye son verdikten sonra yaşanıyor.

Bazen benim için yaklaşık 275. sayfadan sonra kahramanların her şeyi üstlenerek eseri bitirdikleri an geliyor.

Ancak kitabın 274. sayfada bitirilmesi durumunda gerçekten ben onu nasıl bitirmeyi bilmeyecektim.

Sanatçı kendi eserini objektif biçimde değerlendirme özelliğine sahip olmalı.

Buna ilaveten ise kendini kandırmaması için onda vicdan ve adamlık olmalı.

Kendimle ilgili hiçbir yapıtımın kişisel taleplerime cevap vermediğini söyleyebilirim; bana daha fazla azap ve keder vermiş eserimi tutmak isterdim, aynen bir annenin rahip değil hırsız ve katil evladını öbür çocuklarından daha fazla sevmesi gibi.


Bu hangi eser?

Ses ve Öfke.jpg

"Ses ve Öfke".

Beni sürekli rahatsız eden düşünceden kurtularak bu olayı 5 kez yazma girişiminde bulundum.

Bu, kaybedilmiş iki kadının trajedisi: Caddy ve kızları. 

Dilsey benim en çok sevdiğim kahramanlarımdandır.

O merttir, erkek gibidir; cömert, samimi ve vicdanlıdır.

Kendisi benden daha cesur, vicdanlı ve cömerttir.


Eserleriniz hangi ölçüde kişisel deneyiminize dayanıyor?

Diyemem. Bunu hiçbir vakit hesaplamadım. Zira burada "ölçü" önemli değildir.

Yazara üç şey gerekir: tecrübe, gözlem ve hayal gücü.

Ancak bazı zamanlar bu üçlünün iki, hatta bir parçası bile üçüncünün yetmezliğini telafi edebiliyor.

Esasen eser bir düşünceden, anıdan, imgeden başlıyor.

Yazmak bu belirleyici ana kadar yaşananları onarmak, olayların bu şekilde yaşanma nedenini izah etmek ve ardından bunun nereye götüreceğini gözler önüne sermektir.

Bildiği metotların en iyisini kullanarak yazar gerçek ortamda hareket eden kahramanlar yaratmaya çalışıyor.

Ve işte bundan dolayı onun en iyi bildiği bir ortamı canlandırması çok kolay anlaşılması gereken bir şeydir.

İnsanın kendini müzik üzerinden ifade etmesinin en kolay yol olduğunu söylemek isterdim.

Müzik insanlık tarihinin en erken döneminde ortaya çıktı.

Ancak iştigal alanımın kelimeler olmasından dolayı benim ağır ağır, kelimelerin yardımıyla, müzik seslerinin daha iyi ifade edebileceği şeyleri ifade etmem gerekir.

Ancak ben dinlemeyi değil okumayı tercih ettiğim gibi kelimeleri kullanmak da benim için hepsinden önemlisidir.

Ben eserin sessizliğini tercih ediyorum; Sözlerle yaratılmış imge ise sessizliğin içinde mevcut oluyor.

Düz yazının hem gürültüsü ve hem de müziği sessizdir yani.


Yazar için tecrübe, gözlem ve hayalin önemli olduğunu söylediniz. Buraya ilhamı da dahil ediyor musunuz?

İlhamla ilgili hiçbir şey söyleyemem, çünkü onun ne olduğunu bilmiyorum.

Onu duydum ancak tanışmışlığımız yok.


Siz kendinizi Sherwood Anderson'a borçlu sayıyorsunuz. Kendisini bir yazar olarak nasıl değerlendiriyorsunuz?

O, benim mensup olduğum yazarlar kuşağının ve Amerikan edebiyatının bizim mirasçılarımızın sürdüreceği geleneğinin babası.

Kendisine hak ettiği değer verilmedi. Driser onun ağabeyi, Mark Twain ise ikisinin de babasıdır. 


Kimi okurlar iki-üç kez okuduktan sonra bile sizin ne yazdığımızı anlayamıyor. Onlara ne tavsiye ederdiniz?

Dördüncü kez okusunlar.


Siz çağdaş yazarların eserlerini okuyor musunuz?

Hayır. Yeniden okuduğum kitaplarla ben gençliğimde tanışarak onları sevmiştim ve şimdi onları eski arkadaşlarımla iletişime girmiş gibi okuyorum.

Bu, Eski Tevrat, Dickens, Conrad, Cervantes'in Don Qujote'dur.

Kimi insanlar İncil'i, Flaubert'i, Balzac'ı yeniden okuduğu gibi ben de ismini zikrettiğim yazarları her sene yeniden okuyorum.

Balzac kendine has bütün bir dünyasını yaratmıştır ve canlı kanın enerjisi onun 20 kitabını birleştiriyor.

Dostoyevski, Tolstoy, Shekespare.

Bazen Melvill'I, şairlerden ve şairlerden Christopher Marlowe'yu, Campion'u, Harrick'i, Donn'u, Keats'i, Sehlly'yi okuyorum.

Hala Hausmann okuyorum.

Ben bu kitapları şimdi ilk sayfasını açıp sonuna kadar okumaya ihtiyaç kalmayacak kadar sık okudum. 

Özellikle herhangi bir kahramanla ilgili parçayı veya sahneyi okuyorum; aynen sokakta bir tanıdığınla karşılaştığında durup onunla birkaç dakika konuşmak gibi.


Romanın geleceğine ilişkin görüşlerinizi paylaşmanız mümkün mü?

Bence insanlar romanları okuduğu sürece onları yazacaklar veya bunun tersi.

Şayet illüstrasyonlu dergiler ve bulvar dergileri insanların okuma kabiliyetini sonuna kadar öldürmezse.

Öyle olması durumunda edebiyatımız geriye neandertal mağaralarındaki ilkel yazıya geri dönecek.


Sizce eleştirinin vazifesi neden ibaret?

Sanatçının eleştirileri dinlemeye zamanı yoktur.

Eleştiri yeni yeni yazar olmaya heveslenenlere ilginç gelebilir.

Ancak yazan insanın eleştiri yazılarını okumaya zamanı bulunmuyor.

Çünkü her bir eleştirmen de "Burada Kilroy olmuştur" demek için çırpınıyor.

Ancak eleştirmenin faaliyetleri doğrudan yaratıcılıkla ilintili değildir; sanatçı, eleştirmenden tam bir basamak yüksekte duruyor.

Çünkü o, eleştirmeni heyecanlandıran bir şeyler yaratıyor.

Bunun karşılığında eleştiri yazıları yazarın dışında herkesi heyecanlandırabilir. 


Siz kendi eserlerinizi birileriyle tartışma ihtiyacı hissetmiyorsunuz demek.

Hayır, ben aşırı derecede kendi işimle meşgulüm.

Ben yaptığım işten kendimin memnun kalmam için çalışıyorum ve eserim beni tatmin ettiğinde onu birileriyle tartışma ihtiyacı kalmıyor.

Kendi eserimin hoşuma gitmemesi durumunda bile herhangi bir tartışma onu daha iyi etmeyecek.

Onun için eseri iyileştirebilecek yegâne şey onun üzerindeki çalışmayı sürdürmektir.

Ben edebiyatçı değil sadece yazarım ve profesyonellikle ilgili konuların tartışılması benim hoşuma gitmiyor.


Kimi eleştirmenler kahramanların arasındaki kan bağının sizin için büyük önemi olduğunu yazıyor.

Bu, eleştirel bakışlardan bir tanesidir. Ancak dediğim gibi, ben eleştirmenleri okumuyorum.

Bence insanları yazmaya can atan yazar için kan bağları onun kahramanlarının burun şekli kadar önemlidir.

Elbette ki bu bağlantının süjenin gelişmesinde oynadığı rol istisna edilmek kaydıyla.

Eğer yazar düşüncesini kendisinin ilgilenmesi için gereken şeylerin üzerine odaklıyorsa bu, her şeyden önce gerçekliktir, insan kalbidir.

Onun çeşitli düşüncelerle veya burnun şekli veya kan bağı gibi her gelen şeyle ilgilenmeye zamanı kalmıyor.

Zira benim gözümde düşüncelerin ve olguların gerçekle çok önemsiz ölçüde bağı bulunuyor.


Bunun ötesinde eleştirmenler sizin kahramanlarınızın hayır ile şer arasında bilinçli seçim yapamadığını ifade ediyor.

Hayatta hayra ve şerre ait olan iş yoktur.

Hayır ile şerrin arasında seçimi Don Quijote ediyordu.

Fakat bunu sadece kendi illüzyonlu dünyasında yapabilmekteydi.

Don Quijote akılsızdır.

O, gerçek yaşamla karşılaşıp insanları anlamaya çalıştığında kendisinde asla hayrı şerden ayırma yeteneği olmuyor.

İnsanlar ise gerçek dünyada yaşıyor ve onların tüm gücü sadece yaşamaya gidiyor.

Hayat hareket demek ve insanı hayatta harekete sevk eden şeyler önemlidir: Vicdanlı olmak, otorite olabilmek.


Söz konusu sanatçı olunca "hareket" kavramıyla neyi kastediyorsunuz? Bunu açıklamanız mümkün mü?

Her bir sanatçının amacı edebi metotlarla hayatı ve hareketi durdurmaktan ibarettir.

Fakat 100 sene sonra kenardan birisi o esere baktığında eserin 'canlanması', harekete gelmesi koşuluyla.

İnsanlar ölüp gidiyor ve ölümsüzlüğün yegâne şekli senden sonra daima harekette olacak ve bundan dolayı ölümsüzlüğü hak edecek bir şeyler bırakıp gitmektir.


Asker Ödülü ile Sartoris'in arasında geçen dönemde sizin edebiyatçı kariyerinizde neler yaşandı? Başka bir ifadeyle Yoknapatawpha üzerine destan yazmaya başlamaya size ne sevk etti? 

Asker Ödülü'nün üzerinde çalışırken ben yazmanın ilginç olduğunu gördüm.

Fakat daha sonra sadece her kitapta belirli bir mananın olmasıyla işin bitmediğini anladım; yazarın tüm yaratıcılığının genel bir düşüncenin emrinde olması gerekir.

"Asker Ödülü" ve "Sivrisinekler"i ben sadece yazmak hoşuma gittiği için yazmıştım.

Sartoris'ten başlayarak benim posta pulu büyüklüğündeki özel mekanımın, özbeöz toprağımın bir parçası onunla ilgili yazmamı hak ediyor.

Ve bu konu benim için hiçbir zaman bitip-tükenmeyecek.

Kâinata genel yüksek anlamı söylemek kaydıyla-şayet bende mevcutsa-kabiliyetimi tüm yönleriyle geliştirme özgürlüğü kazanacağım.

Bu, bana altın bir mekân açtı;

Ben kendi kozmozumu yarattım.

Allah gibi ben de insanları değil mekânda zamanda da o yana bu yana götürebiliyorum.

Ve en azından onları zamanın içinde o yan bu yana götürüp getire bildiğimi hissettiğim için özel bir varlık şekli olarak mevcut olmayan, sadece fertler üzerinden tecelli eden zamanın akıcılığına ilişkin felsefem de kendi onayını buluyor.

"Vardı" diye bir şey yoktur, sadece "mevcut" vardır.

Geçmiş olsaydı, ne keder ne de can sıkıntısı olurdu.

Kainatım köşe taşı gibi yarattığım dünyayı düşünmek benim hoşuma gidiyor:

Bu taşın ne kadar ufak olmasına rağmen onu çekmeniz durumunda dünya tarumar olur.

Benim son kitabımın ismi Mahşer Günü veya Altın Diyarım Yoknapatawpha olacaktır.

Ondan sonra kalemimi kırıp bir daha hiçbir şey yazmayacağım.

 

 

*Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Independent Türkçe'nin editöryal politikasını yansıtmayabilir. 

© The Independentturkish

DAHA FAZLA HABER OKU