Avrupa’nın umudu iki devletli çözüm

Ortadoğu’da kayıp rol

Avrupa Birliği Dışişleri ve Güvenlik Politikaları Yüksek Temsilcisi Josep Borrell, Strazburg’daki Avrupa Parlamentosu genel kurul toplantısına katıldı. (AFP)

Hattar Ebu Diyab

7 Ekim’de yaşananlar, Gazze’deki savaş, bunun bölgesel ve uluslararası yansımaları ile Avrupa Birliği’nin (AB) stratejik kırılganlığına ve yetenekli jeopolitik kutbun saflarına yükselme konusundaki yetersizliğine dair ek kanıtlar sağladı.

fazla oku

Bu bölüm, konuyla ilgili referans noktalarını içerir. (Related Nodes field)

Bu ötekileştirme yalnızca ABD’nin arkasında duran ittifaktan değil, aynı zamanda tarihsel, yapısal ve acil boyutları olan bölünmelerden de kaynaklanıyor. Bu nedenle AB tarafından onaylanan iki devletli çözüm planının, Ortadoğu ile güney ve doğu Akdeniz’de, Avrupa için stratejik ve ekonomik açıdan hayati öneme sahip bölgelerde kaybedilen rolün bir kısmının geri kazanılması için bir kapı olup olamayacağını sormak yerinde olacaktır. Ayrıca şu soru da sorulabilir: Çatışma dinamikleri ve mevcut engeller bu yaklaşımın gerçekleşmesini engelleyecek mi?

Eski Kıta Avrupa tarih dışı mı?

Uzun süredir AB’nin uluslararası denklemde dengeli ve gerekli bir rol üstlenmesine güven duyuluyor. Ancak ekonomik doğanın ve stratejik-politik açıklığın baskınlığından kaynaklanan yapısal zayıflık nedeniyle bu mümkün olmadı.

Ortadoğu, özellikle Birinci Dünya Savaşı ve Osmanlı İmparatorluğu’nun çöküşünün ardından İngiltere ve Fransa’nın bölgeyi yeniden yapılandırmasından sonra, bir yüzyıl boyunca Avrupa’nın etkisi altında kaldı. Ancak 1956’daki Süveyş Savaşı’ndan bu yana, Avrupa’nın dünyanın bu bölgesindeki rolü gölgede kalmaya başladı ve karşılıklı çıkarların büyük boyutuna rağmen bu durum uzun süre devam etti.

Şu an Ortadoğu’daki gelişmeler karşısında Avrupalı ​​liderler, diğer benzer veya daha az şiddetli krizlerde olduğu gibi krize kolektif olarak yanıt verme konusunda yetersizlik göstermişlerdir. Öyle görünüyor ki ‘Birlikten kuvvet doğar’ sloganı, Avrupa fikrini ortak kalkınma ve büyüme temelinde kuranların umduklarının aksine etkili olmadı. Eski Avrupa ülkelerinin jeopolitik gelişmeyle birlikte yüzölçümü, nüfusu, gayri safi yurtiçi hasılası bakımından küçüleceği ve bir noktada tarihin dışına çıkacağını söylediler. Dolayısıyla kurtuluş, yarının dünyasını etkileyebilecek, Avrupa’nın kronik iç rekabetini sona erdirebilecek ve barışı, istikrarı ve refahı inşa edebilecek tek varlık haline gelecek bir ‘Avrupa gücünün’ yaratılmasında yatmaktadır.
 

Krizler Avrupa’nın zayıflığını ortaya çıkardıktan sonra, ölümcül kimliklerin olduğu bir dönemde Avrupa fikrinin sarsılmaması için iyileştirme yapılması gerekiyor.

 

1990'ların sonundaki Soğuk Savaş’ın, euro üzerinden mali birlik ve 2004’teki büyük genişlemenin ardından, Çin-ABD rekabetinin yoğunlaştığı küresel bir sahnenin ortaya çıkışıyla yüzleşmek için gereken güç olmadı dolayısıyla 2016 sonrası ve Brexit olumsuzluklarına rağmen AB’ye yönelik bahisler devam etti. Ancak kriz yönetiminde başarı eksikliğinin yanı sıra birleşik bir siyasi boyutun olmayışı ve stratejik ve askeri bağımsızlığın kaybı, AB’nin performansına, geleceğine ve dünyadaki yeni güç denklemindeki ağırlığına ilişkin umutları yıkmaya başladı.

Doğu Akdeniz ve Ortadoğu’daki krizlerde Avrupa’nın bölünmüşlüğü, ABD’nin pozisyonuna devam eden stratejik bağımlılık ve Avrupa’nın Rusya ile çatışmaya geri dönmekten kaçınamamasının ve Çin’in plan ve hedefleri konusunda ortak bir tutum eksikliğinin yanı sıra AB, daha da marjinalleşiyor ve ekonomik gücünü ve NATO ve uluslararası kurumlar içindeki ağırlığını yitiriyor.

Krizler, Avrupa’nın gizli zayıflığını ortaya çıkardıktan sonra, öldürücü kimliklerin olduğu ve milliyetçi ve yurtsever fikirlerin yeniden yükselişe geçtiği bir dönemde Avrupa fikrinin sarsılmaması için iyileştirme yapılması gerekiyor.

7 Ekim’den önce ve sonra, her zamanki gibi Avrupa ülkeleri aykırı olmasa da farklı öncelikler izledi. Daha da kötüsü, Oslo Anlaşmalarını takip etmede olduğu gibi, bağımsız veya etkili pozisyonlara girişme yönündeki siyasi irade eksik.

Son olaylar, İsrail’in yanında bir Filistin devleti kurmanın gerekliliği konusundaki tartışmaları yeniden alevlendirdi.
 

Oslo’nun başarısızlığından dersler ve 7 Ekim’in yansımaları

Son dönemde yaşananlar, Filistin sorununu aşmayan ve bölgesel düzenlemelerde onu ötekileştiren her çözümün temeli olarak İsrail’in yanında bir Filistin devleti kurmanın gerekliliği konusundaki tartışmaları yeniden alevlendirdi. Şarku’l Avsat’ın Majalla’dan aktardığına göre Avrupalı ​​bir kaynak, 1937’den günümüze kadar geçen siyasi süreçlerin, özellikle de tarih boyunca ortaya atılan bölünme önerilerinin başarısızlıkla sonuçlanmasından ders çıkarmanın kaçınılmaz olduğu görüşünde.

Hiç şüphe yok ki 1993’teki Oslo Anlaşmaları, kaçırılan fırsatların en önemlisini temsil ediyor ve Filistin Kurtuluş Örgütü’nün (FKÖ) öncülük ettiği uzun bir yolun sonucuydu. Dönüm noktası, 15 Kasım 1988’de FKÖ Ulusal Konseyi’nin Cezayir’deki Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi (BMGK) kararını onaylayan toplantısında oldu. Filistin Devleti’nin sembolik bağımsızlığı ilan edildi ve böylece İsrail’in varlığı da zımnen tanındı. Bu tarihi dönüşüm, Madrid Barış Konferansı’nın (1991) ve ardından Oslo Anlaşmalarının (1993) yolunu açtı.

Yasal olarak bu anlaşmalar bir Filistin devletinin kurulmasını öngörmüyordu. Ancak İsrail ve FKÖ’nün birbirini tanıması ve işgalci gücün Gazze Şeridi ve Batı Şeria’nın kontrolünü aşamalı olarak devredeceği bir Filistin otoritesinin kuruluşunun temellerini attı. Ancak 1995 yılında İsrail Başbakanı İzak Rabin’in aşırı sağcı bir kişi tarafından suikasta uğraması, Hamas ve İslami Cihad tarafından gerçekleştirilen intihar saldırıları, yerleşim faaliyetlerinin devam etmesi, 1996 yılında İsrail sağının yönetime yükselişi ve bölgesel güçlerin çatışmaya girmesi, hepsi barış sürecinin çökmesine neden oldu.

Müzakere süreçlerinin taraflı ABD sponsorluğu, çıkmazın derinleşmesine katkıda bulundu. İşleri daha da kötüleştiren şey, Washington’la rekabet eden küresel güçlerin yeterli ilgi göstermemesi, ayrıca Avrupa’nın ikincil bir rol oynamasına izin verilmesi ve çoğu zaman nüfuz kullanmadan finansör rolüyle yetinmesiydi.

İsrail’in 2005 yılında Gazze’den çekilmesi ve Gazze Şeridi’ni Batı Şeria’dan ayırma çabası, Hamas’ın Gazze Şeridi’ndeki kontrolünü genişletmesine olanak tanıdı ve bunu İsrail ile sonuncusu 7 Ekim’den sonra olmak üzere birçok savaş izledi.

Siyasi çözüm umutlarının kapanması, adaletin olmayışı ve uluslararası umursamazlık ve ihmal ortamında Filistin halkının haklarının inkâr edilmesi, çatışmanın şiddetlenmesine ve İsrail tarihinin en aşırı ve sağcı hükümetinin yönetimi altında çıkış bulmanın zorlaşmasına yol açtı. Hamas’ın Filistin kararını kontrol etmesiyle Avrupalılar, bu gerçekleri tufan doruğa ulaştıktan sonra keşfettiler. Bu nedenle arzu edilen siyasi çözüm şansını kurtarabilecek yeni bir plan önermek için acele etmeye başladılar.
 

Barış sürecinin, İsrail ile Arap dünyası arasındaki ilişkilerin ‘tamamen normalleşmesine’ paralel olarak İsrail ile yan yana yaşayan bir Filistin devletinin kurulmasına yol açması bekleniyor.

 

Avrupa’nın diplomatik girişimi yeniden tesis etme girişimi

Yirmi yedi Avrupa ülkesi, Avrupa’nın ilk kez 1980’deki Venedik Zirvesi sırasında benimsediği iki devletli çözüme dayanan Ortadoğu’da barış için bir Avrupa planını oybirliğiyle kabul etti. Bu adımın onaylanmasının, dört ay süren savaş boyunca Gazze’de tek ses olarak ‘derhal ateşkes’ talep etme konusunda (Almanya’nın başını çektiği bazı ülkelerin İsrail’in yanında mutlak tarafgirliği nedeniyle) anlaşamayan üye devletler arasında nadir görülen bir birliği göstermesi dikkat çekici.

Öyle görünüyor ki eski İspanya Dışişleri Bakanı ve Avrupa diplomasisinin şu anki başkanı olan Josep Borrell, geçmişten dersler çıkarmaya ve uzun vadede sürdürülebilir bir çözüm yoluyla şiddet döngüsünü kırmak için çalışmaya dayalı girişimin yeniden canlandırılmasında önemli bir rol oynadı.

Dikkat çeken nokta, İsrail’in Filistin devleti kurma ilkesini reddetmesi karşısında Avrupalı ​​seslerin ters yönde baskılar yapmaya başlamasıdır. Böylece Berlin, 7 Ekim’den sonra İsrail’in yanında yer alsa da Almanya Dışişleri Bakanı Annalena Baerbock aracılığıyla iki devletli çözümün gerekliliği vizyonunu destekledi. Baerbock “Şu anda sunulan başka bir alternatif yok. Barış ancak tüm bölge halklarını ilgilendirdiğinde sağlanabilir.” dedi. Josep Borrell, İsrail tarafını ‘gelecek nesiller için nefret tohumları ekmemesi’ ve İsrail’in, barışı yalnızca savaş yoluyla inşa edemeyeceği konusunda uyaracak kadar ileri gitti. Fransız diplomasisinin yeni başkanı Stephane Sejourne ise ‘durumun herkes için güvenlik garantileri olan bir Filistin devletini gerektirdiğini’ vurguladı.

Avrupa planının hazırlanması sırasında Borrell ve AB Ortadoğu Barış Süreci Özel Temsilcisi Sven Koopmans, müzakerelerin son noktasının belirlenmemesi nedeniyle Oslo Anlaşmaları’nın metodolojisinde değişiklik yapılması gerekliliğine odaklandılar. Bu nedenle Filistin devletinin kuruluşuna ulaşma noktasının belirlenmesi ve ardından taraflar arasında müzakereler yoluyla bu noktaya ulaşmanın yolunun aranması’ gerektiğine inanılıyor. Bu görüş, Avrupa tarafının Arap-İslam zirvesinden çıkan komiteden ve Arap ülkelerinden, iki devletli çözümün etkili bir şekilde uygulanacağına dair bir garanti olmadığı takdirde Gazze’nin yeniden inşasında herhangi bir rol oynamaktan kaçınılacağı yönünde duyduklarına dayanıyor.

Ayrıntılı olarak, ana ilke ve hedefleri içeren 10 maddelik Avrupa planı, bir yıl içerisinde AB, ABD, BM, Mısır, Ürdün, Suudi Arabistan Krallığı ve Arap Birliği, aynı şekilde İsrail hükümeti ve Filistin tarafından ise Filistin otoritesi ile Hamas olmadan FKÖ’yü bir araya getirecek bir ‘barışa hazırlık konferansı’ düzenlemek üzere çalışmaya başladı.

Plana göre barış sürecinin, İsrail ile Arap dünyası arasındaki ilişkilerin ‘tamamen normalleşmesine’ paralel olarak İsrail ile yan yana yaşayan bağımsız bir Filistin devletinin kurulmasına yol açması bekleniyor.

Josep Borrell, İsrail ile Arap dünyası arasındaki ilişkilerin normalleşmesini iki devletli çözüm düzeyinde bir hedef olarak belirleyerek, ABD’nin İbrahim Anlaşmaları sonrasında doğal karşıladığı ve Biden yönetiminin İsrail tarafını ‘Filistin devleti sorununu çözmeye’ ikna etmenin bir yolu olarak yeni bir ivme kazandırmakta ısrar ettiği bir konuyu ele alıyor.

Bu planda yeni olan, İsrail’e ve gelecekteki Filistin devletine Avrupa güvenlik garantilerinin verilmesidir. Ancak bu yol aşılmaz engellerle karşı karşıya.
 

Diğer uluslararası öneriler gibi, eğer eşlik eden bir siyasi irade ve asgari düzeyde uluslararası fikir birliği yoksa Avrupa’nın iddiası boşunadır.

 

Avrupa’nın bel bağladığı umutlar

Planın uygulamaya konulması için çalışmaların başlamasını bekleyen Avrupalı ​​bakanlar, diğer hedeflerin yanı sıra İsrailli rehinelerin serbest bırakılmasının sağlanması, bölgesel gerilimin önlenmesi, Filistin Yönetimi’nin demokratik meşruiyetinin güçlendirilmesi ve Gazze’nin yeniden inşasının desteklenmesinin önemini anladılar.

Ancak olayların gidişatının da gösterdiği gibi, Avrupa’nın rolü ikincil olmaya başladı ve ABD’nin rolünü etkileme ve hatta tamamlama yeteneğinden yoksun kaldı. Her ne olursa olsun, AB’nin başkenti Brüksel’den yeni yönelimleri takip ederek, Avrupa’nın yeteneklerini kullanmasının Avrupa hırsına ivme kazandırabileceğini belirtmek gerekiyor.

Filistin devleti çözümüne gelince, aşılması zor en büyük engelin İsrail olduğu açıkça görülüyor. Netanyahu, 1996’dan bu yana buna karşı güçlü bir şekilde çalıştı. Ancak bu, Lapid veya Gantz’ın daha esnek olacağı anlamına gelmiyor. Bu nedenle Avrupalıların sözleri ya da yerleşimcilere karşı bazı ürkek önlemler yeterli değildir. Özellikle İsrail’in Avrupa Ortak Pazarı ile güçlü ve yakın bağları olduğu ve bazen İsrail’in açıklanmayan bir üyesi olarak görüldüğü göz önüne alındığında Avrupa’nın, eğer fikirlerini aktarmak istiyorsa, ekonomik silahları savurması, kullanması ve sağlam siyasi kararlar alması daha iyi olacaktır.

Filistin evinin düzenlenmesi konusunda ise sadece İsrail anlatısını takip etmek değil, (özellikle İsrail FKÖ’yü yıkma ve Gazze Şeridi’ni Batı Şeria’dan ayırma seçeneğinde Hamas’ı fiili bir otorite olarak güçlendirdiğinden beri) konuyu Filistinlilere bırakmak, mümkünse kolaylaştırıcı rolünü üstlenmek ve Avrupa’nın birçok kartını bu yönde kullanmak gerekiyor.

Bu nedenle diğer uluslararası teklifler gibi Avrupa’nın iddiası da eğer siyasi irade ve asgari düzeyde uluslararası fikir birliği yoksa boşuna gibi görünüyor. Bunun için yaratıcı bir çözüm önerilmesi, bu mümkün değilse şiddet ve ölüm döngüsünü durduracak ciddi düzenlemelerin yapılması için baskı yapılması, tüm bölge halklarının yaşam ve barış şansının korunması için kapıların aralık bırakılması lazım.
 

*Bu analiz Şarku’l Avsat tarafından Londra merkezli Al-Majalla dergisinden çevrildi.

*İçerik orijinal haline bağlı kalınarak çevrilmiştir. Independent Türkçe’nin editöryal politikasını yansıtmayabilir.

 

Şarku'l Avsat'ın haberlerine ulaşmak için tıklayın

DAHA FAZLA HABER OKU