Neredeyse her şeyi unutmamızı isteyen bir savaş bu...

İsrail'e karşı önemli bir zafer elde etsek bile, önemli ölçüde bir despotluk ve gerilik bu zaferi bizimle paylaşacak ki bizde zaten bu ikisinden, despotluk ve gerilikten fazlasıyla var

Fotoğraf: AA

19'uncu yüzyılın ortalarında Danimarkalı filozof Søren Kierkegaard, bireyin estetik yaşam ile dini ve manevi yaşam arasında seçim yapması gerektiğine inandığı ünlü kitabı "Ya/Ya da"yı yayınladı.

"Ya/Ya da" iki bölümden oluşuyor; birincisi ilk hayatı veya birinci seçeneği, ikincisi ise ikinci hayatı veya ikinci seçeneği anlatıyor.

Kitaba göre iki yaşam -iki seçenek arasında mutlak bir ayrım vardır; onları alternatif olarak birleştiren ve diyalektik anlamda onları aşan pragmatik bir uzlaşma veya eşitleme ya da sentez yoktur.

Kim böyle bir uzlaştırmada bulunursa, o, ancak estetik hayatın tarafını tutmuştur, çünkü bedenin zevklerini ve sahibinin çıkarlarını inkar etmezken, dini ve manevi olan ile ilişkisi de bir hobiye daha yakındır.

Kierkegaard, bu kaçınılmaz seçimin arkasında hiçbir ahlaki veya rasyonel standart olmadığını, seçimini dayandıracağı bir teorinin varlığını varsayan kişinin, kanıtlamak istediğini bir ön hipotez olarak ele alan birine benzediğini düşünüyordu.

Bu da onu, inançlı varoluşçuluğun kurucusu kürsüsüne yerleştirdi. 

fazla oku

Bu bölüm, konuyla ilgili referans noktalarını içerir. (Related Nodes field)

Başka bir deyişle Kierkegaard tüm kapıları yüzümüze kapattı, sadece ya/ya da var ve biz, bize yol gösterecek hiçbir rehber olmadan seçim yapmalıyız.

Bugün Arap dünyasında üzerimizde zehirli rüzgarlar esiyor ve bizi "ya" ile "ya da" arasında seçim yapmaya zorluyor.

Ya dini direniş partilerinin ve hareketlerinin söylediklerini ve yaptıklarını beğenip liderlerini yücelteceğiz, herhangi bir eleştiri, çekince, düzeltme veya hesap sormayı dillendirmeyeceğiz ya da İsrail'in Gazze'deki çılgın saldırılarındaki vahşeti desteklemiş oluruz.

Bir an için, İsrail'in siyasi kafa karışıklığının, askeri bocalamalarının ve Lahey davasının, Filistin etrafındaki geniş uluslararası iş birliğiyle birleştiklerinde, yorum çeşitliliğini ve farklı değerlendirmeleri daha fazla kabul eden ve kolektif olarak daha sağlıklı bir iklimi ortaya çıkarabilecekleri varsayılabilir. Ama öyle değil.

Bu nedenle, yerleşik teoriye uygun olarak, Gazze'ye duyulan sempati ile İsrail'e yönelik kınamaya uzun bir unutulma listesi eşlik etmeli ki direniş sansürü bunların samimiyetini kabul etsin.  

Yani Lübnanlı, ölüme daha yakın olan ülkesi için duyduğu korkuyu unutmalı. Aynı zamanda kendisi için de duyduğu korkuyu unutmalı.

Suriyeli bizzat direnişçilerin kendisine zulmettiğini ve devrimini unutmalı. Devrimini gerekli olmayan bir gereklilik olarak varsaymalı.

Filistinliler, özellikle de Gazzeliler, Hamas'ın kendilerini nasıl yönettiğini ve onları savaşa nasıl hazırladığını unutmalı.

İranlılar, Yemenliler ve Iraklılar, daha önce isyan ettikleri rejimlere ilişkin temel çekincelerini unutmalılar.

Pek çok Arap, İran nüfuzunun kendi ülkelerinde yayılmasını unutup görmezden gelmeli.

Kadınlar, bölgede gelişen İranlı radikal ve milisçi teorilerin kendilerini aşağıladığını, köleleştirdiğini ve korkuttuğunu unutmalılar.

Modern birey, bireyselliğinin ve modernliğinin, bugün tüm kusurları ve hatalarıyla acı hicivlere maruz kalan Batı kültürünün ürünü olduğunu unutmalı.

Yaşamı sevenler, ölümü yücelten duyguların ortaya çıkmasından duydukları korkuyu unutmalılar.

Dini olmayan gruplara mensup olanlar, her yönden yayılan bu dindarlığın tehlikelerini unutmalılar.

Savaş doktrininden farklı doktrinlerin insanları, kendilerini tehdit edebilecek kaygı verici akıbetleri unutmalı ve çekincelerini yutmalılar…
 


Gerçek şu ki, totaliter deneyimlerin ve eleştirmenlerin hakkında yazdıkları geniş literatürün bize öğrettiği gibi, bir ve tek olan her konu unutulmalı.

Dolayısıyla ona göre tarih sıfırdır ve tarihi yaratan, onu sıfır olmaktan kurtaran tek şey dava ve savaşıdır.

Üstelik bu eğilim, despotluk arzusunun yanı sıra, bildiklerini ve deneyimlediklerini hatırlamakta ısrar eden eleştirmenler ve muhaliflerle eski hesapları görme eğilimini de içeriyor.

Böylece hepimiz kim olduğumuzu, ne olduğumuzu ve ne olmayı arzuladığımızı unutmakta mutabık kalıyoruz ve bir abidin mabudunda  erimesi gibi, mutlu ve coşkulu bir şekilde Ebu Ubeyde'de erimeye yöneliyoruz.

Gerçek şu ki Gazze'ye sempati duymamız ve İsrail vahşetini kınamamız için bu bedelin mutlaka gerekli olduğu söylenemez.

Sempati ve kınama her şeyden önce insan olmamızdan, bugün Gazze'de olduğu gibi mazlumların, zulmedilenlerin acılarını umursamadığımızda insanlıktan yoksun olduğumuz gerçekliğinden kaynaklanıyor.

Ancak insanın insanlığında, soyutla sınırlı, tanım ve kesinlikten yoksun olmasından kaynaklanan ve ona tarihini, özel koşullarını ve anlamlarını unutturan, daha az tehlikeli olmayan başka bir eksiklik daha bulunuyor.

Eğer Gazze'ye destek vermeyen, başkalarının acısına ve ölümüne kayıtsız kalmış oluyorsa, desteğine çekince, eleştiri ve incelemenin eşlik etmediği kişi de, kendi ölümüne ve kendi acısına kayıtsız kalmış olur.

İsrail'in eylemlerinin ortaya koyduğu astronomik ölçüdeki şiddet ve zulmün, bizim "ya\ ya da" teorimize katkıda bulunan bir faktör ve ilham kaynağı olduğu haklı olarak söylenebilir.

Ancak bu teoriye göre askeri olsun ya da olmasın güvenilir bir zafere ulaşmak mümkün olmayacak.

Dahası böyle bir bilince dayanarak İsrail'e karşı önemli bir zafer elde etsek bile, önemli ölçüde bir despotluk ve gerilik bu zaferi bizimle paylaşacak ki  bizde  zaten bu ikisinden, despotluk ve gerilikten fazlasıyla var.

 

 

*Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Independent Türkçe'nin editöryal politikasını yansıtmayabilir. 

Independent Türkçe için çeviren: Beyan İshakoğlu

Şarku'l Avsat

DAHA FAZLA HABER OKU