Gündelik hayatın sosyolojisinde iyilik ve kötülük

Naman Bakaç Independent Türkçe için yazdı

İyilik ve kötülüğün boyu

İyilik ve kötülük melekeleri, tarih boyunca insanoğlunu yürüyüşünde hiçbir zaman yalnız bırakmadı.

Habil ve Kabil olayından mitolojik dönemdeki Yunan'a, sanayi toplumundan bilgi toplumuna oradan da evrildiğimiz söylenen Transhümanizm kesitine değin, iyilik boyu arpa boyu mesafe katetmişken, kötülüğün boyu ise ejderha gibi, hep iri ve boylu poslu oluverdi.

Yunan'daki ahlâk felsefecilerinden Ortaçağ'daki İslam felsefecilerine, Osmanlı'daki medrese hocalarından modern dönemdeki akademisyen felsefeciler de dâhil neredeyse tüm bu düşünürler, iyilik ve kötülük problemini kâh "kader", kâh "doğanın kanunu", kâh "insan iradesinin çıktısı", kâh "varlığın tözü" ekseninde tevile ve tahrife yeltendiler.

Kimi teviller tahrif iken, bu tahrifler süreç boyunca bireye, topluma, devlete, mülkiyete ve gündelik hayata çürüme olarak sirayet etti.

Çürümenin tek müsebbibi; söz, düşünce ve felsefe değil, insanın yapıp-eylemeleri de buna dâhil. Belki de insan olmasaydı, iyilik ve kötülükte olmazdı, denilebilir. 

Akif Emre'nin "Çürüme de umut da hep olacak" sözünde olduğu gibi, iyilik ve kötülükte hep olacak. Bu kesin.

Kesinliğin doğasındaki acımasızlık ve gerçeklik kadar bir başka acımasız ve gerçek olan ise, kötülüğün iyiliğe hep galebe çalıyor olması ya da çürümenin umuttan daha fazla ruhları ve zihinleri çiziklerle dolduruyor olması.

Daha da ürkütücü olanı ise, ruhları ve zihinleri çürüten bu çiziklerin, yani halin şuurunda olunmayışı.

Şuursuzluk hep var olagelmiştir lakin şeddesi modern dönemlerde olduğu kadar uzamış olduğu da görülmemiştir herhalde.  

Şeddesi uzun ve derin olan bu çürümenin çizikleri; devlette, mülkiyette, toplumda, bireyde görünürlüğü kadar gündelik hayatın akışı içinde de oldukça yer iştigal etmiştir.

Kötülüğün görünürleri envaı çeşit ve saymaya mürekkepler yetmez. Envaı çeşidin içinde bu topraklarda bu aralar en çok yeşeren ve boy atanlar ise "Ben de mahrum kalmayayım bundan", "Ben ve ailemde en iyisine layıktır", "Bizim ne eksiğimiz var onlardan" ,"Ben niye bundan almayayım", "İşim rahat olsun yeter bana".. şeklinde gündelik hayatta konuşmalara düşen biriciklik, konformizm, tüketim ve ben(cil)lik zaaflarıdır.

Ali Şeriati kendi yaşadığı dönem için "insanın dört zindanı" diye belirttiği; "doğa", "toplum", "tarih" ve "ben" olgularından şimdilik bir tek ben(lik) ile kesişiyor bu argüman.

Kimi metinlerde ve konuşmalarda bu olgulara, kimi sosyal bilimciler, ekonomistler ve ilahiyatçıların; put, mit ve kült de dedikleri vakidir.   

Bu putlar ve kültler sadece günümüz dünyasının türedisi olan motifler değiller. Dün de var oldular; üstelik farklı farklı araçlar üzerinden tahakküm ve tezahürleriyle.

Bugün de gündelik hayatın içinde varlar. Gelecekte de var olacaklar.

Karakteristik özellikleri Herakleitos'un "hem varlar hem yoklar"ına çıkmıyor maalesef.

Tarihte ve toplumlarda varlığı, inişli çıkışlı olmuştur bu iki olgunun. 


İyilik ve kötülüğün tezahürleri

Tezahürleriyle dün saraylarda, malikânelerde ve surlarla çevrili site şehirlerde kol gezerken günümüzde daha çok AVM'lerde göründüğü ileri sürülür bu kültler, putlar ve mitlerin.

Oysa bu koca bir yanılsamadan ibaret. Gündelik hayatın diğer mekânlarında da sıklıkla görüyoruz bu kötülük motiflerini.

İhalelerde, siyaset arenasında, dış politikanın mottosu denilen pragmatizminde değil salt bunlar, gündelik hayatın sosyolojisinde de berrak bir şekilde vardırlar ve de içimizde yaşıyorlar.

Çoğu zaman normal ve gerekli hatta vazgeçilmez olarak hayatlarını idame ettiriyorlar. Biricikliğin, konformizmin, tüketimin ve özellikle ben(cil)liğin yansımaları olarak.

Hastaneye giderken doktor seçiminde, çocuğumuzu okula verirken okul ve öğretmen tercihimizde, para, kredi, altın ve tahvil alımlarında en çok getirisi olanına yatırmalarımızda, konut alırken en gözde ve de en lüks olanını tercihimizde, oyuncak alırken en pahalı olanını eve götürmemizde, meslek seçiminde en rahat ve en çok maaş getirisi olanı tercih ettiğimizde, işyerinde görev alırken en kolay ve zorluksuz olana yöneldiğimizde, güzellik merkezlerine giderken en parıltılı olanına uğramamızda, kafe ve restoranlara giderken şehrin en şaşalı olanına kapan attığımızda, futbolda en ünlü ve en çok parayı veren takımı seçimimizde, cep telefonu alırken en son modelinden vazgeçmeyişimizde, tatile giderken en konforlu, en rahat, en lüks olanına uğradığımızda, giyim ve spor mağazalarına giderken en markalı ve havalı olanını… şeklinde uzayıp giden daha yüzlerce tezahürü olan pratikler.

Neden bu denli hep "en"leri seçiyoruz?

Bizi bu "en"lere, "en şatafatlı", "en lüks" ve "en gözde" olana iten şey ne?

Tarih boyunca da hep olagelmişse; bu bir kader mi, yoksa bir seçim mi?

Doğanın kanunu mu, yoksa gündelik hayatın akışında normal görülecek bir durum mu?

Şartların oluşturduğu bir gerçeklik mi? 

Fikri, fıkhî, dini, felsefi ve ahlaki öğretiler dünyası içinde bunlara cevap aranmış ve envai çeşit akımlar ve eğilimler peydah olmuştur.

Gündelik hayatın içinde tezahür edilen bu pratikler için "normaldır, doğaldır" deyip es geçilebilir belki.

Lakin es geçilemeyecek olanın, "bana", "eşime", "çocuğuma", "arkadaşıma", "örgütüme", "cemaatime", "sendikama", "partime"… tüm bunları olmazsa olmaz kıldığımızda, bireyde, toplumda ve hayatta oluşturduğu çürüme gerçekliğidir.

Çürümenin bu "en"lerle ve "vazgeçilmez" dediğimiz bu eğilimlerle daha bir katmerleşmesi acınası olduğu kadar düşündürücü.

Vazgeçilmez olanın, "İlla benim de olsun", "Benim ne eksiğim var onlardan", "Rahat bir işim olsun yeter ki".. çıkışının insanı sürükleyeceği yer biriciklik, konformizm ve benlik putudur, mitidir.

Dostoyevski'nin "Bu devir, hazıra konmak isteyen bir kuşağın devridir" sözü bugün için gündelik hayatta daha çok geçer akçe olmuştur.

Bu putlara ve mitlere sürüklenişi birey ve toplumlar, tarihi yasaların veya doğa kanunlarının bir sonucu olarak görürler.

Olumsuz bir tablo olarak addetmezler, üstelik kabullenmezler de.

Oysa bunlara sahip olmak için eylenen daha çok kazanma hırsı, bu hırsın elde edilmesi için çevrilen filmler, döndürülen entrikalar, girişilen kişilik çarpıklıkları, bu çarpıklıkla bürünen davranış ve şahsiyet bozuklukları, rakibinin veya aynı statüde bulunan arkadaşının önüne geçmek için saf dışı edilen ahlaki ve vicdanı tutumlar, ezmeler, pragmatik bagajlar, hesapçılık, "Ben de en iyisine layık değil miyim" duygusunun ittiği güç, bireyde ve toplumda çürümeyi ya da kötülüğün iyiliğe galebe çalmasını kaçınılmaz kılar.

Gündelik hayatta gözlemlediğimiz bu haller, insanların kötü olduğuna ve kötülerin arttığına dair sitemimizi, çoğunluk tarafından da artık insana dair umutların kaybedildiğine dair konuşmalara, yazmalara, dost meclislerinde bunu dillendirmeye itmektedir, maalesef.

Gelinen durumun sosyopsikolojisini sadece Filistin ve Ukrayna'da süren acımasız savaş, savaşa henüz dönüşmemiş Atlantik-Pasifik neo-soğuk savaşı veriyor değil.

Büyük fotoğrafın içinden çıkıp, gündelik hayatın minimalist pratiklerine bakıldığında büyük fotoğraftaki çürümenin, aslında dipten zaten gelmekte olduğunu ya da dipten gelen bu minimal pratiklerin büyük fotoğrafa yol açtığını kestirmek için kâhin olmaya gerek yok. 
 


İyiliği mi, kötülüğü mü besliyorsunuz?

Biz yine de kâhinlere değil de kendimize şu soruları sorarak, kötülüğün iyiliğe galebe çalmasını ya da çürümenin umudu bitirmesinin önüne geçmek için bir başlangıç yapabiliriz:

Biricikliğimiz, konformizmiz, tüketimimiz ve ben(cil)liğimiz için girmediğimiz kılıklar, eylemediğimiz entrikalar, hileler, yapmadığımız ezmeler ve çevirmediğimiz filmlerin yukarıda tasvir edilen tablonun oluşumunda hiç mi katkısı yok?

Eğer varsa bu katkıda 8 buçuk milyardan biri olarak benim dahlim nedir?

Dahlim var ise sorumluluğum beni neyi yapmaya itiyor?

Dahlim var ise eşim, çocuğum, arkadaşım, cemaatim, örgütüm, partim, sendikamın... bu dahildeki katkısını azaltmam için bir şeyler yapmalı mıyım?

Peki, buna bu cesaretim var mı?

Bu cesaretle yola çıkarsam, üstlenmem gereken sorumluluklarım neler?

Söylem ve eylemlerimle umudu mu yeşertiyorum, yoksa çürümeyi mi artırıyorum?

İyiliği mi besliyorum yoksa kötülüğü mü?

Tıpkı Kızılderili yaşlı bir reis ile torunu arasında geçen şu konuşmada olduğu gibi;

Siz, belki de hepimiz demek lazım, siyah köpek miyiz, yoksa beyaz köpek mi? 

Yaşlı Kızılderili reisi kulübesinin önünde torunu ile oturmuş, az ötede boğuşan iki köpeği birlikte izliyorlardı. Köpeklerden biri beyaz, diğeri ise siyahtı.

Çocuk, köpeklerin kulübeyi korumak için var olduğunu düşünmüştü. Oysa bir köpeğin bu iş için yeterli olacağını, öyleyse diğerine neden gerek olduğunu düşündü bir an.

Hem neden köpeklerin renklerinin illa siyah ve beyaz olduğu sorusu da kafasına takılıyordu. Merakını gidermek için aklındaki soruları dedesine sordu.

Yaşlı reis:, "Onlar benim için iki simgedir evlat. Birisi iyiliğin, diğeri ise kötülüğün simgesi. Aynen şu gördüğün köpekler gibi, iyilik ve kötülük de içimizde sürekli mücadele edip durur" diye cevapladı.

Çocuk dedesinin bu açıklaması üzerine merakla bir soru daha sordu:

Peki, sence hangisi kazanır bu mücadeleyi?

Bilge reis derin bir gülümsemeyle baktı torununa ve şöyle cevap verdi:

Hangisi mi evlat? Ben hangisini daha iyi beslersem, o.

 

 

*Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Independent Türkçe'nin editöryal politikasını yansıtmayabilir. 

© The Independentturkish

DAHA FAZLA HABER OKU