Osmanlı'da dilenciler ve gördükleri muamele

Payitaht olan İstanbul'da dilenci taifesi iki gruba ayrılırdı.

Birinci gruptaki dilenciler İstanbul'da devamlı dilencilik hakkına sahip kişilerdi.

Bunların sayıları belirli bir rakamda tutulur ve İstanbul halkı için bir rahatsızlık sebebi olmalarına izin verilmezdi.

Öyle ki dilenciler kendilerine resmi olmayan bir lonca kurup kurallara bağlı bir şekilde dilenirlerdi.

Eğer ki bir kişi gerekli müsaadeleri almadan, mesela Eyüp gibi önemli bir mevkide dilenirse onun hakkından evvela güçlü bir kurumsallaşmaya sahip yerleşik dilenciler gelirdi.

Dilenciler gedik adını verdikleri bölgeleri korumak konusunda son derece dikkatliydi. 
 

 

Öte taraftan muharrem ve ramazan ayları İstanbul'da dilenciler açısından bereket aylarıydı.

Bilhassa ramazan ayında bölge taksimatlarının yapılması ve aynı dilencilerin birden fazla pay almalarını engellemek için dilenci pirleri 'kâhyalar' adaleti sağlardı.

Kâhyalar, dilenciliğe uzun yıllarını vermiş ve diğer dilenciler arasında saygı gören kişiler arasından seçilirdi. 

Kâhyaların bir diğer önemli görevi, özellikle ramazan aylarında İstanbul dışından girişlerine izin verilen dilencilerin kontrolünü sağlamak ve Ramazan Bayramı sonrası İstanbul'dan çıkışlarını garantilemekti.

Elbette bunların hiçbirisi resmi bir görev değildi ama zamanla yerleşmiş bu gelenek resmi kurumlarca da itibar görür hale gelmişti. 

Kâhyalar gezici dilenciler içerisinde bilhassa Çingenelerin gelişine sıcak bakardı.

Çünkü Çingeneler sürekli ikamet etmezler ve çoğunlukla ramazan sonrası onları İstanbul'dan göndermek daha kolay olurdu. 

Lakin ramazan ayının bereketi İstanbul'u kısa sürede dilenciler için cazibe merkezi haline getirirdi.

Rumeli ve Anadolu'dan envaı çeşit dilenci soluğu İstanbul'da almaya başlardı.

Bu durumdan son derece rahatsız olan Ali Rıza Bey, durumu nükteli bir biçimde şöyle eleştirecekti:

Bir takım da, mübarek Ramazan ayının sadaka bolluğundan faydalanmak üzere, İstanbul'da toplanıp biriken şahıslar vardı. Bu zümrenin çoğu taşradan yeni gelen çiçeği burundalardan olmayıp, sair günlerde Üsküdar ateş kayıklarında ve mavnalarda aylakçılık eden veya sokaklarda elinde kalbur, sırtında kara kıldan yapılma bir heybe olduğu halde kuru üzümle karışık leblebi satan heriflerdi.

Bunlar, Bitpazarından birkaç kuruşla şal eskisi alır sarık ve çarşaf bozuntusu bir cübbe edinerek dilenir gezerlerdi.

Bir kısım da taşradan gelen, doğru dürüst dili dönmediği halde düzensiz bazı kaside beyitleri ezberleyen yontulmamış dangalaklardı.

Bunlar bazen kendi aralarında birleşip ve daimi dilencilerle de toplaşarak büyük bir kumpanya şeklini alır, işte o zaman İstanbul sokakları çıplak ve iğrenç, sırnaşık, mütecaviz dilencilerden geçilemez bir hale gelirdi.

Bir takımı da teravih namazından sonra kalabalık kahvelere girip selam vererek ilahi okur ve hikâyeler anlatırlardı.

Bir kısmı ise camilerde namaz kılmakta olanların önlerine (mekânın cennet ola) ibaresi yazılı beyit şeklinde küçük kâğıtları bir baştan bırakıp öteki baştan toplarlardı.

Diğer bir grup, cami avlularında birleşip derviş Yunus'un şu kadar yüz yıllık ilahisini hep bir ağızdan, lakin galiz seslerle okurlar ve birçokları da halk camiden çıkarken cami kapılarında dizilip dilenirlerdi.


Akşamlan iftar maksadıyla konakları dolaşır, pervasızca Sofralara çökerler ve sonra da (diş kirası) namıyla para isterlerdi.

İstanbul dilencilerinin bu yakışıksız hareketleri sonradan hükumetçe göz önüne alınarak hususi bir (Darülaceze) tesis edilmişti. Ama ne var ki, son zamanlarda yine türeyip ürediler.


Ali Rıza Bey'in de yakındığı üzere dilenci gedikleri bozulmuş, Osmanlı İmparatorluğu geriledikçe sınırları içerisinde kontrolsüz bir dilenci güruhu meydana gelmişti.

Zamanla ramazan sofralarında her vakit bir tabak ve diş kirası ayrılan dilenci taifesi İstanbullular için mütecaviz ve korkulur bir güruh halini almıştı. 
 

 

Kafkaslardan ve Balkanlardan yaşanan göçler ise dilenciliğin de insicamını bozacaktı.

Kısa sürede tezkiresiz ve kefilsiz dilenciler adeta İstanbul'u esir alacaktı.

Eyüp gibi İstanbul'un manevi ilçeleri adeta dilencilerin tekiline girmişti. 

Hükümet çare olarak yakaladığı dilenciyi İstanbul'dan göndermekte buldu ama dilencilik meselesi asıl zıvanadan çıkacağı yer Mekke ve Medine'ydi.

İstanbul, Şam, Kahire ve Bağdat gibi yerlerden binlerce dilenci akın akın kutsal beldelere hücum ediyordu.

Bu durum hem güvenlik hem de manevi huzursuzluk yaratacaktı.

Hükümet derhal harekete geçmiş ve kutsal beldelere girişte men-i mürur yani bir çeşit pasaport sistemi uygulayarak dilenme potansiyeli olan kimseyi kutsal beldelere almamıştı.

Dilenciler konusunda en hassas padişah Sultan Abdulhamid idi.
 

darülaceze.jpg
Darülaceze;  1895 yılında Sultan II. Abdülhamid'in fermanı üzerine Okmeydanı'nda 27 bin metrekarelik bir alan üzerine kurulmuş bir hayır kurumu 

 

Abdulhamid, Darülaceze'yi kurarak bu soruna yapısal bir çözüm üretmeye çalıştı.

Aciz bir kişinin dilenmesi halinde Darülaceze'ye zorunlu olarak götürüldüğü biliniyor.

Kısmen çözülen dilencilik sorunu Balkan Savaşları ve Cihan Harbi ile yeniden İstanbul'u esir alacaktı.

Bilhassa İstanbul'un iİşgal günlerinde Çanakkale cephesi gazilerinin bir kısmı sahipsizlikten İstanbul'da dilenerek hayatta kaldıklarını dönemin seyahatnamelerinde görüyoruz.

 

 

*Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Independent Türkçe'nin editöryal politikasını yansıtmayabilir. 

© The Independentturkish

DAHA FAZLA HABER OKU