Kuru otlar ve taşra

Ümit Aktaş Independent Türkçe için yazdı

Görsel, "Kuru Otlar Üstüne" filminden alınmıştır

Kuru Otlar Üstüne "taşra"ya, taşralaşmaya dair bir uç mekânda, karmaşık çatışmaların yaşandığı bir köy okulunda yoğunlaşsa da bu mekân şehre, oradan Türkiye'ye ve hatta Doğu-Batı çatışmasına dek yayılabilir.

Küresel sistemin baskıladığı bir halkın içerisine düştüğü ve sorunlarını çözemez bir hale gelerek cari dünyanın kıyılarına doğru itildiği bir bocalama hali, insanları da kapandıkları nişlerde bir boğuntuya doğru sürükler.

Tutunacak umudu üretemeyen bir bunalım, geride tepkisel ve sinik bir ayakta kalma güdüsünden başka bir şey bırakmaz.

Kıstırıldıkları bu köşe, artık kaçamadıkları, kimi hayallerle beslense de bunun da bir çare olamadığının bilinciyle olağan dünyaları çığırından çıkaran bir mahkûmiyet gibidir ve orada ancak birbirlerinin hayatlarını kemirerek, hayallerini çalarak ayakta kalmaya çalışırlar. 

Ardı ardınca uğradığı saldırılarla ve baskılarla giderek daha da madunlaştırılan, dünyanın kıyısına doğru itilen, insan olma şartlarından uzaklaştırılarak pes etmeye zorlanan Filistin halkının durumu da bir tür taşralaş(tır)ma mevzusu değil midir?

Sömürgeciliğin sürmekte olduğunu alenileştiren bu kriz noktaları, baskılanan İslam dünyası kadar, araçsallaştırılan Yahudileri de İsrail aracılığıyla madunlaştırmakta ve her iki toplum da giderek bu taşralaşma girdabında boğulmaktadır.

Sömürgecilik tarafından ihdas edilen bu yeni strateji, yerel halkların direncini püskürtmeyi imal edilmiş yerli güçlere bırakarak, emperyal müdahaleleri bir kriz yönetiminin bahanesi haline getirmektedir.   

Hatta başladığı noktadan tam aksi bir yöne evrilen, geride olumlu hiçbir tortulanış bırakmayan Arap Baharı ya da çözüm süreci de bir tür taşralılığın, eline geçen her türlü fırsatı ve değeri harcayan nobran bir kıymet bilmezlik tarafından heba edilmiş hayallerin hüzünlü birer öyküsü değil midir?

Sorunların çözümünü silahlı çatışmalara havale eden bu insanca bir konuşmayı, paylaşmayı, müzakereyi, anlaşmayı ve krizleri aşmayı bilememe halleri tipik taşralılık zaafları değil midir? 

fazla oku

Bu bölüm, konuyla ilgili referans noktalarını içerir. (Related Nodes field)

Cumhuriyet de bir açıdan köylere kapatılmış bir halkı buradan medeniliğe doğru taşımaya çalışsa da bu konuda belli bir açıklığa ve uzlaşmaya varamadığı için geride yarım yamalak hikâyeler bıraktı.

Taşranın mukimleri olan köylüler, şehirlerde sadece ucuz işgücü haline geldiler ve ardından fatihler gibi döndükleri köylerine götürdükleri de yine o üzerine bir cila çekilmiş ve daha da yozlaştırılmış taşralılıktan başka bir şey değildi.

Esasında ise taşra(lılık), doğrudan köyle ve şehirle ilgisi olmayan bir ruh hali, bir tür ruhsal daralmışlıktır.

Öyle ki bu daralmışlıktaki durağanlık, bir türlü kendisini ifade edememe ve açığa vuramama, her şeye sinmiş bir sakınganlık ve sıkıntı, bu daralmışlıktan çıkamama hali, söylemler kadar yüzlere de yansır ve davranışları sakınımlı kılar. İnsani ilişkiler klişe sözcükler ve tavırlarla sınırlanır.

Bunu aşabilmenin yolu içki sofraları olsa da, orada da muhabbet ancak öfke patlamaları ve kavgalarla sürdürülür.

Öyle ki bu artık "umut etmenin yorgunluğu"nun bile hissedilmediği bir lakaydinin çürüttüğü hayatlardır.

Kışın şiddeti, hayatın gözeneklerine dek sinmiş ve yegâne olağan bir ilişki biçimi haline gelmiş olan gündelik şiddet gibi her şeyi bürür, susturur ve tanınmaz kılar.

Sinik ve sakınımlıdır insanlar bu olağan şiddet karşısında ve ancak tepkilerle kendilerini gösterirler.

Bireysel duygular ve tutkular bastırılır ve gizlenir. Belki zayıf bir gerçekleşme umudu vardır gizli saklı hayallerin ve o da talihin kapıyı çalmasını bekler.

İstisnai bir biçimde kamusal alana dahil olan kadınların ötesindeki toplum eril bir yüze (öfke ve sertlik) ve dile (argo ve otoriterlik) sahiptir.

Dolayısıyla da duygular ve tutkular kadar kamusallık da bu erillik tarafından belirlenmekte ve bu zımni benimseyişin dışındaki söylemler, tâbi olunan bir kıstırılmışlıkla müraileşen bir denge tarafından içeride tutulmaktadır.

Tıpkı kar gibi her şeyi örten bu sessizliğin arasında parıldayan o kısacık güneşler ve patlayan çiçekler gibi beliren bastırılmış duyguların nasıl ifade edileceği ise bir türlü bilinemez.

Susmaktır belki en iyi çare veya yüzünü, bakışlarını ötelere, kar tipilerinin gizlediği ötelerdeki bir kurtuluşa çevirmektir ki bu Şehir (İstanbul) olabileceği gibi Dağ (gerilla) da olabilir. 

Her ne kadar askerler gözükse, gerillaya dair söylemler ortalıkta dolaşsa ve hatta çatışma sesleri gelse de bunlar dış sınırları değil, iç sınırları, parçalanmışlıkları ve çatışmanın adeta bir oyun haline geldiği bir içli dışlılığı da imler.

Kayıplar ortalıkta bir gölge gibi dolaşmakta ve muhabbet meclislerinin görünmeyen müdavimleri olmaktadırlar.

Devletle örgüt arasındaki geçişkenlikler bir çelişki ya da geçicilik olmayıp adeta olağan hayatın bir parçasıdır; bilinç ile bilinçdışı ya da benlik kurgusu ile ötekilik gibi.

Filmin mekânı bir Kürt köyü olsa da orada filmde bolca geçen Türkçe küfürler gibi kazara da olsa ağızdan kaçırılmış hiçbir Kürtçe lafız duyulmaz.

Kürtlüğe ve Aleviliğe dair imalar oldukça dolaylıdır ve bu içselleştirilmiş bir madunluğun işaretidir. Tıpkı bunun gibi dine dair de bir bahis yoktur.

Sözgelimi bir Alevi dedesi, bir imam veya karakterlere dağıtılmış olan kültürel çeşitliliğe saçılmış bir dindarlık.

Bunlar arkalarında soluk izler bıraksalar da adeta hayattan uzaklaşmıştır. Görünürlükleri yapay ve yok mesabesindedir.

Ücra bir köy okulunda, kıstırıldıkları bu bungunluğun ve bir türlü bitmek bilmeyen kışın sonrasında baharın yüzünü gösterdiği o kısacık ama şiddetli güzellik gibi beliren öğrencisi Sevim'in yüzünde, Samet'i bu taşradan/taşralılaşmaktan çekip çıkaran bir hayal belirse de o da sıçranılamayan bir aşkınlık olarak heba edilir.
 

 

Geride kalan kösnül bir günü kurtarma ve sinik zaferlerle oyalanma çabasıdır. Tam da o sırada karşısına çıkan, devrimci mücadelesinde ayağını kaybederek taşraya dönen Nuray da kendine özgü bilgeliğine rağmen yine o sıçramayı sağlayamaz.

Alınan dersler hoyratça harcanır ve adsız köylüler gibi hayata eklenen birer fotoğraf karesi olarak unutulur gider.

Ne var ki bu taşralı fırsatçılıklar, karın örttüğü izler gibi geride gün olup hatırlanacak yaralar bırakarak unutulmuşluğa bırakılan çiğnenmiş umutlardır. 

Taşralılığı aşmaya çalışan yegâne sıçrama biçimi dostluk ya da aşktır belki ama o da taşraya sıkışmış bir ruhun haraplığında sadece bir kurtuluş ideolojisinin naifliğindedir.

Bitmek bilmeyen o dördüncü yılın kışındaki yegâne bahar Sevim'in o çocuk yüreğindeki masumiyetin yansıdığı simasındaki beklenmedik olgunluk ve safiyettir.

Bunun anlamını ve değerini bilemeyen öğretmeni Samet açısından mesele ise ne yapıp edip taşranın kuru otlarına karışıp, yitip gitmemektir.

Ama kendisini bu kıstırılmışlıktan kurtarmaya çalışırken o denli hoyrat, zaman zaman çevresine yansıttığı entelektüelliğine karşı o denli zalimdir ki, devrimci geçmişini diri tutmaya çalışan Nuray'ın jestini bile heba eder ve adeta her şeyden bihaber cahil bir simaya dönüşür.

Nuray'a safiyane bir ilgi duyan arkadaşı Kenan'ın yüreğindeki arılık kadar Nuray'ın ideolojik kavgaların çemberinden geçmiş ama artık içine çekilmiş bilgeliği karşısında Samet, buraya, "taşra"ya ait olmasa da, burada yaşamayı seçmiş ve aslında da oralı olan karakterler karşısında taşralılığın, dahası kendisini kurtarmak için dünyayı yaksa umursamayan hasetçiliğin en bariz misalidir.  
 

 

Nihilizm belki de daha en başından taşralılıkla ideolojik yorgunluğu birleştiren bir resim gibi yerleşir sahneye. Samet'in fırsatçılığı, güvenilemezliği, iyilikle boş vermişlik arasındaki gelgitleri, sıradanlaşmışlığa karşı direnişindeki kinik tavırları, o hantal duruşunun ardında gizlediği düşünsel gerilimleri, farklı uğraklardan geçmiş bir maceranın gelip de tıkandığı, kendisi kadar aşinası olduğu toplumu bir türlü aşamayışı işgal eder bu sahneyi.

Kaldı ki, aşsa ne olacaktır? Nasıl bir umut, bir hayal kalacaktır geriye? Her şey anlık ve bir kullanımlıktır. Bir zamanlar uğraştığı resimler sadece bakılmak, ideolojilerse takılmak içindir.

Üstüne üstlük tüm hayatı şiddeti altında donduran kış, bir karabasan gibi basar insanların üstüne ve tüm sair sorunları fantezileştirir. İnsanlar orada, baharın kısacık güneşinin gülümseyişindeki gibi bir göz açıp kapayıncaya dek yeşerip solan, umursuzca ezilip geçilecek, geride bırakılacak, onun geleceğinde hiçbir tortusu kalmayacak kuru otlardan ibarettir. 

Orayla, oradaki hayatın gerçekliğiyle hiçbir bağı olmayan, yaşadığı hayatın, ânın ötesine inanmayan, geleceğe dair bir umudu da bulunmayan bakışları, fotoğrafları karıştırır gibi yorgunlukla dolaşır ortalıkta.

Derinliksiz, yüzeysel bir hayattır yaşadığı ve sadece fanteziler, gelgeç ve anlık ilişkiler vardır ve bunlar kendisini taşranın cehenneminden kurtaran esintilerdir.

Tüm ihtişamıyla ufukta görünüp kaybolan bir manzara olarak dağ, uzak bir siluetten ibarettir. Tıpkı baharın ansızın gelip geçen ve geride sadece kurumuş otlar bırakan o elde tutulamazlığı, hayatın içine sokulamazlığı; tıpkı insanların başlarının üzerinde dalgalanan imkânsız bir aşk ya da hayaller gibi.

Umursuzca çiğnediği o otlarla birlikte kendisinin de kuruduğunun ise farkına varmamakta, varsa da aldırmamaktadır.

O saldırgan ve çürütücü nihilizmi ancak başkalarının hayallerini, umutlarını çaldıkça hayat bulur; kendisinde kuruyan yaşam pınarını onlardan soğurur. 

Bu ise kelimenin tam anlamıyla bir birey(ci)lik de değil, sadece kendisini ısrarla dışarıda tutma çabasıdır; nasılsa içine düştüğü hayatın dokusunun üstüne bulaş(tırıl)mamasına dair bencilce bir korkaklıktır.

Esasında ise korunmaya değer bir şey de kalmış değildir. Karşısında bir duvar gibi yükselen de etrafındaki o kamusal yüzlerden ziyade atama kararını kendisine lütfedecek ve onu taşradan çekip çıkaracak olan ve bir türlü karşılaşmak, hesaplaşmak istemediği devlet'tir.
 


Taşralaşma korkusu buradan kurtulmaya dair imalar yaratsa da gidilecek yere dair bariz bir umut da söz konusu değildir.

Taşra kimi zaman bir yabanıllık, bir canavar, öteki, hatta gurbet olarak peyda olur. Bu görüntüyü silen ışımalar oldukça cılız ve gelgeç, dayanıksız ve hatta ürkünçtür.

Bürokrasi, dağ, öteki…(ler) tıpkı Sartre'ın "başkası cehennemdir" deyişindeki gibi, sakınılması, uzak durulması gereken korkulardır.

O zaman geriye kalan ilişkilerin kaypaklığına tutunmaksızın sürdürülecek bir "ânı yaşa" söylemi, herkesin kendi yalnızlığının azabını çektiği bir sakınımlılıktır.

Taşra ile hesaplaşmak ya da yüzleşmek için neden illa da coğrafi bir uzaklık, bir sınır seçilir ki? Umulan belki çeşitli taşralaşma biçimlerini yoğunlaştıran bir sahne yaratmaktır.

Oysa taşra artık içimizde, merkezde, ruhumuzda ve benliğimize sirayet etmiş durumda. Plazaların ya da devasa şirketlerin biçimsel ihtişamlarının ardında da aynı taşralılık ruhu dolaşmakta değil midir?

Nuri Bilge Ceylan'ın seçtiği mekânda belki yurt(lanma) kavramı uçlaşır ve taşrayı hem sosyolojik hem de coğrafi olarak en sınıra taşır ve orada yüzleştirir bizi hem psikolojik bungunluğumuz hem de sosyolojik savrukluğumuz ve dağınıklığımızla.

Ki orada artık aranılan, eksikliği hissedilen bir dost ya da huzur değildir. Sıkışılan ya da savrulunan o uç durumdan kurtulmak için atılan ve geride hiçbir iz bırakmayan adımlardır.

Anlık davranışlar ve edimler ânı kurtarmak, vasatlaşma ve sıradanlaşmayı umursamaksızın işin içinden sıyrılma taktiklerinden ibarettir.

İşte orada geçmişin o köylü yabanıllığı ile günümüzün kapitalist barbarlığı, demokratik kifayetsizlik ile Kürt sorunu, farklılıklarla uzlaşı kadar kadınlara bakışın da bir türlü giderilemeyen o eril hoyratlığı, ihtiras ile boş vermişlik kesişerek ortaya yoz bir modernleşme görüntüsü çıkarır ve en ücra, en taşra yerimiz bile bundan müstesna kalma, kalabilme kabiliyetini yitirir. Artık hiç kimse masum ve masun değildir çünkü.

Ya bu sürüklenmeye teslim olacak ya da derme çatma da olsa üretebildiği bir olumlulukta, kendine özgü bir sahicilikte direnecektir.

Gerçi muhtemel bir direnişe dair emareler, ihtimaller de yoktur. Sevgi araçsallaştırılmış, din siyasallaşmış, silahlı mücadele ise bir "dağ"a kaçış biçimi haline gelmiştir. Vasatlaşma hayatın her alanına yayılarak tüm kesimleri çürütmektedir. 
 

 

Bu hikâye, Anadolu'daki yurtlanma çabamız kadar eskidir gerçi. Yunus da taşradan gelmiştir ama dergâhtaki macerası sonrasında zalim beyler kadar taşranın yabanıl yüzüyle de hesaplaşır.

Kuşkusuz ki baş meselesi Tanrıya yoldaş olmak kadar, yâd ile bilişmektir. Şiirinin felsefi derinliği ve dili, işte bu süreçteki macerasını dillendirir.

Buğday (köylülük) yerine nefesi (bilgeliği) kabulle başlayan bu macerada, taşralılıktan uzaklaşsa da taşradan uzaklaşmaz. Yüzü kara buduna dönüktür ve ona rahmet yerden yağar.

Kuru otları yeşerten, kara yüzleri ağartan, o rahmettir işte. Savaşın değil barışın, beylerin değil yoksulların yanındadır.

Çağının gerçekliğiyle yüzleşirken geleceğin dilini, Anadolu halkının dirliğiyle birlikte ilmek ilmek gönül dergâhında dokur.

Geleceğe bakmaktadır çünkü ve buna dair bir umudu hayata geçirme peşindedir. Orada içeriden gelen bir coşku, Anadolu'nun dağınıklığını toparlama iştiyakı ve heyecanı içerisindedir.

Yunus bu arzuyu görür ve dillendirir. O arzuya bir ruh katarak onu yabanıllığından arıtmaya çalışır.

Can içinde dostu bulan ayrık yerde ne istesin
Anı taşra soranların ömrü geçti perakende.

 

Ere irdim erde buldum maksudum
Bulamadım taşradan sormak ile.

 

Kalır taşra bu şardan aklı maiş
Bakar bu yola aklı cüzi bakış.


Yunusca bir bakışı ve yaklaşımı olmayan günümüzün taşralaşmadan kurtulma çabası, cehaletini giderecek bir dili ve barbarlığından kurtulacağı bir duyarlılığı ve arzuyu yakalayamaz.

Kemalist ve İslamcı kuşakların hissiyatları ve arzuları, özgün ve kurtarıcı ivmeler haline gelemedikleri rövanşist fırsatçılıklarda boğulur.

Belki de kapitalizmin biçimsel modernliği buna fırsat vermeyecek denli baskındır ve bu çabaları da kendi stratejilerine araçsallaştırır.

Bu ne Moğol vahşeti ne de Bizans'ın çöküşe özgü zulmüyle kıyaslanabilir bir barbarlıktadır çünkü. Muhataplar ise bunu anlayabilecek bir irfandan ve duyarlılıktan yoksundur.

 

 

*Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Independent Türkçe'nin editöryal politikasını yansıtmayabilir. 

© The Independentturkish

DAHA FAZLA HABER OKU