Bir Türk Ailesinin Öyküsü: Osmanlı son dönem, Türkiye ilk dönem hikayesi

Rıfat Özcan Independent Türkçe için yazdı

Kolaj: Independent Türkçe

Bu anlatılan hepimizin hikayesidir. Bir ailenin değil, tüm imparatorluğun öyküsüdür.

İsmail Coşkun
 

Kaybedilmiş sevgilerin acısını dile getiren, kederli ve olağanüstü güzellikte bir öykü; 20'nci yüzyılın en muhteşem anılarından biri…

The Independent
 


Birinci Dünya Savaşı ile zenginlikten yoksulluğa itilen bir ailenin yürek parçalayan öyküsü…

The Guardian
 

1.JPG
(Ayakta soldan sağa) İrfan, Muazzez, Mehmet; (soldan sağa) Anne Şevkiye Hanım ve babaanne

 

II. Meşrutiyet ile başlayan bu hikâye iki dünya savaşını, büyük bir imparatorluğun çöküşünü ve yeni bir rejimin yani cumhuriyetin kuruluşuna şahitlik etti.

Bugün baktığımız zaman klasik bir seküler aile olarak tanımlayabileceğimiz, güçlü, görkemli ve zengin bir durumdan savaş ile beraber hızlı bir şekilde değişen trajik diyebileceğimiz bir hayata dönüşün hikayesi.


O kadar ki kitabı okurken birçok yaşanmışlık duygularınıza hitap edecek, durup hüzünleneceğiniz anlar olacaktır.

0000000287638-1.jpg

"Bir Türk Ailesinin Öyküsü" adlı eserde İrfan Orga kendi ailesinin hikayesini İngilizce olarak kaleme alır ve 1950'de İngiltere'de bunu bir roman olarak yayınlar.

İrfan Orga'nın doğumundan 86 yıl, kitabının çıkışından ise 44 yıl sonra kitap Türkçeye çevrilir.

Kitap, Amerika ve İngiltere'de Osmanlı'nın gündelik yaşamı çerçevesinde hala okutulmakta ve çıktığı yıllardan beri önemsenmiş bir eserdir. İrfan Orga yurt dışında Türkiye'den daha fazla tanınmaktadır.

İlgili kitaptan, Osmanlı gündelik yaşamına dair birçok şey öğrenmekle beraber, daha önce birçoğumuzun belki de duymadığı Mahmut Bey çarşısının işgal yıllarında İngiliz savaş uçaklarınca bombalanmasını da burada öğreniriz.

Öncelikle kitapta yer alan karakterleri tanıyalım:

Anne: Şevkiye Hanım
Baba: Hüsnü Bey
Amca ve Eşi: Ahmet ve Ayşe
Oğullar: İrfan ve Mehmet
Kız kardeş: Muazzez
Büyükbaba ve Büyükanne

Her ne kadar İrfan Orga bu kitapta kendi otobiyografisini yazıyor olsa da kitabın baş kahramanları annesi Şevkiye Hanım ve onun kayınvalidesidir.

Onların yaşadığı dramları, acılarını, çelişkilerilerini, iktidar mücadelelerini ve düştükleri durumları kabullenememelerini anlatan bir kitap. Kitabın büyük kısmı bunları kapsamaktadır.
 

2.JPG
İrfan Orga

 

İrfan Orga, II. Meşrutiyet'ten birkaç ay sonra 31 Ekim 1908'de Sultanahmet'in arka taraflarında deniz manzaralı bir evde dünyaya geldi, doğduğunda annesi 15, babası ise 20 yaşındaydı.

Büyük bir konakta, geniş bir aile ve birçok hizmetçi bir arada yaşıyordu. Her gün tekrarlanan kalabalık kahvaltılar, akşam yemekleri ve ev uğraşları ailenin rutiniydi.

Güleç ve zarif bir annesi, sevimli bir babası ve despot büyükanne evin en önemli figürleri arasında yer alıyordu.

İrfan Orga'nın babasının da Kapalıçarşı'da bir dükkânı vardı. Büyükbabasını kaybettiği zaman ise İrfan daha 5 yaşındaydı.

Aile yılın üç ayını Sarıyer'de sayfiyede geçiriyor ve bu da genelde yaz aylarında oluyordu. 1914'te yılında İrfan Orga 6 yaşında iken sünnet olmuş bu yüzden de sayfiyeye geç gitmişlerdi.

Ayrıca o yıl savaş yılıydı. Ailesini korumak isteyen baba ve amca hem işi hem konağı elden çıkarmak istediler çünkü savaş durumunda kendilerinin askere alınma ihtimali vardı ve ailede evin işlerini yürütecek kimse de yoktu.
 

3.jpg
Enver Paşa

 

6 yaşında olan İrfan da o zamanlarda savaş sözcüğünü daha fazla duyar ara ara konuşmalara da kulak misafiri olurdu.

Amcası ise savaşa girilmesi durumunda imparatorluğun çökeceğinden ve Enver Paşa'nın ihtirasından dem vururdu.

Enver Paşa için "Birisi adını tarihe geçirmek hevesindeyse göze almayacağı şey yoktur" diyordu ve artık savaş çanları çalıyordu.

Bu telaşlı günlerde önce mahalle mektebine verilen İrfan, oradaki hocasının sertliğinden dolayı okuldan alındı, bir Fransız okuluna kaydı yapıldı.

Bugünlerde babası pazardan eve bol bol erzak ve malzemeyle gelir, savaşa girilebileceğini ve Enver ve Talat Paşaların Almanların tarafını tuttuğunu söylerdi.

Baba, savaş için beni askere almadan sizin için elimden gelen her şeyi yapmalıyım der ve günlerce süren eve erzak taşıma işlemine devam eder.

Bu arada evleri için iyi bir teklif alan babası evi sattı ve aile daha küçük bir eve taşınfı. Tabii bu süreçte İrfan artık ayrı bir odası olmadığından yakııyordu. Ama zamanla ailesi ile beraber o da yeni eve alışır bir nevi alışmak zorunda kaldı.

Savaş çanları çalarken erkekler askere alınmaya başlanır. Siyasi gündem artık herkesin gündelik dilinde yer edinir.

Barışçıl bir adam olan baba Hüsnü Bey, ittihatçı paşaların hırsından, padişahın beceriksizliğinden ve ülkenin savaşa hazır olmadığından haberdardı ve ona göre memleket Alman çizmesi altındaydı.

İrfan bir gün okuldayken herkesin müzik odasına toplanması için anons yapılır ve İrfan, Fransız okul müdürünün kırık Türkçesi ile savaşın başladığını öğrenir.

Memleketiniz Fransa'ya savaş ilan etmiştir. Okulumuz da Fransız okuludur. Bu yüzden okulumuzu süresiz kapatma kararı aldık. Evinize gidebilirsiniz. Allah yardımcınız olsun.


Ailenin yavaş yavaş zorluğunu yaşadığını hayat, savaşın başlaması ile birlikte şiddetini artırmaya devam ediyordu.

Aile, komşuları Sabri Bey ve ailesini davet ettikleri bir akşam yemeği esnasında davul seslerini duyarlar.

Bayram değil seyran değil neden olduğunu merak ederken, 1880–1885 arası doğanların 48 saat içinde askere çağrıldığını işitirler.

Komşuları Sabri Bey ve İrfan'ın amcası Ahmet Bey 85 doğumluydu. Baba bu seferlik çağrılmamıştı ama çok geç olmayan bir tarihte onu da çağıracaklarını biliyordu, ona göre hazırlığını yapıyordu.

Eşi de bu esnada ona askerlik için bir torba diker. İrfan bu durumu kitapta şu vurucu cümlelerle anlatır:

Sanırım, onu dikerken annem, kendi kalbini de içine koydu, çünkü babam aramızdan ayrıldıktan sonra onun bir kalp taşıdığını gösteren bütün izler kalkmıştı ortada.


Savaşa giden askerlerin evlerinin önünde davullar çalınarak uğurlanırlar. Ülkeye ve eve bir hüzün çökmüştür. İrfan bugünler için "nedenli nedensiz herkes öyle sık ağlardı ki" diye anlatır.
 

4.JPG
Şevkiye Hanım ve Oğlu Mehmet

 

Zaman gelir çatar ve baba da askere alınır, ev düzeni değişir, anne daha pratik ve hızlı kararlar alan bir kadına dönüşür.

Trenden elveda diyen babaya hayır elveda değil Hüsnü Bey diyen anne bunun onu son gördüğü an olduğunu da bilmiyordur.

Baba askerdeyken de babaanne kendisine talip olan zengin bir Bey ile evlenmeye karar verir ve evlendikten sonra da evden ayrılır.

Bundan sonra büyükanne, kocası ile ve İrfan'ın annesi Şevkiye Hanım ile de sorunlar yaşar.

Babasız geçen ilk bayram ve ilk ramazan gelir. Büyükbaba var iken tutulan oruç ve kılınan namaz terkedilmiştir.

Bütün bu olanlar üzerine bir de mahallede çıkan yangında evleri yanmış ve canlarını son anda kurtarabilmişlerdi. Babasından kalan para ve mücevherlerde gitmişti.

Annesi yangını izlerken ağlamaklı şekilde İrfan'a dönerek, "Her şeyi kaybettik. Anlıyor musun, her şeyi" diyordu.

Bu onlar için eski şaşalı günlere kesin bir elvedaydı. Yanlarında çalışan İnci ve Feride'yi göndermek zorunda kalmışlar ve artık bir süre babaannenin evinde kalmaları gerekiyordu.

Geriye kocasız, evsiz, parasız ve üç çocuğuyla kalmış bir anne vardır ve bunların hiçbirini daha önce hayatında deneyimlemediği için çok kısa sürede hayatları tepetaklak olur.

Annesi artık bambaşka bir insana dönüşmüş ve içine kapanan, sessiz, aniden parlayan bir kadın olmuştu.

Bir süre sonra babaannesinin kocası onlar için bir ev verebileceğini söyler ve oraya taşınırlar. Annesi evi çekip çevirmek için tekrardan kendine güvenmeye başlar ve hayata tutunmaya çalışan güçlü bir kadın figürüne dönüşür.

İrfan annesi için Kemalist ilkelerin öncülü diye bahsediyor kitabında. Bu evde üç çocuğuyla beraber yaşayan anne, hayat mücadelesi vermeye devam ediyordu.

Yıl 1915, savaş devam etmekte, kocası Hüsnü Bey'den ise herhangi bir haber yoktur.

Önce amca Ahmet Bey'in ölüm haberini alırlar kısa bir süre sonra da eşi Ayşe'nin verem olduğunu öğrenirler.

Çok geçmeden Ayşe Hanım da ölür. Uzun süredir evde adı geçmeyen Hüsnü Bey de Şevkiye Hanım tarafından merak edilir ama henüz bir haber yoktur fakat Şevkiye Hanım askerlik şubesine gidip Hüsnü Bey'in yaşayıp yaşamadığını sormaya cesaret dahi edemez.

Şevkiye Hanım İrfan'a bu ölüm haberleri üzerine "Bütün kapılar teker teker kapanıyor, bütün sevdiklerimiz yok oluyor" diye haykırıyordu.

İrfan ise bugünleri şöyle hatırlıyor:

Ölüm; her tarafta bu sözcük yankılanıyor. Dünyamız ağlayan kadın sesleriyle doluverdiği günler.


Zamanla mahallede sevilen sayılan herkesin yardımına koşan bir kadın olur annesi, komşuları da aynı şekilde hastalık durumlarında onlara yardım ediyordu.

Büyükannesinin kocası ölünce tüm servetinin kendisine kalacağını düşünür ve artık zengin bir kadın olduğunu düşünerek hep beraber yaşamayı Şevkiye Hanım'a teklif eder.

Ama sonra ortaya çıkacaktır ki tüm servetini kocası yeğenine bırakmış, İrfanlara bıraktığı evi de yaşadıkları süre boyunca kullanabileceklerini belirtmişti.

Ama vasiyette büyükanneden hiç söz edilmemiş ve yok sayılmıştır. İrfan, vefat eden kocanın büyükannesinden bu şekilde intikam aldığını düşünmektedir.

Günler bir biri ardına geçerken, Yeşilköy'e bir tabur asker geldiği söylenir, askerlerin içinde kocası Hüsnü Bey'in olabileceğini düşünen Şevkiye Hanım, oraya kadar gider ama alacağı cevap onun için çok acı olacaktır.

Allah rahmet eylesin, epey zaman oluyor.


Yolda giderken ayakları şişen Hüsnü Bey'in bileklerinin üstü mikrop kapmıştır ve yürümesi mümkün olmadığından yol kenarına bırakılmış.

Rivayete göre de arkadan gelen birlikler onu hastaneye götürmüş fakat Hüsnü Bey orada yaşamını kaybetmiştir.

Şevkiye Hanım her travmadan sonra daha değişiyordu ve artık daha sert ve daha çekilmez bir kadın olur. Bir gün artık isyan eder:

Bu savaşı biz istemedik. Hüsnücüğüm bir avuç adamın kaprisi uğruna memleket felakete sürükleniyor deyince epeyce haklıymış.


Devletin, insanların bu içler acısı durumuna kayıtsız kalmasına da çok içerleyen Şevkiye Hanım, "Az biraz paramız olmasaydı nasıl geçinecektik, nasıl yaşayacaktık devlet insanları ortada bırakıyor. Dünya sadece kadınlara ve küçük çocuklara kaldı" diye konuşur.

Bu dönemdeki genel durumu anlamak için annenin şu sözleri yeterlidir diye düşünüyorum:

Vallahi artık ben de ne doğrudur ne yanlıştır bilemez oldum. Hükümet kapılarında sanki hastalıklıymışız gibi davranıyorlar. Ya da memlekete şehit vermekle ne talihli olduğumuzu söylüyorlar, alay eder gibi. Her gün bir fırından öbürüne koşarak ekmek arıyorum. Sonra aldığım ne? Bir kuru ekmek ki hayvanlar yemez. Herkes bu kadarcığını almak için itişiyor, tekmeleşiyor, hırlaşıyor. İnsanlık diye bir şey kalmadı.


Babasının şehitliğinden dolayı kendisine 99 kuruşluk bir maaş bağlanır ama bu meblağ herhangi bir ihtiyacını karşılamıyordu.

Şevkiye Hanım sadece bir kere bu maaşı almaya gider sonrasında ise İrfan'ı gönderir ve dönüşte de kardeşi ile kendisine bir şeyler alıp eve dönerdi.

Ama bir gün maaş kuyruğunda İrfan adamın biri tarafından cinsel tacizine uğradıktan sonra o maaşı da artık almaya gitmezler.

Aile geçim derdini doruklarda yaşar. Şevkiye Hanım dikiş öğrenir, Kapalıçarşı'dan gelen kumaşları evindeki dikiş makinasında dikmeye başlar.

Sonra hükümet ülkedeki tüm kumaşlara el koyar ve askeriye için kullanılacak bir fabrikaya gönderir. Şevkiye Hanım için bu macera da böyle bitmiştir.

Büyükanne de evdeki fazla kullanılmayan eşyaları Yahudi bir satıcıya satarak bir süre daha geçinecek bir para elde eder. Bunları satarken pazarlık yapar.

İrfan Orga da kitaptaki bu bölümün adını fakirlik insanı pazarlığa alıştırıyor diye koymuştur. Annesi de artık ordu için kurulmuş olan fabrikada çalışmaya mecbur kalmıştı.

Orada kalıyordu haftanın 6 günü çalışıyor bir gün ise izinliydi. Çocukları da Kadıköy'de yetimler için kurulan bir vakfa vermişti.

İki yıl sonunda kardeşi Mehmet ölümden dönmüş, İrfan ise psikolojik olarak büyük bir kırgınlık yaşamıştır.

Burada kardeşler iki farklı bölümde kalmışlar ve iki yıl boyunca da birbirlerini hiç görememişlerdir. Bu durumu anlatmak için İrfan "demek ki artık yaşantımız ayrılık ve okulla şekillenecek" diye tanımlar.

İrfan başta bu yetimhanenin durumundan memnundur ama iki yıl sonunda savaş kaybedilince 1918'de yemeklerin tadı, okulun kalitesi, onlara ilgisi değişmiştir. Genel olarak bugünden sonra okulda çok zor günler geçirirler.

Şevkiye Hanım her hafta çocukları ziyarete gidiyordu ama birkaç aydır hasta olduğu için ziyarete gidemiyordu. Bu süreden sonra gelip çocukların durumunu görünce onları eve götürmeye karar verir.

Daha önce her ziyarette annesine "ne zaman eve gideceğiz" sorusunu soran İrfan için bunca zaman ve yaşanılanlardan sonra bu durum artık bir şey ifade etmez.

Onun için ev ve aile anlamını yitirmiştir, bu süreçte sert ve duygusal bir kopuş yaşamıştır.

Annesi daha sonra Mehmet'i görmeye gider ve büyük bir şaşkınlık içinde "Bu benim çocuğum değil" der. Hastalığından çocuk o derece değişmiştir.

Savaş kaybedildikten sonra beslenme konusunda çocuklar büyük sıkıntı yaşamış, çocuklar çoğu zaman doğa gezilerine çıkarılıp orada bulduklarını yemişlerdir.

Eve döndükten sonra İrfan, bir süre berber çıraklığı yapar ama o da uzun sürmez. Savaş sonrası ise işler bir nebze de olsa düzelir.

Annenin el işi tarzında yaptıkları büyük bir beğeni toplar ve önemli miktarlarda siparişler alır.

Aile, savaş sonrası durumlarının düzelmesine adapte olurken bir yandan da Şevkiye Hanım peçesini çıkararak yeni bir hayata alışmaya çalışıyordu. Tabii ister istemez gittiği her yerde şaşkınlıkla karşılaşıyordu.

1919 yılında eski bir aile dostlarının referansıyla her iki çocuk Kuleli Askeri Lisesi'ne girer. 15 Mayıs 1919'da onlar kuleliye ilk adımlarını atarken bir yandan İzmir, Yunanlılar tarafından o gün işgal ediliyordu ve aynı gün Mustafa Kemal Paşa da İstanbul'dan Samsun'a yola çıkıyordu.

Kuleli'de Osmanlı Devleti'nin her yerinden çocuklar vardı. İrfan, burada olan Ermeni ve Kürt çocukların Karabekir Paşa tarafından doğudan okumaları için gönderildiğini söylerken Arnavut ve Arapların da Enver Paşa tarafından bu liseye gönderildiklerini anlatır.

İrfan lisedeyken 14 yaşında birdenbire dine sarıldığını ve ailesinin de bu durumdan büyük endişe duyduğunu söyler.

5 vakit namazı kaçırmayacak kadar dinle bütünleşmiştir. Bu yılda Beyazıt'ta Ramazan son gecesinde teravih namazına gitmiştir ve o geceyi şöyle anlatır:

Bu ne görkem, bu ne tantana, bu ne yücelik! Böylesine etkilendiğim bir gece daha olmamıştır hayatımda.

Ardından İrfan, tekrar kendi normal haline dönecektir. İrfan bayram sabahını anlatırken büyükannesinin evin üst katında namazını kıldıktan sonra aşağı da gelip şarap içtiğini söyler.

Ve derken Cumhuriyet ilan ediliyor ve devrimler birer birer çıkıyordu: Şapka kanunu, yeni anayasa, din-devlet işleri ayrımı…

Bu süre içinde İrfan, 15 ay için Tokat'a eğitime gidip gelir. Dönüşte Kuleli yıllarının başında sevgili olduğu kız arkadaşını da Kuleli'den başka bir arkadaşıyla görür ve aşk macerası da orada son bulur.
 

5.JPG
İrfan Orga-Kuleli

 

1929'da 10 yıllık maceradan sonra Kuleliden mezun olur. Ve artık Harbiyelidir. Osmanlı döneminde başlanan eğitimini Cumhuriyet döneminde bitirmiştir.

Harbiye'ye gider ama asker olmak istemediğini aslında hiçbir şey olmak istemediğini fark eder. 1931'de Harbiye'deki eğitim süreci de biter ve subay olur. Sonra 1932'de Eskişehir'de hava kuvvetlerine katılır.

Ailesi de Eskişehir'e yanına taşınır. Kardeşi Muazzez subay komşularının birinin Dışişleri'nde çalışan kardeşiyle evlenir. Sonra Kütahya ve İzmir'e tayin olur.

İzmir için şunları söyler:

Camiler de olmasa insan Anadolu'nun bir köşesinde olduğuna inanmayacak.

İzmir olduğu zaman Atatürk'ün ölüm haberi alır almaz İstanbul'a Dolmabahçe'ye cenazeye gelir. Daha önce birebir de kendisiyle tanışmıştır.


Tekrar dağılan aile

Kardeşi Mehmet ise Harbiye'den doktor olarak çıkmış ve sonra evlenmiştir. İlk tayin yeri İzmir'den İstanbul'a geçer. Sadece annesi kalmıştır yanında.

Tam o sırada II. Dünya Savaşı başlayınca annesini de Mehmet'i yanına gönderir.

Annesi İstanbul'da oğlunun yanından ayrılmış, paralarını evsizlere, dilencilere veriyor ve günlerce aç, susuz dolaşıyormuş.

Onları evine davet edip kendilerine her şeyini veriyormuş. Elbiselerini de dağıtmaya başlamış.

Zamanının çoğunu eskiden yaşadıkları yerlerde geçiren Şevkiye Hanım, en sonunda aklını kaybeder ve Bakırköy Ruh ve Sinir Hastalıkları Hastanesi'ne yatırılır.

Arada İrfan ziyaretine gider ama 18 Mayıs 1940'ta hayatını kaybeder.
 

6.JPG
Ateş Orga

 

7.JPG
İrfan Orga ve Oğlu Ateş Orga

 

Roman burada bitmektedir. Annesinin ölümü ile hikâyeyi sonlandırır. Bundan sonra ise kitabın sonunda son not diye bir kısmı oğlu Ateş Orga yazmıştır.

Babasının İngiltere'ye kaçışını, orada İngiliz bir kadınla evlenmesini, daha sonra 27 Mayıs darbesinden sonra bile Türkiye'ye dönmek için nasıl çabaladığını anlatır. Hem kaçmış olduğu hem de yabancı bir kadınla evlenmiş olduğu için ceza almıştır.

1942'de çıktığı ülkesine bir daha dönemez ve 29 Kasım 1970'te Sussex'te ölür. Oğlu onun için vatansız ve unutulmuş bir adam tanımını yapar.

Kitabın yazılış sürecini de anlatır. Kitap için önce İrfan hikayeyi eski Türkçe ile yazıyor, sonra o yeni Türkçeye çevriliyor oradan da eşinin yardımıyla İngilizce yazılıyordu.


Sonuç yerine kısa bir değerlendirme: Arada kalmışlığın hikayesi

İrfan Orga'nın hikayesi Osmanlı son dönemi kuşağını anlatan bir temsil gibi.

Osmanlı ile Cumhuriyet arasında kalmışlığın hikayesi… Din ile sekülerlik arasında, modernlik ile gelenek arasında…

Bu tarz aklımıza gelecek tüm dikotomileri burada kullanabiliriz. Hem Osmanlı hem Cumhuriyet savunurken hem din hem sekülerizmi de savunur.

Bu kadar karmaşanın içinde de çocuğunu bir İngiliz okuluna göndermek istemez onu kendisi evde yetiştirir. İngilizleşir, Hristiyanlaşır diye korkar baba.

Öldüğünde küllerini yaktırır ve cenazesinde de bir İngiliz subayı gibi yanında kılıçla taşınmıştır. Cenazesinde Cavelleria Rusticane'den ara perdesi ile Chopin'den Cenaze Marşı çalınır.

Arada kalmışlığına en güzel örnek ise Atatürk'ün hayatını anlattığı İngilizce bir kitap yazmışken ayrıca Hz. Muhammed'in hayatını da anlatan bir kitap yazmak ister.

Sonuç olarak İrfan Bey, git gelleri olan, arada kalmış, ne olacağını yapacağını bilmeyen ve sadece yaşayan biri idi. Osmanlı'dan Türkiye'ye modernleşme hikayemizin kısa bir kesiti İrfan Orga'nın hayatı ve romanda anlattıkları.

Sembolleştirme olarak da büyükanne padişahı ya da Osmanlıyı temsil ettiği söylenebilir. Şatafatı ve gücü temsil eden o.

Hatta ailenin zor günlerinde evdeki eşyaları Yahudi satıcıya satmak isterken o gelmeden çok şık giyinir, tüm mücevheratını takar ve o şekilde onu karşılar.

Ki böyle yaparak bizim paraya ihtiyacımızın olmadığını ve eşyaların bu yüzden ucuz bir fiyata gitmesinin önüne geçmek istediğini söyler.

Bu manzarayı Osmanlı ve Padişah ile özdeşleştirince Osmanlı son dönemi için son derece anlamlı olmaktadır.

Annesi Şevkiye Hanım cumhuriyet kadınını, kardeşi Muazzez de yeni doğmuş cumhuriyeti sembolize ediyor gibidir.

 

 

*Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Independent Türkçe'nin editöryal politikasını yansıtmayabilir. 

© The Independentturkish

DAHA FAZLA HABER OKU