Dayanışma edebiyatı ve dilenen yazar

Mustafa Orman Independent Türkçe için yazdı

Fotoğraf:: Pixabay

Sanat yapıtının kolay tüketilebilir olması, dönemin politik koşullarının bir sonucu gibi görünmekle beraber gündelik dili kültür taşıyıcısı rolünden çıkararak tüm alanlara yayan sınırsız övgü ve sınırsız kötülemeler silsilesi de başka bir sonucu işaret eder.

Tarihsel süreç ve olayların kültürel alanı yeniden boyutlandırma ve perdeleme yöntemleri geçmişin hafızasında yerini korumaktadır. Bu nedenle şimdiyi okuyabilmenin gücü, geçmişin izlerinde yer alabilmekten geçiyor. 

Nurdan Gürbilek, 80'li yılların kültürel iklimini yorumlarken "sözün bastırılması" ve "söz patlaması" olarak nitelendirmişti.

fazla oku

Bu bölüm, konuyla ilgili referans noktalarını içerir. (Related Nodes field)

Şimdiye uyarlayabilirsek "herkesin sınır tanımadan söz söylemesi" ve "sözün hakikatini yitirmesi" olarak yorumlayabiliriz.

Çünkü söz artık çoktan aşındı, hakikatle bağlantısı neredeyse öldü. Her şeyin mübah, her şeyin söylene söylene anlamsızlaştığı bir gürültü meydanındayız.

Sözün değil, söyleyenin övüldüğü ya da dövüldüğü bir izansız meydan. Nereden tutarsak tutalım elimizde kalan ve hiçbir yere ait olmayan sorgudan yoksun dünyaların geçişi.

Gösterinin göz patlamasıyla körlük ve sağırlık yarattığı bir zamanın en karanlık yeri.

Yine Nurdan Gürbilek'in 80 darbesi sonrası ortaya çıkan arabesk, erotik film furyasını şimdi ve birkaç yıl öncesine kadarki toplumsal olayların gölgesinde yetişen vasat, politik doğruculuk trendleri, devrim egzersizleri ve hakikatin birer kötü taklidi sloganlarda görebiliriz.

Bir de bunun tam tersi olan tepkisiz konumlanmış sanat üreticileri ve tüketicileri var.

İktidarla bir münasebet içine girmeyen ve insanlarla arasını her zaman iyi tutan; haseti kibarlıkla gösterip iyilik ve güzellik perisiyle süslenmiş cümleler kuranlar.

Yaratılan korku iklimiyle suskunluğa çekilmiş, toplumsal olana sırtını dönmüş birey yığınlarının ve kültür endüstrisinin birbirini kollayan, absürt derecede nükseden övgü dizimlerinin altında her şeyin sıradanlaştığı bir zamanın içinde edebiyat da bundan nasibini alıyor.

Kendi bağlamından kopan politik doğruculuk, aynı mahalle ikliminin, cinsiyet temalı dayanışmaların ve etnik köken imalarıyla bütünleşmeye ve cepheleşmeye kalkışan edebiyatın niteliği sorgulanmaya kapatılıyor.

Kendi olamadığı için dünyaya kucak açamayan ve sadece kendinde debelenip duran kültür üretimi tüketicileri.

İlişki ağına bulanmış, sürü psikolojisi beğenileriyle kültür üretimlerinin hiçbirine hakkını teslim edemeyen, sağa sola bıçağını sallayan bir mahalle kabadayısı edasının izlerini görmekteyiz.

Ya da iki kabadayının bıçak çekmesini izleyen seyircileri. Kimsenin tarafını tutmaz seyirciler, iki kabadayından hangisi ölürse ölsün seyircinin coşkusu değişmez.

Asıl amaç birinin yok olmasıdır, kimin olduğu önemli değildir. Bıçağın yerini kibir abidesi, ince bir gülüş ve pompalanmış nezaket almaktadır. 


Cumhuriyetin neşeli, gurur abidesi anlatılarıyla büyüyüp AKP'nin cumhuriyet temelinden aldığı güçle yap-boz ettiği yaşam manevraları, bir tip bunalım hizipleşmesiyle akranlarını arayan yazarlar kümesini ortaya atıyor.

Ama etik-politik bir çizgi gözetmeyen sanat üreticilerinin her şey mübah kaygısı, perdenin ardındaki bu Cumhuriyet-AKP bunalımının sonucudur.

Bir de cumhuriyete mesafeli ve AKP'nin etrafında konumlanmış sanat üreticileri siyasal İslam ve Türk milliyetçiliği kavramı etrafında tek bir homurtuya izin vermeden, elindeki mevcut iktidar tasdikli hayat standartları ve inanç temelli argümanlı metinlerle bir arada durmanın zekatıyla sessizliğe gömülen kuyruklu ve eklemlenmiş düşünce hayaletleriyle yaşayanlar da var.

Günahkâr ama bir o kadar günaha sarmalanmaya utangaç ve her şeyi yapmaya teşne bireylerdir. Hibrit Müslümanlık yaşantı gösterileriyle Türk milliyetçiliğine sıkı sıkı sarılı, İslam'ın emirlerini işine geldiği gibi kullanan kurnaz insanlık alayı.

Aynı zamanda cumhuriyet ve Kemalizm korkusuyla Türk-İslam milliyetçiliği motiflerine sarılan bir kesim ile İslam karşıtlığı hatırlamasıyla cumhuriyet-Kemalizm değerlerine atıf yaparak sarılan iki kesimin birbiriyle didişmesi, korku salgılaması ve tedirginlik içinde yaşamaları da bir başka kapı aralar.

Bu iki grubun da kendi olamadıkları gibi, savundukları ideolojiyi benimsememeleri ve sıkışmışlıkları hem kültür üretimi ürünlerinde hem de kültür üretimi eleştirisini yapacak kurumun da boy vermesine engel teşkil ediyor.

Görünürde ideoloji zırhına bürünmüş bu bireyler, arka perdede yalnızca sınırsız söz söyleme ve slogana dökebilme baskısıyla konuştuklarını, o perdenin arkasındaki sessizlikleri ve kimi zaman kamuoyundan uzak eleştirilerinde görmek de mümkün.
 

Unsplash.jpg
Fotoğraf: Unsplash


Bunların dışında, sol temaslı ideoloji beyanlarıyla bir görüş etrafında birleşen sosyalist ve Marksist sanat üreticilerinin de anında bir kopukluk içine girildiği ayan beyan ortadadır.

Türklük kavramına gizli bir dönüş emarelerine rastlanır. Türklük, her zaman bu sanat üreticilerine bayrak taşıma görevini verir.

Ama bu bayrak görünmezdir, hasetli ve sinsidir. Kendi olamamak aynı zamanda dünyalı olamamak sorunsalını da beraberinde getirir.

Diğer yandan ev arayışında olan ve bir eve ait hissedememe hali Kürt sanat üreticilerinde mevcut.

Kendi gerçekliğini teğet geçmezken, gerçekliğini bambaşka bir hayaletle gösterir. Bu hayalet, kendi olmakla beraber karşı tarafa kabul ettirme üzerine kuruludur.

Durduğu yer her daim gri bölgedir; bu yer aynı zamanda gerçek kendini temsil etme fırsatını elinden aldığından aynı anda birçok yüz takınabiliyor.

Hiçbir tehlike ortada yokken takmış olduğu baret hem kafasına uymuyor hem de diğerleri tarafından gülünç görünür.

Ama yine de orada kalmakta ısrar eden ait hissedememe durumu bir sendrom şeklinde belirir.

Ve aşağılık kompleksi güçlü şekilde bilenir öz kardeşine, varlığı uğruna yok etmeye çalışır kardeşini. 

Yukarıda söylenenlerin hepsi aynı şekilde okura uyarlanabilir. Yanı sıra ne sosyal medyada binlerce takipçisi olan okurdur ne de on takipçisi olan okur değildir, diyebilirim. 

Sonuç olarak Türklüğe dönük yüzünü İslam'a çevirenler ile Kemalizm'e ve Marksizm'e göz kırpan Türk kendi olamıyor; İslam'ı, Kemalizm'i ve Marksizm'i set olarak gören Kürtler de kimliğine korkuyla bakıyor ya da tedirginlikle sarılıyor.

Tüm bunlar sanatın kendi varlık sebebiyle var olamama ve dünyaya katılmama gerçeğini ortaya çıkarıyor. 


Tomris Uyar: Kemiksiz hikâye ve mızmız gerçekçilik

Walter Benjamin, hikâye anlatıcılığının günden güne yitime uğramasını deneyimin yoksunluğuna bağlıyordu.

Deneyimler, yolculuğa çıkmakla ve konaklamakla çoğalıyordu ama artık ne yolculuklarda ne de konaklamalarda hem deneyimi yolcuya aktaracakların hem de deneyimi aktaracak yolcuların içe dönük bir yaşamı tercih etmeleri sebebiyle anlatıcılık da bundan nasibini alıyor.

Günümüzde ise bu durum hâlâ sürüyor. Deneyimin anlatıcılıkta ne kadar önemli bir kıstas olduğunun farkına varıyoruz.
 

Walter Benjamin.jpg
Walter Benjamin

 

Deneyim tek başına bir sebep değil tabii ki, yukarıda sıraladıklarım da deneyimin aktarılmamasında önemli bir rol oynar.

Tomris Uyar'ın "Hikâyede Yoğunluk" adlı yazısından yola çıkarak günümüz öyküsü üzerine eleştiri denemeleri yazmaya çalışacağım.

Bu yazılar ele aldığım bu şablonla ilerleyecek: Bu şablon, Tomris Uyar'ın "kemiksiz hikaye" ve "mızmız gerçekçilik" tanımlarıyla anlam bulacaktır.

Son dönem yazarlarının takip ettiği yollar, öyküye dair durakları ve öykünün bu duraklarda kimlerle muhatap olduğunu bu iki kavram ekseninde ele almaya çalışacağım.

Her ay iki yazarın öykü kitapları ekseninde eleştiriye dair soruları derinleştirerek bir adım da olsa eleştiriye dair yeni bir pencere aralamak isteğindeyim. 


Son dönemde kuşkusuz öykünün sayı olarak yükselişi, kalite olarak yükselişini hiçbir biçimde desteklemiyor.

Ülkede her şey gibi bu da aksi bir seyirde ilerliyor. Okurdan çok öykü yazarının olduğu bir ortamda, yalnızca yazarların okunabilme kaygısıyla birbirini okuduğu, yersiz övgülerin ayyuka çıktığı yeni bir piyasacılık tehlikesiyle karşı karşıyayız.

Dayanışma süsüyle sergilenen kitapların ve dayanışma adı altında düzenlenen etkinliklerin, dayanışma dediğimiz kültürün içini de boşaltmaktadır.

Bir sanat üreticisinin dayanışmaya ve dilenci gibi ortalıkta dolaşmaya hiçbir zaman ihtiyacı yoktur.

Tabii eğer dünyayı ve insanları dert edinip bir meseleye sahiplerse. Okunup anlaşılmak yerine baygın, kendinden geçmiş okur tipi yaratarak düşünsel ve duygusal, tarihsel ve ideolojik haritalarından arındırılmış bir edebiyat, duygusunu yitirmiş ve kendi olamama perspektifini silmiş ve geleceği hiç de parlak olmayan öykü metinlerini bize sunuyor.

Peki nedir bu sorunlar? Deneme, anı, günlük, nostalji ekseninde bir araya getirilmiş öyküler, neredeyse hiçbir kaygı gütmeden, hikâye yoksunluğunu destekleyen, öykü hamurunu boyatıp sunan, karakterlerin toplumsal iklim bağından koparıldığı, söz fragmanlarına boğulmuş anlatılardan oluşmaktadır.

Ya da iyinin bir müstesna sunumuyla kötünün var olan politik iklimde haşlandığı ve insanın ana damarlarından uzaklaştırılmış zihin oyunlarına bulandırılmış, şirin görünümlü ne tatlı ne de tuzlu fragmanlar.
 

Tomris Uyar.jpg
Tomris Uyar

 

Tomris Uyar "kemiksiz hikâye" kavramına değinirken "örgenlik" kelimesiyle ana damarı çiziyordu.

Uyar, "Hikâyeye belkemiği olamayacak bir duyarlığı, olay niteliği bile taşımayan yalınkat bir olayın çevresinde boyuna sömürmek…" derken metni kendi katmanı dışına itme çabasına işaret ediyordu.

Anlatacağı meseleyi değil, başka çağrışımlarla boyuna malzeme kullanıp hiçbir şey söylememek.

Çokça söz söyleme kaygısı, söylediğini süsleme hırsı diyebiliriz. Ya da atmosferi tekniğe boğmuş, her şeyi mekanik bir örgü etrafında dolaştıran ve aynı kelimeler dizimiyle sıkı bir gevezelik kazandırarak metne hiçbir duygu ve düşünceyi yansıtamamak da buna dahil.

Yine Uyar'ın "…olayı ya da atmosferi beslemek kaygısıyla hikâyeyi sayfalar boyu uzatıp o ufacık belkemiğini de seyreltmek, ipin ucunu kaçırmak…" dediği seyreltmeyle anlatma derdini yok oluşa sürüklemek, "…imgelere, inceliklere, güzel saptamalara yaslanırken hikâyeyi söze boğmak, örgenselliği yitirmek" vuruşuyla akışın nasıl zedelenip yerle bir edildiğini gösteriyor.

Örgenliğin ne kadar önemli bir kıstas olduğunu görebiliyoruz. Hikâyenin ana damarı gereksiz zorlamalarla bozulduğunda, yersiz imge ve çağrışımlarla süslendiğinde, yaşamda karşılığı olmayan ayrıntılarla doldurulduğunda ortaya yalnızca günü kurtaran, çerez niyetine tüketilmiş öyküler çıkıyor. 


Bir kitap, bize dünyayla aramızdaki düşünceyi sorgulatmaya gelir; bizi olduğumuz düşünce biçiminden kurtarır, duygularımızı harekete geçirip hatırlamaya sevk eder, dünyayla kurduğumuz bağı koparır ya da sağlamlaştırır.

Ne soluğumuzu keser ne başka soluk tayin eder ne acı çektirir ne de neşe verir. Yaşadığımız dünyaya karşı silkeler.

Kurduğumuz ya daha önceki deneyimlerimde vardır ya da gelecekte hayatta bir karşılıkla yolumuza çıkar.

İncelik gösterilerine boğulmuş, meselesinden ayrıştırılmış günümüz öykülerinin izansız övgüsü aynı zamanda düşünsel dünyasında sosyolojik, psikolojik ve politik çıkarımlarda bulunarak kültür ürününden faydalanmaya çalışan okuru da derin bir kuşkuyla baş başa bırakıyor.

Sınırsız övgücüler karşısında azınlığa düşen okurun yalnızlığı, onun dünyaya dair bakışına leke düşürüyor.

Hakiki okuru yalnızlığa iten bu hırgür beğeni performansları, yazarlara ciddi ölçüde zarar verdiği gibi hataları ısrarla görmeme yeteneği kazandırıyor.

Ama boş bir yetenek; habis, haset ve kibir çıkışlarıyla herkesi yok sayan bir yetenek. Ne mağdurluk izleri ne de bunun tam tersi, sanatçının iyi bir eser verdiği anlamına gelmiyor.

Dostoyevski'nin Budala'sında Prens Mişkin'in katiline sarılmasını hatırlayacak olursak, insanın yüce ve aşağılık taraflarını da bir arada gösterebilme kabiliyetine sahip olmamız gerekir.

İnsan, tamamıyla ne kötüdür ne de iyidir. Bu yüzden zıtlıklar içinde büyüyen karakterler, daha gerçekçi gelebileceği gibi öykünün yaşamda bir karşılığı olduğunu gösterir bizlere.

Çünkü öykülere atanmış peygamber ve diktatör karakterlere ihtiyacımız yok. Yazarın bakacağı yer, peygamber ile diktatörü aynı omuz hizasında yürütmek, karakterini hem peygamber hem de diktatör yapabilmektir.

Tomris Uyar'ın "mızmız gerçekçilik" kavramına gelecek olursak, yazarın kendi içindeki kurda durmadan sarılmasıdır diyebiliriz.

Durmadan, tüm kitap boyunca her şeyden yakınan, hiçbir karşı çıkış yaratmayan, var olan gerçekliği de kirleten sahte bir duyarlılık gösterisine dönüştürür.

Güya iktidarları yerle bir ettiğini düşündüğü yerde yarattığı karakterlerle iktidarın şaha kaldıran ve iktidarın reklamını yapan, karakterini yine iktidarların ötekileştirdiği yere postalayan bitişlerle baş başa kalıyoruz.

Mazlumun hikayesi, aynı zamanda iktidarın sağanak gösterilerle güçlendiği bir alandır.

Mazlum, her şeyden önce bir insan olarak zaafları olan, politik haklılığa ne ölçüde sarılı olursa olsun, insan olarak defolu olabilir kaidesini gözden kaçırmamak gerek.

Uyar'ın "Çağdaşlık olağını artık yitirmiş 'Mızmız Gerçekçilik' hikâyeleri... Okurun hemen sevdiği (eskiden beri bildiği konuları, sevdiği kişileri anlattığı için), benimsediği içli hikâyeler" der.

Yazar, okurla kendi arasında saplantılı bir bağ kuran, bu duygu magmasıyla yakıcılığına yakıcılık katan ve işin sonunda her şeyi yok eden bir tercihin üzerinden yükselmeye çalışırken aslında düşüşünün ne kadar kolay olabileceğini de hazırlıyor.

Ve Uyar şöyle noktalar:

…mızmız-gerçekçi yazar her şeyden yakınır: yoksulluktan, kimsesizlikten, çaresizlikten ve yarattığı hikâye kişilerinin okurca 'acınılır' kişiler olmasını ister, öylesine ister ki başkaldırma olanağı bile tanımaz onlara, ara sıra tanıyorsa, sonda onları büsbütün tepelemek, yenik düşürmek içindir bu.


Tomris Uyar'ın bahsettiği her şeyden yakınma tiplemesi, günümüzde sosyal medyada gördüğümüz yazarların birçoğunda mevcut.

Buradaki görüntü yazdıkları metinlerde de görücüye çıkar. Yücelebilmenin yolunun mağduriyetler yaratarak ve eğlenceye teşne bir seyirciyi kendisine alkışlatarak iktidar sandığına adım atmanın kibrini birebir yaşarlar, bilinçli ve gayet istekli.

Çünkü, popüler sermaye, popüler politik atılımlar, popüler duyarlılıklar herkesi bir yerde kahraman yapabilir.

Nurdan Gürbilek'in dediği okurun eğlenceliği, yazarın bir satıcıya dönüştüğü noktasında bizleri emin kılar.


Sonuç niyetine

Bugünün Türkiye'sinde ilişki ağlarının arasında savaşımını sürdüren edebiyatın kabuk değişimi elbette sosyopolitik devrimlerin onda bıraktığı izlerle orantılıdır: Toplumlar ne ise edebiyatları da odur.

Cumhuriyetin askeri vesayet anlatısı ile şekillenen memur toplumumuzun edebiyatı nizami bir hüzünle donatılmışken gele gele bugün babaya öfkesini kardeşten çıkaran çocuksu bir isyanın bayraktarları olan şehirli yazarlarımızın edebiyatı da burjuva anlatılarının sinizm soslu mutlak bireyci panoramaları olmuştur.

Özgürlük tahayyülünün sıkışıp büzüştüğü bir sinir harbinde yazarımız, nesnelere olan bakışını dahi önce ben dürtüsüyle yazıya aktarır ve zımni ötekine düşmanlıklarla örülmüş bir edebi ürün ortaya çıkarır. 


Türkiye matbu eser organları dünyasında tahammülkâr, ikiyüzlü, kabileci bir yutkunuş yazın kültürü için bir 'rajon'a dönmüş durumdadır.

"Neden eleştirmiyorsunuz?" sorusunun cevabı çok basittir:

Siz neden eleştiriyorsunuz?

Ötekine serter kendine enfantil kentsoylunun sanat anlayışı da türlerin sınırlarının aşınmasına, eleştirinin ölümüne sebep olmuştur.

Yetişkin yazarların çocuksu hassasiyetleri çocukça bir sanat eserinin ergin sunumu ile bu sözel kaosun sürdürülmesidir.


Batı-Hristiyan düşüncesinde bilgi ağacından koparılan elmadan alınan ilk ısırık kötülük probleminin başlangıcı kabul edilir zira insanlık durumundaki utanç duygusu bir eleştiriliş sonucu yerleşir.

Gözün çıplaklığı tanıması dilin ötekini soymayı sürdürüyor olmasıdır, bu bir cinsel tansiyon yaratmakla birlikte iki kişi arasında en müstehcen birliğin -seni artık kritize edecek kadar tanıyorum- kurulması demektir.

Günümüz toplumunun tipik örneği yabancılaşma bu tanışlığı bastırmak üzerine kuruludur, kişiler birbirlerini eleştiriyi imkânsız kılan bir mesafede tutarak uzaklığın illüzyonist türdeşliğine başvurur.

Bu çelişki yapay bir sevecenliğin üremesine sebep olmuştur seninle yakınlaşmayacağım bir üstünkörülükte sempatik göreceğim- Bu sahtekârlığın başat rolü Saçma'nın benimsenmesiyle sosyal bilimlerde uzlaşmazlığın sanatta da yankılanmasıdır.

Melez türler arasında yazar yazın sanatını bir hobiye indirgemiş eleştirinin çarmıhından plastik bir özgürlük ile kurtulmuştur.

Bizde Sait Faik, "Yazmasam deli olacaktım" cümlesiyle herkese bu hezeyanı miras bırakır, orta sınıf kerameti kendinden menkul bir yazma muhtaçlığı çekercesine kaleme sarılır.

Son tahlilde hiç kimse de yazmak ile söz konusu delilikten kurtulmuş değildir. Bahsettiğimiz plastik özgürlük yazara sadece eleştirilemezlik atfetmez aynı zamanda mühim bir iş yapmakta olduğu şizofrenisiyle biriciklik rollenmesi yaşatır.

Edebi türün yapısal gerekliliklerinin aşınması bütün yazarlarca ortak bir istismar olduğu için bilgi-kötülük diyelektiğinin bastırılışı da yine ortaklaşa olur: yazın dünyası dostlar alışverişte "görmesin" sosyal birliğinde uzlaşır.

 

 

*Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Independent Türkçe'nin editöryal politikasını yansıtmayabilir. 

© The Independentturkish

DAHA FAZLA HABER OKU