Kritik kavşakta Türkiye'nin "büyük" strateji arayışı

Prof. Dr. Ali Tekin Independent Türkçe için yazdı

İllüstrasyon: Mirko Ilic/NYT - Düzenleme: Independent Türkçe

Önce bir tarih gezintisi…

Ağustos 1999 depremi Türkiye'yi allak bullak etmişti. İktidara yeni gelmiş Ecevit liderliğindeki DSP-MHP-ANAP koalisyon hükümeti,

1990'larda birikmiş derin ekonomik ve siyasi sorunlarla cebelleşirken, ülkenin endüstriyel kalbi olan bölgede yaşanan beklenmeyen devasa yıkım işleri daha da zorlaştırmıştı. 

Beklenmeyen fırsatlar özellikle dış politika alanında belirdi. Deprem diplomasisi kalpleri yumuşattı.

Aralık 1999 itibarıyla Türkiye'nin önünde Avrupa Birliği üyeliği için bir fırsat penceresi açılmış göründü.

ABD Başkanı Clinton'ın Türkiye ziyareti iki ülke ilişkilerine kadife örtülü bir zemin yaratmış gibiydi.

Koalisyon hükümeti için zor kararları vermek "zorunlu" hale geldi. Reform iştahı arttı. AB adaylığının kolaylaştırıcılığında siyasi sistem liberalleşmeye, 1990'ların ağır havası incelmeye başladı.

Biraz gecikerek de olsa, 2001'de ABD'nin de desteğiyle IMF ve Dünya Bankası'ndan finansman sağlanarak ve müzakereler yürütülerek önemli ekonomik reformlar gerçekleştirildi. 

Böylece, Türkiye kritik bir dönemeci daha da güçlenerek dönmüş oldu. Türkiye için tutarlı, birbirini besleyen sütunlardan oluşan bir büyük strateji "belirmiş" gibiydi. 

Bir yandan, iç ve dış siyasetteki yönelimler, ekonomik reformlar birbirini tamamlıyordu. Tutarlılık sağlamdı. 

Diğer yandan ise, toplumun beklentileri, özlemleri ile yeni politika setleri arasında görece yüksek bir uyum vardı.     

Ancak toplum, bu politikaları devam ettireceğini ve daha etkin uygulayacağını söyleyen yeni aktörleri göreve getirmek istedi. AKP böylece iktidara geldi. 

AKP ilk dönemlerinde bu stratejik çerçeveyi kullandı. 

2000'lerin sonunda, AKP siyasi sistemi domine etmeye başlayınca, giderek artan ölçüde siyasi İslamcı "ideoloji" devreye girdi. Sonrası malum…   


Son döneme gelirsek…

Günümüz Türkiye'si, birbirini besleyen üç büyük meydan okumayla karşı karşıya. 

Fikir yürütenler, bir yandan otoriter popülizmin pençesine düşmüş demokrasiyi bütün isterleriyle yeniden ayağa kaldırmaya kafa yoruyorlar. 

Diğer yandan, ahbap-çavuş ekonomisinden bile geriye düşerek kleptokrasiye evrildiği görülen batık ekonominin nasıl ayağa kaldırılacağına. 

Bir diğer yandan ise, dış politikadaki savrulmanın ve yönsüzlüğün yerine nasıl bir yaklaşımın ortaya konulması gerektiğine.  

Bu üç sacayağını içeren uyumlu bir büyük stratejiye ihtiyaç olduğu açık.   

İktidar, ülkede sorunlar değil müjdeler olduğuna dair bir illüzyon peşinde. Bunu 14 Mayıs seçimlerine kadar sürdürmeye kararlı görünüyor.

Zaten iktidarın yeni bir yüksek strateji üretmek için ne niyeti ne kadrosu ne de kredibilitesi var. 

Muhalefet ise, biraz dağınık ve belirsizliklerle malul olsa da, ülkenin önündeki meydan okumalar karşısında kendi içinde nispeten tutarlı yeni bir büyük stratejinin ip uçlarını veriyor. 

Siyasetin parlamenter liberal demokrasiye çapalanmasını, ahbap-çavuş kapitalizmi yerine serbest piyasa ekonomisinin bütün çağdaş kurum ve kurallarıyla işlerlik kazanmasını öneriyor.

Ayrıca, daha yapıcı, profesyonel, geleneksel dış politikaya dönüşü savunuyor. Utangaç da olsa, muhalefet bloğu son tahlilde Avrupa yönelimli bir bölgesel aidiyeti öne çıkarıyor.


Kritik dönemeçler ve aciliyetler

Maraş merkezli deprem, ülkenin önündeki meydan okumaları adeta akşamdan sabaha daha katmerli hale getirdi.

Mevcut siyasi ve ekonomik fay hatlarına yeni bir şok vererek, sınamaları daha da keskinleştirdi. 

1999 depremi sonrası gibi, son büyük deprem de önümüzdeki dönemde ülkenin zor kararlar vermesini zorunlu kılıyor.

Seçimlerden çıkan yeni iktidar ağırlaşmış sorunlarla savaşmak için büyük bir zaman ve kaynak baskısı altında olacak. 

Yeni iktidar bu baskılarla etkin şekilde baş edebilmek için -günlük siyasetin ötesinde- Kovid ve Ukrayna savaşının etkisiyle ivme kazanmış olan küresel stratejik dönüşümün dinamiklerini dikkatlice hesaba katarak Türkiye için yeni bir yüksek stratejiyi ortaya koymak zorunda. 


Muhalefetin büyük stratejisi

Muhalefet siyaset, ekonomi ve diplomasi setlerinden oluşan (üç sütunlu) bir büyük stratejiyi yaşama geçirmelidir. 

Muhalefetin siyasi düzlemdeki temel yaklaşımı, Türkiye'nin başkanlık sisteminden güçlendirilmiş parlamenter sisteme geçmesi.

Güçler ayrılığını esas alan yeni siyasi mimarinin hukukun üstünlüğü, temel hak ve özgürlüklerin korunması, azınlıklara saygı gibi Avrupa demokrasilerinin ana normlarına yaslanacağı açık.

Zaten sık sık AİHM, Avrupa Birliği, Venedik Komisyonu gibi kurumların birikimlerine referanslar veriyorlar. 

Yeni siyasi düzenin bu deseni hakkında özellikle daha genç nesiller arasında oldukça yüksek bir toplumsal uzlaşmanın mümkün ve hatta mevcut olduğu gözleniyor.

Muhalefetin izleyeceği ekonomi politika setinin ise bir miktar daha belirsiz olduğunu söyleyebiliriz.

Bunun iki ana nedeni var: devletin (doğru) verileri şeffaf olarak paylaşmaması nedeniyle ortaya çıkan belirsizlikler yanında, deprem yaralarını sarmak ve beklenen Marmara depremine yönelik hazırlıklar için gerekli devasa kaynak ihtiyacının hesapları altüst etmesi.     

Deprem öncesinde muhalefet -örneğin DEVA lideri Ali Babacan- Türkiye'nin kısa sürede uluslararası piyasadan yatırım ve fon çekeceğini, bu kaynakların liyakatli kadrolarca ayağa kaldırılmış kamu kurum ve kuruluşlarının etkin kullanımıyla sorunların üstesinden geleceğine yemin ediyordu. 

Ancak, döviz açığının kapatılması, KKM hesaplarının kapatılması, EYT düzenlemesinin finansmanı gibi devasa sorunların gerektirdiği kaynak ihtiyacı muhalefetin öngördüğü piyasa mekanizmasının sağlayacağı bir "otomatik düzeltme"nin gerçekçiliğini zayıflatıyor.    

Deprem sonrasında ise, depremle ilgili artan toplumsal talepler devasa kamu kaynaklarına olan ihtiyacı net olarak ortaya koydu. 

Türkiye'de yeni hükümetinin mümkün olduğunca yüksek miktarlarda ve oldukça düşük faizli kamusal fonlara erişebilmesi zorunlu. 

Bu ölçülerde mali kaynakları uygun koşullarda Rusya, Çin gibi, Avrasya ya da Suudi Arabistan, BAE, Katar gibi Körfez ülkelerinden bulmak olası gözükmüyor.  

Bunun yerine, yeni iktidarın önünde açılan reform penceresini hızla kullanabilmesi, ülkenin döviz dengelerini yeniden sağlayabilmesi için IMF/Dünya Bankası kaynaklarının kullanımıyla ilgili hazırlıklar yapması gerekiyor.

Ancak böylece Türkiye'nin küresel piyasalardan yeterli miktarlarda yatırım ve ucuz sermaye çekmesi mümkün olacaktır.

Deprem harcamaları için kullanılacak kredilerin önemli kısmının piyasadan değil, Dünya Bankası, UNDP gibi kurumlardan sağlanması çok daha avantajlı olacaktır. 

IMF, Dünya Bankası gibi kurumlar ortağı olduğumuz, geçmişte çalıştığımız ve genellikle de başarılı sonuçlar aldığımız küresel "kamu" kurumlarıdır. 

İYİ Parti'den Bilge Yılmaz'ın belirttiği gibi, Türkiye IMF'den teknik yardım almadan rasyonel bir program oluşturabilecek kapasiteye sahiptir ama bu durum IMF ile program işbirliğine engel olmamalıdır. 

Seçim öncesinde siyasetçiler dile getirmek istemeyebilir, bu anlaşılabilir ancak IMF hala ucuz borçlanma ve piyasalara sinyal etkisi bakımından çok yararlı bir kurum.

Belki de daha önemlisi, Türkiye gibi oldukça kaypak ve polarize bir siyasi ve toplumsal zeminde rasyonelleştirici bir ekonomi programının sürekliliğini sağlamanın kolay olmayacağını kabullenerek IMF/Dünya Bankası çapasının önemini küçümsememekte büyük yarar var.

Popülist sağ ve sol milliyetçiliğe prim vererek IMF ve Dünya Bankası'nın verdikleri kredilerin nasıl kullanıldığını gözetlemesinden bir sürü laf kalabalığıyla şikayet edecek olan varsa elini kaldırsın!  

Bu bağlamda, bu kurumların son yıllarda politika paketlerinde önemli değişikliklere gittiklerini de belirteyim.  

Örneğin, IMF son günlerde Sri Lanka ile anlaşma imzalamak için sağladığı kaynakların bir kısmının en yoksul kesimlere yönelik olarak kullanılmasını şart koştu.

Ayrıca, yaygın yolsuzluğun çözülmesi için adımlar atılması gerektiğini öne çıkardı.   

Türkiye olarak geçmişin komplekslerinden kurtulup akılcı işler yapmak zorundayız. Siyaset popülizme teslim olmak yerine, akılcı adımları cesaretle atmalı, kamuoyunun arkasından sürüklenmek yerine ona öncülük etmelidir.

Türkiye'nin ucuz ve yeterli miktarda borçlanma yanında doğrudan yabancı yatırım çekmesi de işsizlikle mücadele ve yenilikçi sektörlerin büyümesi için yaşamsal önemde.

Pandemi ve Ukrayna savaşı Batılı şirketlerin Rusya ve bir ölçüde de Çin ve benzeri ülkelerden çıkmasını tetikledi.

Batılı ülkeler bu şirketlerin üretimlerini kendi ülke topraklarına ya da yakın ve dost ülkelere kaydırmalarını teşvik ediyorlar. 

Son birkaç yılda hem ABD hem de AB ülkeleri özellikle yüksek teknoloji yatırımlarını çekmek için stratejik endüstri politikaları uygulamaya başladılar. Biden yönetimi "orta sınıf için dış politika" diye bir fikir ortaya attı.  

Vietnam gibi bazı Asya ülkeleri Çin'den çıkan Batılı şirketleri kendilerine çekmeye başladılar. Meksika ise bazı Amerikan yatırımlarını çekiyor. 

Avrupa gibi zengin bir piyasanın hemen yanı başındaki Türkiye ise bırakın bu yatırımları çekmeyi mevcut yabancı şirket yatırımlarının çıkışına şahit oluyor, çünkü Batı dünyasıyla güven bağları hiç olmadığı kadar zayıflamış durumda. 

Son dönemin rakamları henüz ortaya çıkmış değil ama Mısır gibi bazı ülkelerin bu bağlamda yatırım çekmeye başlamış olması şaşırtıcı olmaz. 

Bu mevzu bizi Türkiye'nin bölgesel tercihlerine getiriyor. 
 


Türkiye'nin bölgesel sistem yönelimi

Türkiye'nin çözümlerinin güçlü kurumsal yapılardan geçtiği sıkça dile getiriliyor.

Bu doğru olmakla birlikte kendi başına yeterli değil; bu kurumların uzun dönemde işlevlerini etkin olarak sürdürmelerinin önünde kısa vadeli düşünme, geleneksel fatalizm gibi çeşitli davranışsal engeller olduğunu görelim. 

İşte bu "sürdürülebilirlik" meselesinde ülkenin içinde yer aldığı "bölgesel sistemler" önem kazanıyor.

Yaptıklarınız ve yapacaklarınız için referans normlar olarak dönüp baktığınız, iş birliği yaptığınız bölgesel yapılar, size doğrudan ya da dolaylı olarak geri bildirim veriyor, sizi "dürtüyor." Buna çapa da diyebilirsiniz.    

Kovid tecrübesi ve Ukrayna savaşı hızla bölgesel sistemlerin küresel ile ulusal arasında tampon görevi gören, önemli bir ara kademe olarak öne çıkmasına neden oluyor. 

Türkiye'nin kendisini hangi bölgesel sistem içinde konumlandırdığına ilişkin kararlarının dramatik sonuçlarını özellikle son on yılda yakından gördük.     

Bölgesel sistem deyince bunun illa AB üyeliği olması gerekmiyor. Türkiye'nin Avrupa Konseyi sistematiğinden uzaklaşmasının demokrasimize ne kadar zarar verdiği açık.

Gümrük birliğinin revize edilememesinin çıkardığı sorunlar malum. Vize, düzensiz göç gibi hususlardaki yalpalamalar Avrupa bölge sistematiğinin dışında olmanın maliyetlerini ortaya koydu. 

Türkiye'nin Ortadoğu veya Avrasya bölgesel sistemleriyle flört ettiği son on küsur yılda yaşadığı diplomatik sorunların çetelesini tutmak gereksiz. Sonuçlar net olarak ortada.    


Sonuç olarak;

Türkiye'nin yeni bir büyük strateji arayışına hız vermesi zorunlu hale geldi.

Türkiye karşı karşıya bulunduğu devasa meydan okumalara ancak hızla dönüşen küresel dinamikleri de hesaba katarak etkin bir karşılık verebilir.  

Bu stratejinin siyasi, ekonomik ve diplomatik sütunlarının uyumlu olması elzemdir. Bu uyumu sağlamak için Türkiye'nin önündeki optimal yüksek strateji Avrupa yönelimli kurumsal ve normatif reformları yaşama geçirmesidir. 

Umarım ki, Türkiye kompleksli, duygusal, tepkisel, popülist yaklaşımlardan uzaklaşır ve yeni dönemin ruhu bilgi-temelli, gerçekçi, sürdürülebilir, soğukkanlı yaklaşımların öne çıkmasına geçit verir.

Umarım ki, Türkiye Cumhuriyet'in ikinci yüzyılının başında 14 Mayıs 2023 seçimlerinde silkinip, yeniden toplumun ve özellikle de genç kuşakların desteğine sahip bir büyük stratejiyi yaşama geçirebilir.

21'inci yüzyıla iyi başladı, devamını iyi getiremedi, 100'üncü yılında iyi başlayıp, iyi devam etmeli. Çağdaş uygarlığı ancak böyle yakalayabilir. 

 

 

*Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Independent Türkçe'nin editöryal politikasını yansıtmayabilir. 

© The Independentturkish

DAHA FAZLA HABER OKU