Başkanlık sistemi ve kararcılık

Ümit Aktaş Independent Türkçe için yazdı

Fotoğraf: Pinterest

Türkiye'de her kriz döneminde gündeme getirilen "başkanlık sistemi", temelde krizlerle baş etmenin engeli olarak mütalaa edilen parlamenter sistemin, yani karar almadaki güçlüklerin bertarafı için bir çare olarak öne sürülmekteydi.

Dahası bu kararcılık, aslî eksiğimiz olarak düşünülen kalkınmacılık yolunda atılacak adımları da rahatlatan bir ütopya olarak düşlenmekte ve hatta son yıllarda içerisine sürüklendiğimiz savaşçı politikaların daha rahat sürdürülebilmesi için askeri bürokrasinin hız kesme çabalarının önlenmesi, üniversitelere hâkimiyetin güçlendirilmesi, basının disipline edilmesi gibi gayretlere de katkı sağlayacağı umulmaktaydı.

Belli ki gelişmiş ülkelerle aramızdaki makasın açıklığının olağan yollarla kapatılamayacağı düşünülmekte ve bu mesafenin kapatılması için daha köktenci ve hızlı kararlara ihtiyaç duyulmaktaydı ama hiçbir denetleme biçimine tâbi olmayacak bu kararcılığın yol açacağı sorunlar üzerinde ise hiç mi hiç durulmamaktaydı. 


Dolayısıyla, gerek bu hızlılık telaşının, gerekse de içi boş kararcılığın şimdiye dek iyi kötü sağlanmış olan birikimlerin heba edilmesi gibi bir riske açıklığı üzerinde yeterince tefekkür edilmiş değildi.

Kuşkusuz ki derinlemesine kritikler, çoğuleyin kriz dönemlerinin ürünüdür. Ama içerisinde bulunduğumuz ve 15 Temmuz sonrasında daha da derinleşen bir kriz, AK Parti'nin iktidar olsa da muktedir olamama ve Türkiye'yi muasır ülkeler seviyesine çıkaramama krizi olarak takdim edilerek, bir yandan Türkiye'nin daha derin ve varoluşsal krizinin üzerini örtmekte, öte yandan ise oldukça ciddiyetle sürdürülmesi gereken toplumsal tefekkürü önlemekte ve tüm bu sorunların çözümünü basit bir kararcılık meselesine indirgemekte. 


Sorunlarımızın üstünün aceleci ve eğreti çözümlerle örtülmesi veya yanlış bir biçimde kapatılması ise, onları sadece erteler ve daha da derinleştirir.

Oysa Hegel, yamanmış bir çorabın yırtılmış olandan daha iyi olduğunu ama aynı şeyin ben-şuuru için geçerli olmadığını söyler.

Heidegger ise yırtılmış olan ben-şuuruna dair bu yaklaşıma şunları ilave eder:

Bu yırtılmış olan, sahip olduğu yırtık ile mutlak olanın içeri alınmasına açık durmaktadır. Düşünce için, yırtılmışlığın, metafiziğe uzanan yolu açık tutması önemlidir. 1


Kısacası çorabınızın yırtık olması iyi değildir ve bu yırtığın yamanması gerekir. Ama bilincinizdeki krizsel çatlakları/yırtıkları çorabınıza benzeterek alelacele yamamaya kalkarsanız, elinize geçen bu zihninizi tefekküre açacak olan imkânı da berhava etmiş olursunuz.

Dolayısıyla basit bir yanlış anlamayla, her tür çatlağı veya yırtığı (krizi) çorap söküğüne benzeterek yamamaya/örtmeye çalışmak, zihninizin açıldığı bu tür sorunlar üzerinde derinlemesine bir tefekkürden uzak durarak salt biçimsel ve yüzeysel çözümler üretmeye kalkışmak, dahası krizleri bir tefekkür/kritik fırsatı olmaktan çıkararak bir açık kapatma operasyonu haline getirmek, belki kimi sorunların üstünü kapatabilir ve geçici iyileştirmeler sağlayabilir ama temeldeki sorun baki kaldığı gibi daha da derinleşir. Hatta bu tip biçimsel iyileştirmeler, trajik bir kötülük üretme potansiyeline de sahiptir.


Geçtiğimiz yüzyılın başlarında, burjuva veya liberal siyasetin bir kusuru olarak eleştirilen kararsızlık ve kararların ertelenmesi ya da köktenci bir kararcılıktan kaçınmanın yarattığı (ya da buna atfedilen) geç kalma duygusu, Alman siyasetçileri kadar siyaset bilimcilerini de oldukça rahatsız etmekteydi.

Almanya'nın sair Avrupa ülkelerine nazaran moderniteye 2 geç kalmışlığıyla da pekişen ve bunu telafiyi amaçlayan kararcı bir militarizm (Nazizm), bu siyasal boşluğu doldurmaya heveslenecek ve kendisine benzeyen bir siyasal ve coğrafi kuşağı da etkileyecektir. 


O dönemin kararcılık arzusuna siyasal meşruiyet kazandırmak kadar çareler de üretmeye çalışan Carl Schmitt'in "Siyasi İlahiyat"ı, "Egemen, olağanüstü hale karar verendir" 3 cümlesiyle başlamakta.

Ona göre siyasal kararcılığın babası Hobbes'tur. İnsanı insanın yurdu değil de kurdu olarak tanımlayan Hobbes.

Hobbes ise işe "hakikat"in dışlayıcı bir tanımı ile başlar:

Yasayı yapan otoritedir, hakikat değil. 4


Bu, bir açıdan ise otoriteyi, yani iktidarı hakikatleştirmektir. Foucault'dan yola çıkarak söyleyecek olursak, İbranî (İbrahimî, nebevî) bir kökene dayanan sorumluluk siyaseti yerine, Atina kökenli mülkiyetçilik siyasetinin bir vaz'ı.

Temelde metafizik ile bağlarımızı koparan "iktidarın hakikatleştirilmesi" ise, göğümüzü basıklaştırdığı gibi, bizi de olguya tâbileştirir.

Oysa hakikati erişilmez bilen bir yaklaşım, siyasal çoğulluğa elveren bir biçimde üzerimizdeki göğü genişletir, erişim yollarımızı çoğaltır.


İnsan kadar toplumun da kendiliğiyle arasındaki mesafeyi ölçmeyi ve bir kendilik bilincinin ortaya çıkmasını sağlayan sınırdurumların aşılmasında temayüz eden kararcılığı onaylayan bir başka isim ise, Walter Benjamin'dir.

Her ne kadar onun niyeti kadar hedefi de farklı olsa da, o da Tevrat'tan yola çıkarak bir sosyalist ütopyanın inşasına girişir.

(Siyasal) kavram(ın) uç noktada oluş(tuğunu)5 söyleyen Benjamin açısından önemli olan, bu uç noktaları aşma inisiyatifidir.

Kavramı olgudan çekip çıkaran bu aşma halinde belirginleşen ise karardır. Olgunun dışına atılan bu adım, bir özgürleşme kadar, sınırsızlıkla da yüz yüze geliştir.

Gerçi insanı yeryüzüne indiren ve orada sorumlu (halife) kılan da Âdem'in kendisine yasaklanan bir sınırdurumu aşma girişimidir. 


Bir istisna hali olarak, yani devrimci bir şiddetle (ilahî şiddetin kansız tecellisiyle) toplumsalı dönüştüren bir sıçrama ise, Alain Badiou açısından da bir "hakikat olayı"dır.

Ama yine de bu ayrıksı bakış açılarını Hobbes'unkiyle aynı hizaya getiremeyiz. Hobbes'un olgusalla sınırlı mutlak egemenlikçiliği, Makyavelist bir düstur üzerinde işler.

Mutlakçılığı olağanlaştıran bu düstur ise, Schmitt'çi kararcılığa yakındır elbette. Dolayısıyla, toplumsalı sürekli bir savaş hali içerisinde, yani bir dost-düşman ayrımında tutan bir siyasal tavrı tanımlar. 


Bir başka Alman'a, Carl von Clausewitz'e göre de, savaş hali, siyasetin farklı araçlarla sürdürüldüğü bir durum olarak olağana dahil edilir.

Elbette ki böylesi bir durumun siyasalı askıya alan bir durum olarak değil de, "olağan" bir siyasal durum olarak tanımlanması, siyasala yüklenen aşırı bir anlamdır.

Michel Foucault ise, meseleye farklı bir açıdan bakar ve tam aksi bir biçimde, siyaseti savaşın farklı araçlarla sürdürüldüğü bir durum olarak tanımlar.

Yani bu anlamda siyaset, vahşetten medenileşmeye doğru bir gidişat, yani savaşın ehlileştirilmesi anlamına gelmektedir.

Chantal Mouffe'un da olumladığı bir biçimde antagonizmalar (karşıtlıklar) üzerinden işleyen, çatışma durumlarını tasfiye etmektense bu durumları siyasal oyuna dahil eden agonistik (rekabetçi) bir siyaset anlayışı. 


Toplumsalı sürekli bir kriz durumunda gören kararcılık hali, bu kriz durumundan mutlakçı egemenliğe evrilen modern bir meşruiyet söylemi çıkarır.

Siyasal ve hatta felsefi kritiğin bir kriz halinin ürünü olduğunu da akılda tutarak, Carl Schmitt'in bu kriz haline yüklediği bir başka meşrulaştırma biçimini, yani bir "savaş durumu"6nun da bu kriz halinin bir ifadesi olduğunu hatırlayacak olursak, içerisinde bulunduğumuz "iç ve dış düşmanlar"la sürdürülen savaş halinin ve buna dair söylemin hangi politik felsefeden beslendiği de daha bir belirginleşir.


İşte tam da orada karar uğrağının bir delilik uğrağı olduğuna dair Kierkegaardçı varoluşçuluğun tespitiyle yüz yüze geliriz.

Ve de Derrida'nın yapıbozumculuğunun siyaseti okumasının bir karar ve istikrardan ziyade bir tür "kararsızlık"a demirleme tarzındaki, aslında bu durumun siyasetin/siyasalın başlangıç noktası olduğu yargısıyla.

Zira "yapıbozum, toplumsalın sayısız alanının yapısal karar-verilemezliğini göstererek, toplumsalın olumsallığını (yaratıcı imkânını) açığa çıkartır ve bu şekilde" siyasetin alanını genişletir. 7  

Bu tip bir genişleme çabası ise, attığı adımların anlamını bildiği ve sorumluluğunu üstlendiği ölçüde, özünde olumlu bir çabadır.

Gerçi sınıraşımlarının kararcı bir fütuhatçılık biçimi, sonsuzluğu asimile etmeye çalışan bir hakikatçilikle maluldür.

Oysa Derridacı kararsızlık hali, siyasal özneyi, sınıraşımlarını sürekli sorgulamalarla gözden geçirerek hakikatçiliğe sabitlemeyen bir seferilik hali olarak görür.

Olgu ile hakikat(ler) arasındaki bu tutum, sınıraşımlarını süreklileştirse de, bireyi ya da toplumu, olgu ile muhtemellikler arasındaki bağlarını koparmayan sürekli bir tefekkür ve müzakere halinde tutar.

Bu açıdan demokratik veya müzakereci siyaset, bir hakikatçiliğe bağlanmak yerine, toplumsal kesimlerin üzerinde uzlaşacağı daha pratik ve uzlaşımsal hedeflere yönelir.


Kararlılıkla ilgilenen bir başka düşünür ise, bir ölçüde de olsa "Nasyonal Sosyalizm"e yakın olan Heidegger'dir.

Heidegger'de kararlılık, vicdanın çağrısıyla birlikte zuhur eden endişenin mümkün kıldığı sahici kendi olma kararlılığıdır. 8


Schmitt'e göre kararlı oluş, dost ve düşman arasındaki kavgada politik yerini belirginleştirmedir. Heidegger'de ise bu durum, üstlenmekle yükümlü olduğumuz yazgıdır.

Bu anlamda yazgı, reaktif (icbar edilmiş) bir yüklenme olmayıp, kendi varoluşumuza dair bir yola koyulma ve hatta yolda oluştur.


Schmitt'çi kuşağın, yani Birinci Dünya Savaşı'nda yenilen ve bu yenilgiden bir çıkış yolu arayan Almanya'nın öyküsünü bir başka biçimde okumak da mümkün.

Bu dönem Almanya'sının öne çıkan bilim insanları, siyasetçilerden çok fizikçiler, özellikle de atom fizikçileriydi.

Dönemin önemli düşünürlerinden biri olan Oswald Spengler'den de yararlanan ve aslında bir fizikbilimci olan Paul Forman'ın iddiasına göre bu dönemde belirlenimciliğe ve hatta nedenselliğe karşı çıkan Alman fizikçilerinin bu görüşleri, aslında fizik bilimindeki buluşlardan ziyade, sosyopsikolojinin veya kültürün bilim dünyasındaki bir etkisinin sonucudur.

Yani belirlenimci olan klasik fiziğin yaklaşımlarına karşı, kuantum fiziğindeki parçacıkların davranışlarının öngörülemezliği ve belirlenemezliği düşüncesi, kendilerine yüklenmiş olan "kader"i (belirlenimi) aşmak isteyen Alman düşünürlerinin iradeciliğinin bir ifadesi; bu iradeciliğin bilimsellikle temellendirilmesidir; yoksa tersi değil.

Forman, fizikçilerin aslında nedenselliğe, mekanizme ve rasyonalizme muhalif bir kitleye oynadıklarının ne derece bilincinde olduklarını sorgular. 9 


Dolayısıyla fizik dünyaya bakıştaki bu değişim, gerçekte toplumsal dünyaya bakıştaki bir değişim ihtiyacının ifadesi olarak, toplumun üzerindeki sosyo-entelektüel ve politik baskıya karşı bir tepki, bundan bir çıkış yoludur. 


Gerçi toplumsal kültürle bilim ve hatta dinî anlayışlar arasındaki etkileşim üzerinde öteden beri durulmaktadır. Ama bu, çoğu kez bilimin dönüştürücü bir etken olduğu varsayımı üzerinden sürdürülen bir yaklaşımdır.

Oysa burada tam tersi bir iddia, aslında bilimsel yönelimin, hem de devrim niteliğindeki bir yönelimin toplumsallığın kültürel etkisine dayandığını öne sürmektedir.

Toplumsal "rasyonalite"ye (ve de belirlenimciliğe) ve bunun toplum üzerinde yarattığı olumsuz baskıya tepkiye dayanan bu yeni bakma biçimi (belirlenimcilik karşıtlığı), atom fiziğinin bilinmeyen dünyasının oldukça farklı bir bakışla okunmasına da yol açmaktadır. 


"Rasyonalite" ise, bu anlamda verili (bilimsel/siyasal/emperyal) iktidara veya toplumsal gerçekliğe işaret eder.

Buna karşı çıkış da ister istemez cari rasyonelliğe karşı ve hatta irrasyonel bir pozisyon üzerinden kendisini ifade eder veya oradan doğru yola çıkar.

"İrrasyonalite", mevcut paradigmaya karşı çıkış (itiraz) olarak, yeni bir "ratio" arayışının veya öteden beri baskılanmış olan bilinçdışının isyanıdır.

Aslına bakılırsa verili olan durum (bilimsel ya da siyasal paradigma) miadını doldurmuştur ve bu verili gerçekliği aşabilmek için, dünyaya farklı bir yerden (mevcut paradigmanın dışından) bakılması gerekmektedir.

Ve hatta bu, aslında farklı bir dünya inşa edilmekte olduğunu da duyurmaktadır. Tüm bunlara dair oldukça çarpıcı örneklere, Thomas Kuhn tarafından, "Bilimsel Devrimlerin Yapısı" adlı eserinde de yer verilmektedir.


Carl Schmitt'in iradeciliği de sonuçta "liberal" akla (cari egemen akla) karşı bir tezdir. Bu ise, liberallikle beraber pozitivist bir (siyasal, bilimsel) bilincin itibarının sarsılarak, yerine iradeci bir kararcılığın ikamesi için toplumsalın hazırlanması anlamına gelir.

Böylece ve ister istemez de olsa, Nietzsche'nin (daha sonra ise W. Reich'ın) de vurguladığı gibi, faşizm tarafından aldatılmaktan da öte faşizmi arzulayan, vesayetçi (babacı, atacı, Führerci…) ve hınçlı bir kitlenin önü açılmış olur.

Belirlenimcilikten olduğu kadar kararsızlıklardan da kurtulmaya çalışan bir toplum, bu kez de iradeci bir otoriteye tâbilik ve itaatçi (vesayetçi) bir siyasal kültüre teslim olmakla yüz yüze gelir.

Belli bir başarı açlığının ve kurtuluş arzusunun yarattığı bu girişimin önü ise bu kez de bir özgürlük korkusu tarafından kesilir; bu ise başlangıçtaki o olumlu arzuyu/çabayı yıkıcı (nihilist) bir sona (Tanrı'nın ölümüne) doğru sürükler.

Tanrı'nın öldüğü, yani hakikat arayışından umudun kesildiği noktada ise kitle, indirgenmiş bir hakikat olarak Führer'e tutunmaktan başka bir yol bulamaz.

Nitekim benzeri hikâyeler farklı biçimlerde de olsa Sovyetlerde, İtalya'da, İspanya'da ve hatta Türkiye'de de yaşanır.


Aslında kapitalizmin doğuşunda Max Weber tarafından temel etken olarak kabul edilen Protestanlığın niyeti de uhrevî olmasına karşı, bundan oldukça katı bir dünyevî bakış (sekülerizm), daha doğrusu bir yaşama tarzı ve dünya görüşü ortaya çıkmıştır.

Geleceğin kurgusundaki bu "şeytanî" aldanışların nasıllığı da tartışma götürür elbette. Zira asıl amaçlanan gerçekten uhrevîlik midir sorusuna dümdüz bir cevap vermek de mümkün değildir.

Dolayısıyla burada ütopik veya mevhum bir geleceğe yazılmaktan çok, arzulanan bir geleceğin kendisini icadından, yani o mevhum geleceğin kendi geçmişinin yollarını döşemesinden (nedenleri kadar gerekçelerinin icadından veya kurgulanışından) söz edilse yeğdir. 


İslam tarihinde de, Emeviler karşısında yenilgiye uğramakla kalmayan, bir de kendi haklılığının karşılığının bu olmasına bir türlü anlam veremeyen Şia ve Şia'ya yakın Sünnilik, bu olan biteni anlamlandırmak için, Abdullah b. Sebe gibi kışkırtıcı tipler icat etmek bir yana, bir de bu çöküntüden kurtulabilmek için, "Mehdîlik" gibi kurtuluşçu bir akım ve beklenti de tahayyül etmiştir.

Kendisini gerekçelendiren bir geleceğin bu tahayyülü, giderek bir gerçekliğe de dönüşecektir. Bir dönemin ya da kuşağın ürettikleri gerekçeler ve kurdukları tahayyüllerin ucu, giderek bu tahayyüllerin Peygamber tarafından da doğrulandığına dair rivayetler üretmeye dek varan bir inanışlar manzumesine dönüşecek ve hatta bu manzumeye inanarak kendilerini "Mehdî" ilan eden kişiler de ortaya çıkacaktır. 

 

 

1. Heidegger, Düşünmek Ne Demektir? Paradigma Y. s. 55
2. Modernite, yani: Aydınlanma, kapitalizm, demokrasi, sömürgecilik, bilimsellik, rasyonalite… süreci.
3. Carl Schmitt, Siyasi İlahiyat, Dost Y. s. 13
4. Age. S. 38

5. “Kavram en uç noktada oluşur.” (Walter Benjamin) Alıntılanan yer: Carl Schmitt, Siyasal Kavramı, Metis Y. s. 13
6. Carl Schmitt, Siyasal Kavramı, Metis Y. s. 5
7. Chantal Mouffe, Yapıbozum ve Pragmatizm, İletişim Y. s. 9
8. Onur Kartal, Başkasının Politikası, İletişim Y. s. 133
9. Robert P. Crease, A. Scharff Goldhaber, Kuantum Dönemi, Planck, Bohr, Einstein ve Heisenberg Belirsizliği Sevmeyi bize Nasıl Öğretti, İstanbul Bilgi Üniversitesi Y. s. 73


*Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Independent Türkçe'nin editöryal politikasını yansıtmayabilir.

© The Independentturkish

DAHA FAZLA HABER OKU