Kurtulmuş'tan "yeni anayasa" açıklaması: Bayramdan sonra partileri ziyaret edeceğim, bundan çekinmem, hepsiyle görüşürüm

“Mühim olan partilerimizin kendilerinin anayasa değişikliği konusunda hazır olabilmesidir”

Fotoğraf: AA

Türkiye Büyük Millet Meclisi (TBMM) Başkanı Numan Kurtulmuş, İstanbul Göztepe'deki TBMM Filizi Köşk Sosyal Tesisi'nde medya kuruluşlarının genel yayın yönetmenleriyle iftar programında bir araya geldi.

Kurtulmuş yaptığı konuşma sonrası basın mensuplarının sorunu yanıtladı:

Moskova’daki terör saldırısının ayırt edici ne özelliğini görüyorsunuz, Çünkü bu bir dönüm noktası olabilir. Küresel savaş başlatabilir dediniz. Nasıl bir analiz yapıyorsunuz acaba da küresel savaş riski görüyorsunuz?

Görünen çok açık. Bir kere Rusya'nın özellikle Ukrayna konusunda daha sert bir tutum almasını sağlayacak bir saldırı olduğu, hedeflerinden birisinin bu olduğu çok net görülüyor. Zaten Rusya'dan gelen ilk tepkiler de bu yönde... Rusya da herkes de biliyor ki bu örgütlerin hiçbirisi tek başına değil. Kendi ülkelerinin başkentlerinin sokaklarında dolaşmayı doğru dürüst bilmeyen adamların dünyanın en büyük metropollerinden birisi olan Moskova'da böylesine büyük bir eylemi yapabilmesi, çok üstün bir istihbarat desteğiyle mümkün olabilir. Bunu siyasetten azıcık anlayan herkes biliyor. Dolayısıyla birtakım istihbarat birimlerinin, devletlerin terör örgütüne en azından koruyucu, yol gösterici, lojistik veya istihbari destekler sağladığı belli oluyor. Rusya bu saldırıyı sadece bir terör tehdidi olarak değil, kendi varlığına ilişkin bir tehdit olarak algılıyor. Fail olarak ilk Ukrayna'yı göstereceği de belli...

Öyle görünüyor ki Netanyahu ve hükümeti bir şekilde gözden çıkarılmış olabilir. Onların da bir şekilde arka planda bu eyleme destek verdiği düşünülebilir. Amerika'nın BM’deki oylamada çekimserliği de öyle kolay bir şey değil. Ama bütün bunlar bizim dışarıdan okumalarımız... Çok net olan bir şey var; Rusya da bunu bu şekilde algılıyor. Bu doğrudan doğruya Rusya'nın bölgedeki varlığına, daha doğrusu bu kadar güçlü olmasına karşı yapılmış bir şey... Şunu çok net söyleyebiliriz. Batı, Rusya'yla mücadelede başarısız olmuştur. Şimdi değil, 2014’te Kırım'ın ilhakı konusunda ağzını açmayarak... O zaman bir tek Merkel bir şeyler söylemeye çalıştı. Onun da gücü yetmedi. O sıralar ABD’nin stratejisi de çok fazla bu işlere bulaşmamak daha kenarda durmaktı. Hatta Avrupa'da NATO varlığının zayıflatılmasını da öngören bir stratejiydi.

Ukrayna da Rusya da çok büyük kayıplar verdi. Rusya belki ilan ettiğinin çok üstünde kayıplar verdi. Öyle anlaşılıyor ki bu savaşın Ukrayna tarafından da nihai bir zaferle bitirilmesini, en azından şimdilik istemeyen bir klik, bir tez var. Bu çok net görülüyor. Aksi takdirde en başında İstanbul'daki barış görüşmelerine destek verirlerdi. Biz mesela iki alanda çok başarılı olduk. Bunlardan ilki esir takası, ikincisi de tahıl koridoru... Zaman zaman her ikisinde de tıkanmalar olmasına rağmen... Türkiye defaatle tıkanan bu süreçleri aştı. Ama bizim gösterdiğimiz çabanın tam tersine çabalar da oldu. Bunların bir kısmı barış istiyormuş görüntüsü altında aslında savaşın devamından yanaydı. Dolayısıyla Rusya, ister istemez bu saldırıyı hayati bir mesele olarak görüyor. Sadece bir terör saldırısı olarak gördüğünü zannetmiyorum. Ben de bu saldırının, aynı 11 Eylül saldırıları gibi, oyunu değiştirmek için bazılarının Rusya’da kurguladığı bir saldırı olduğuna inanıyorum.

Sayın Cumhurbaşkanımız Netenyahu'yla veya başka diplomatik kanallarla görüşmeler gerçekleştiriyor. Gazze'ye uygulanan şiddeti engelleyebilecek görüşmeler gerçekleştiriyor. Sayın Cumhurbaşkanımızın İsrail'e karşı bir duruş sergileme niyetinin olduğu, güç gösterisi gerçekleştirme niyetinin olduğu söylentileri vardı. Sayın Cumhurbaşkanımız bu düşüncede iken, devlet kadroları raporlarıyla bunu engelledi mi? Ya da böyle bir güç gösterisini gerçekleştirmekten vaz mı geçti Türkiye? İkincisi de “anayasayla ilişkin olarak önümüzde iki görev, ödev var” dediniz. Birincisi anayasa… Bu, Sayın Davutoğlu'nun Suriye'ye götürdüğü anayasa değişikliği gibi Türkiye'den istenilen, ABD’nin istediği bir anayasa değişikliği mi, yoksa Türkiye'nin çıkarları doğrultusunda, menfaatleri doğrultusunda istenilen bir değişiklik mi?

Şimdi önce şunu söyleyeyim. Türkiye ilk andan itibaren Gazze'deki katliam ve İsrail'in saldırganlığı karşısında tavrını çok net bir şekilde ortaya koymuştur. Daha birçok ülke Hamas'ın ismini anmakta tereddüt ederken Türkiye Cumhurbaşkanı büyük bir cesaretle Hamas'ın bir terör örgütü olmadığını, kendi vatanlarını savunan insanlar olduğunu ifade etmiştir ki, zaten İsrail'in bu süreçteki en büyük kabuslarından birisi bu oldu. İlk andan itibaren bütün platformlarda bu konudaki görüşlerimizi dile getirdik.

Biz başından itibaren mücadele ediyoruz. Birleşmiş Milletler’den bir karar çıkarabilmek için mücadele verdik. İkincisi garantörlük imkanı için mücadele ettik, Türkiye'nin müdahalesinin arkasındaki şey imkan odur. Kıbrıs'a nasıl müdahale ettik? Kıbrıs'a müdahale edebilmemiz için bir garantörlük mekanizması kurulmuştu. Burada da böyle bir mekanizma kurulabilir mi? Bunun için çok mücadele ettik. Zaman zaman müzakerelerde buna yakın bir noktaya gelindi. Ama sonuç alınamadı.

Türkiye İsrail'in bu saldırgan tavırlarına karşı uluslararası camiayla birlikte bir fiili müdahalenin zorunlu olduğuna inanmıştır ve bunu her platformda dile getirmiştir. Ama maalesef bugünkü şartlar içerisinde gerçekleşemedi.

Anayasa meselesine gelince… Anayasa konusunda yıllardır konuşuyoruz, siyasi hayatımız boyunca konuşuyoruz. Sadece biz konuşmuyoruz, bütün siyasi partiler aynı şeyi söylüyor. Türkiye'nin kendi inisiyatifleri ile, kendi ihtiyaçlarıyla oluşturduğu, demokratik, kapsayıcı, kuşatıcı ve sivil bir anayasaya ihtiyacı var. Ne zaman yeni bir anayasa yapımı tartışılsa bazı çevrelerden, ‘Anayasa yapabilmek için kurucu meclisin olması lazım.’ tepkisi geliyor. Kusura bakmayın, 1960 darbesinin anayasasını onaylayan meclis kurucu meclis oluyor; 1982 Anayasası’nı kabul eden meclis, kurucu meclis oluyor da bu milletin seçtiği meclis niye anayasa yapamıyor? Biliyorsunuz en az iki asra yakın bir süredir anayasacılık tecrübemiz var bizim. Artık Türkiye'nin darbe anayasasından kurtulması lazım. Bu savsaklanamaz, ötelenemez, üstü örtülemez bir meseledir. Dolayısıyla hiçbir şekilde, içeriden, dışarıdan, başka birilerinden sufle edilerek söylenecek bir anayasa teklifine ihtiyacımız yok. Bu millet bütün farklı siyasi farklılıklarıyla kendi görüşlerini toplar ve olgun bir sürecin sonunda da kendi ihtiyacı olan bir anayasayı, yeni bir anayasayı gerçekleştirebilir.

Sizin konuşmanızdan anladığım, seçim sonrası temel gündem maddesinden birisi anayasa değişikliği ve yeni bir anayasa. Bu yeni anayasada biz ne gibi değişiklikler bekliyoruz ya da hedefliyoruz Türkiye olarak? 1982 Anayasası özgürlükleri kısıtlayan bir anayasa, askeri darbe sonrası hayata geçmiş bir anayasa. Ancak Türkiye'nin başka sorunları da var. Mesela çözüm süreci gibi bir süreç yeniden yürütülür mü? Yani bazı sosyolojik meseleler de bu anayasaya girer mi?

Anayasa konusunda bu nedenle partilerin fikirleri önemli. Yani herkesin kendi görüşleri olabilir, partilerin kendi görüşleri olabilir. Kimisi çok eskilerin tabiriyle mufassal bir anayasa yapmayı uygun görebilir. Kimisi daha kısa bir anayasa teklif edebilir. Bunların hepsi tartışılır. Mevcut anayasada da aslında yer almaması gereken, yasalarla düzenlenebilecek bazı hükümler yer alıyor. Bana şahsen fikrimi sorarsanız ben tek maddelik bir anayasa yazardım. ‘Devlet, adaleti sağlamakla yükümlüdür.’ Bütün devletin sistemini bunun içerisine yerleştirirsiniz. Ama bizim şahsen ne düşündüğümüzün, nasıl bir anayasa teklifi yapacağımızın ötesinde aslolan nasıl olgun bir tartışma zemininin oluşması sağlayabileceğimizdir.

Bence çözüm süreci ve anayasa tartışmaları birbiriyle bağlantılı değil. Anayasa konusunda ihtiyacımız bellidir. İki süreci birbirine karıştırmamak lazım. Tabii şunu da çok net söylemek isterim. Özellikle bu bölgede Türkiye'nin artık terör diye bir meselesinin kalmaması lazım. Çukur eylemlerinden sonra devletin başarılı olmasının temel sebeplerinden birisi örgütle vatandaş arasındaki ayrımı yapabilmiş olmasıdır. Ben hep şunu söylüyorum; terörün arkasındaki bütün destekler ortadan kaldırılıncaya kadar Türkiye'nin terörle mücadelesi devam etmek mecburiyetindedir. Bunu yaparken içeride vatandaşlarımızın özgürlüğünü artırmak, bireysel hak ve inisiyatiflerini daha yüksek seviyede kullanmasını temin etmek için ileri adımlar, demokratik adımlar atılmalıdır.

Türkiye-Irak ilişkilerinde bir yakınlaşma var ve Bağdat yönetiminin PKK'yı terör örgütü ilan edip etmemesi gibi bir mesele var. Bunun için de Irak parlamentosunun kararı gerekecek. Ama onların da çok parçalı bir yapısı var. Şimdi Sayın Cumhurbaşkanının nisan ayında bir Irak ziyareti olması bekleniyor ama sizin Irak Meclis Başkanıyla, o parçalı yapıyla görüşmeniz, buna dair yürüteceğiniz bir diplomasi olacak mı?

Tabii özellikle terör meselesinde Türkiye'nin ciddiyetini görmüş vaziyetteler. Ama esasında terör örgütlerinin Irak'a da çok büyük bir zarar verdiği ortadadır. Irak fiilen parçalanmış, dağılmış vaziyettedir, yönetilemez durumdadır. Türkiye'nin hem Irak konusunda hem Suriye konusunda başından itibaren yaptığı en olumlu işlerden birisi iki ülkenin de toprak bütünlüğünün temini için çaba göstermesidir. Irak tarafı bunu çok net bir şekilde görüyor. Bu terör örgütlerinin kendilerine de zarar verdiğini görüyor. Zor bir iş tabii dediğimiz gibi her bir terör örgütü aslında başka bir ülkeyle de dış teması, diplomatik teması yürütmeyi zorunlu kılıyor. Çok hassas, çok fazla da gürültülü olmayan bir süreç yürütülüyor. İnşallah hem Türkiye'nin sahadaki varlığı hem de diplomasi masasındaki başarılarıyla belli bir noktaya gelinebilir. Ama işin acı tarafı, bu konuları konuştuğumuzda yüreğimiz sızlıyor. Göz göre göre Amerika'nın işgaliyle birlikte başlayan süreç, önceden tahmin ediyorduk, böyle bir işgal olursa sonucu buraya varır. O zaman tahmin ettiklerimizin hepsi maalesef gerçekleşti. Irak paramparça hale, Suriye yönetilemez hale getirildi, Libya, Yemen parçalandı, Lübnan aynı şekilde… Türkiye, bir taraftan güncel siyasi meseleleri takip ederken diğer taraftan da bölgenin bütünlüğü perspektifine de dikkat çekiyor. Bütün muhataplarımıza bunu anlatıyoruz. Önümüzde iki yol var. Ya emperyalistlerin bu bölgede çizdiği yeni neo-emperyal tezler çerçevesinde sıramızın gelmesini bekleyeceğiz ya da hep beraber kendi ortak menfaatimize olan sonucu elde edeceğiz. Onun için ben Irak’la inşallah kalıcı bir sonuç elde edileceğini düşünüyorum. Evet, çok parçalı bir yapı var orada ama bunu aşacağımızı düşünüyorum. İyi bir istikamette gidiliyor, detaylı görüşmeler yapılıyor.

Bu soruyla ilgili olarak İran’ın PKK’ya karşı tutumunu değerlendirebilir misiniz?

Tüm bölge ülkelerine bu terör örgütlerinin şu ya da bu şekilde zararı var. Zaten İran'la da ortak teröre karşı, PKK-PJAK terörüne karşı ortak hareket de ediliyor. Ben yoğun bir çalışmayla sonuç alınabileceğini görüyorum.

Türkiye'de ne zaman anayasa konuşulsa herkes daha özgürlükçü, daha insan merkezli bir anayasa istediğini söyler ama yapmaya gelindiği zaman siyasi partilerin tavrı ne olacak? Meclis’te temsil edilen siyasi partilerimiz nasıl yaklaşıyor? Yani bu anayasa, Meclis tarafından yapılabilecek mi? Yoksa biz bir daha sandığa gidecek miyiz?

Bayramdan sonra nasip olursa partilerimizi de ziyaret edeceğim. Bundan da hiç çekinmem. Tek tek hepsiyle görüşürüm. Orada da inisiyatif alırım. Mühim olan partilerimizin kendilerinin anayasa değişikliği konusunda hazır olabilmesidir. Hazır olan partiler var, sürece ihtiyacı olan partiler var. Sonra sivil toplum, üniversite, hukuk camiası ile görüşülmeli, buralardan da fikir ve öneriler alınmalı ve sonuçta hepsinin müzakere edileceği resmi bir platform Meclis’te oluşturulmalı… Ben adının nasıl şekilleneceğinin üzerinde durmuyorum. Burada esas olan iyi niyettir. ‘Yapmak istiyorum.’ Evet, herkes bunu söylüyor. ‘Yapmak istiyorum’ diyen iyi kötü yapar. Hiç kimsenin dediklerinin yüzde 100 hepsi olmayabilir. Partiler için söylüyorum. Ama sonuçta iyi niyetli bir şekilde yaklaşılırsa ben sonuç alınacağından eminim. Bunun için de tabii önce Meclis’teki tansiyonun düşürülmesi, diyaloğun kurulması lazım.

Dikkat ederseniz, bana ziyarete gelen bütün parti gruplarına iadeiziyarete gittim. Grubu olmayan partilerin temsilcilerine de gittim. Diyalog zeminini sağlam, güçlü bir şekilde kurmak lazım. ‘Yapmak istemiyorum’ diyene de yaptıracak bir şey yok. Kimseyi zorlayamayız. Hiçbir siyasi partiye, illa sen bu sürecin içerisinde yer alacaksın diyemeyiz. Ama ben Meclis Başkanı olarak herkese açık davetimi, bu konunun önemini bir kere daha hatırlatarak, kaçınan partilerin milletçe bir şekilde görüleceğini ve olumlu katkı sağlamalarını temin etmekle kendimi vazifeli atfediyorum.

Anayasanın ilk dört maddesi konusunda siyasi partiler arasında anlaşmazlık oldu, uyuşmazlık oldu, her defasında konularda kilitlendi. Bu da herkesin malumu. Bu konuda herhangi bir gevşeme ya da herhangi bir esneme söz konusu olabilir mi? Çünkü hem Milliyetçi Hareket Partisi, yüz maddelik bir anayasa çalışması yaptı, bunu sanırım AK Parti'ye de iletti Milliyetçi Hareket Partisi yetkilileri. Ama bir taraftan Cumhuriyet Halk Partisi de bir çalışma yapmıştı. Bunda da anayasanın ilk dört maddesinin dokunulduğu, dört maddesinin yer almadığı söz konusu olmuştu. Bundan sonraki süreçte böyle bir çalışma geldiğinde ne gibi bir adım atılabilir?

Önce ittifak edilecek hususların gündeme getirilmesi lazım. İlk dört madde konusunda partilerin bir ittifak halinde olmayacağı aşikârdır. Dolayısıyla tartışmalı olduğu belli olan bir konunun gündeme getirilmesi lüzumsuz yere gündemi işgal etmektir. Onun için ilk dört maddenin bu tartışmalarda gündeme alınmayacağı aşikârdır.

Türkiye'nin geleceğini de yakından ilgilendiren süreçlerin gerek Gazze meselesi, Filistin meselesi olsun gerek Suriye meselesi olsun gerek ara bulucusu olmaya çalıştığımız Ukrayna-Rusya savaşı olsun bu süreçlerin hepsinin akamete uğramasında veya uğratılmaya çalışılmasında karşımızda hep mensubu olmaya çalıştığımız Batı kulübünü görüyoruz. Bunun bu şekilde devam etmesi sizce Türkiye'nin bir yol ayrımında olduğunu mu gösteriyor? İkinci olarak da Hamas'ın Türkiye'deki temsilcilerinden Basem Naim bizi ziyarete geldiğinde sohbetimizde şunu söylemişti, yirminci yüzyılda Siyonizme karşı mücadelemizde bir ilki başardık, Aksa Tufanı Operasyonu'yla. Bunları sıralarken baş maddelerde de şunu söyledi. İsrail'in yenilebileceğini dünyaya gösterdik. Bu dünyada bir ilktir. Şimdi siz vekalet savaşlarından bahsettiniz, vekalet örgütleri, terör örgütleri, vekil devletler dediniz. İsrail'i söylediniz. Ukrayna'yı da ima ettiğinizi anlıyorum. Tabii Suriye'yi de bunun içerisine katabiliriz. Vekalet örgütlerinin saldırılarına, terör faaliyetlerine rağmen hedeflerine ulaşamaması, vekil devletlerin de yine aynı şekilde saldırganlıkları karşısında yenileceklerinin ortaya çıkması, asıl devletlerin yani Batı hegemonyasının artık yenilmeye başladığının ve dünyadaki bu hegemonyanın bitişe gittiğinin bir göstergesi midir?

İkinci Dünya Savaşından sonra kurulan sistem, malum 1945-1990 arasındaki dönem, her yerde iki devletin başat olarak ülkeleri yönlendirdiği bir dünya sistemiydi. 1990’dan sonraki dönemde bu sistem yer ile yeksan oldu. O dönemde Amerika Birleşik Devletleri, tek kutuplu dünya sistemi diyerek tek başına egemen olacağını ilan etti. Ama malum ABD önderliğindeki Batı, kendisi için yeni düşmanlar icat etti. Afganistan meselesi ve İslam dünyasının yeni bir düşman olarak ortaya konulması anlayışı vesaire…

Gelinen noktada şunu gördük ki; ABD öncülüğündeki Batı hâkimiyeti Afganistan'dan hızla çekilmek zorunda kalarak sona ermiştir. Bir düzeni kalmamış dünyada, potansiyel olarak her tarafta büyük çatışmaların çıkabileceği bir dönemdeyiz.

Türkiye olarak bu süreci umarım daha iyi değerlendiririz. Yeni dünya dengeleri içerisinde, bu bölgedeki denklemlerde, ana aktörlerinden biri olma potansiyeline sahip olan ülke Türkiye'dir. Dolayısıyla Türkiye ne şu eksene ne de bu eksene göre kendisini konumlandıramaz. Türkiye milli eksenini tahkim etmek zorundadır. Bunun için mücadele etmek mecburiyetindedir. Bu anlamda, tarihsel olarak büyük avantaj elde ettiğimiz kanaatindeyim. Dünya sisteminin çökmüş olması, ABD’nin forse ettiği Batı hâkimiyetinin dağılmış olması, 1940-1945 sonrasında oluşmuş küresel kurumların çökmüş olması, evrensel olarak söyleyecek sözü olanların sözünün daha fazla geçerli olabildiği bir dönemi işaret ediyor. Türkiye'nin bu anlamda büyük bir avantaj elde ettiğini düşünüyorum.

Hiç kimsenin eksenine girmek mecburiyetimiz yoktur. Türkiye zaten kendi eksenini inşa ediyor, gerçekleştiriyor. Özellikle milli savunma sanayindeki başarılarımız artarak devam ederse zaten Türkiye'nin çok daha güçlü bir şekilde yoluna devam edeceği açıktır. Biz kendi eksenimize, kendi köklerimize döner, kendi milli karakterimiz üzerinden yükselebilirsek Türkiye'nin geleceği açıktır.

Dünyaya büyük hayal kırıklığı yaşatan İslam dünyası da karşımızda duruyor. Özellikle Gazze meselesinde. Hemen bir olağanüstü toplantı yapıldı, bir temas grubu kuruldu fakat neticesinde bir etkinlik göremedik. İslam dünyasının mevcut halini nasıl okuyorsunuz? Kısa veya orta vadede bir düzelme, gelişme ihtimali görüyor musunuz?

Cevabı açık. Çok kötü görüyoruz. Mevcut durumumuz maalesef, yürek parçalayıcı bir haldedir. Bunu da söylüyoruz. Avrupa Birliği'ne laf söylüyoruz, NATO'ya laf söylüyoruz. Birleşmiş Milletler’e laf söylüyoruz. Eyvallah, bunlar bizim sorumluluğumuz. Ama İslam İşbirliği Teşkilatı da nerede? Bunu sormak da herhalde sorumluluğumuzdur.

Maalesef bu süreçte çok derli toplu bir vaziyette duramadık. Ben gittiğim ya da konuştuğum İslam ülkelerinin temsilcilerine hep şunu söylüyorum; hoca camide namaza durduğu zaman geriye döner, ‘Ey cemaat saflarınızı sık tutun. Safların sıklığı namazın sıhhatinin şartlarındandır. Çünkü safları sık tutmazsanız araya şeytan girer.” Siyasi olarak farklılıklarımız olabilir ama sonuçta biz saflarımızı sık tutmazsak araya başkaları girer. Mevcut durumumuz bu.

7 Ekim'den iki gün sonra 9 Ekim'den itibaren çok sayıda ülkeyle temaslarımız oldu. Zaman içerisinde şunu gördüm ve çok memnun oldum. İslam ülkelerinde olağanüstü yüksek bir bilinç ortaya çıkıyor. Burada Türkiye'nin ve Tayyip Erdoğan'ın tarihsel bir katkısı, rolü vardır. Cesaretle kalkıp gerekenleri söyleyebilmesi, birçok ülkeyi cesaretlendiriyor. Öyle ülkeler var ki isimlerini söylemeyeyim, meclislerinde kınama çıkmamış. En son Fildişi Sahili’ne gittiğimizde Meclis Başkanı, güzel bir konuşma yaptı. O toplantıya kadar Fildişi Sahili’nde İsrail karşıtı bir tek demeç çıkmamış. Çok güzel, yerli yerinde bir konuşmaydı. Ertesi gün ülkedeki bütün gazetelerin manşetinde yer aldı. Dediler ki “burası için bir devrim.” Artık İslam Dünyası da yavaş yavaş cesaretlenmeye başlıyor.

Önümüzdeki dönemde üç alan görüyorum. Bunu da her yerde söylemeye gayret ediyorum.

Bunlardan birincisi Netanyahu ve hükümetinin yalnızlaştırılması. Çok hızlı gelişecek bu netice, önümüzdeki günlerde göreceksiniz.

İkincisi İslam dünyasının birliğinin, beraberliğinin temin edilmesi. En azından siyasi birliğinin temin edilmesi...

Üçüncüsü ise insanlık cephesinin tahkimi… Yeryüzünün her yerinde dini, diyaneti, rengi, dili ne olursa olsun kalbinde zerre miktar insanlık olanlar sokaklara çıktı. Bu gerçekten planlasanız yapılamayacak bir şey. Bir insanlık cephesi oluştu. Türkiye olarak üzerimize düşen bir sorumluluk da insanlık cephesini tahkim etmektir. Böyle yapabilirsek İslam dünyasının içinde bulunduğu durumda da süratle bir iyileşme sağlanacaktır. Türkiye cesaretle öne çıktı.

Bir de İslam ülkeleri kendi iç problemleriyle uzunca bir süredir meşguller... İlk sefer dışarıda büyük bir tehdidin olduğunu bu kadar net algıladılar.

Az önce safları sıklaştırmaktan bahsettiniz. İslam aleminin tutumundan bahsettiniz. Komşusu açken tok olmanın da ne kadar hassas bir durumunda olduğumuzu gösteriyor. Gazze’den gelen görüntülerde, Gazze’de açlıktan, sefaletten ölen çocukların görüntülerini görünce gerçekten içimiz kan ağlıyor. Bu duruma Türkiye gibi sesini yükselten, bu konuda tepki gösteren başka bir ülke var mı?

Bu sürecin devam etmesini istemeyiz. Ama bu süreç devam ettikçe şunu gördük ki çok sayıda ülkeden de sesler çıkmaya başladı. Siyasi partilerden, milletvekillerinden… Geçen Biden'ın yüzüne karşı İrlanda başbakanı saydı döktü. Çok nezaketli bir üslupla söyledi. İrlanda, İspanya, Latin Amerika'da çok sayıda ülke ciddi ses çıkarmaya başladı. İngiltere parlamentosunun içerisinde de Filistin davasını destekleyen sesler yükselmeye başladı. Ama en önemlisi, ilk zamanlarda gösteriler yasaklanmış olmasına rağmen halkların önemli bir kısmı hükümetlerini dinlemedi. Yüz milyonlarca insan, beklenenin çok üstünde insan sokaklara çıktı. Bir reaksiyon halinde şu anda. Bir siyasal bilince dönmüş değil. Burada da Türkiye ön alabilir. Yeni küresel, siyasal mimari tezimizin fevkalade önemli bir politik argüman olduğunu görüyorum. Dünya beşten büyüktür diye özetliyoruz; Afrika, İslam ülkeleri, Latin Amerika niçin temsil edilmiyor. Niye beş ülkenin veto yetkisi var? Böyle bir sistem nasıl ayakta durabilir?

Dünya şu noktaya geldi; buna seyirci mi kalacak, reaksiyon mu gösterecek? Bunu sürdürmek lazım, uzun süre devam edecek bir mücadele haline getirmek lazım. Tabii bunun ilk adımı Netanyahu ve çetesinin tasfiye edilmesi, tasfiyeyle de kalmayıp uluslararası ceza mahkemesinde hesap vermeleri, öyle olmasını temenni ediyoruz.

Son dönemde Avrupa Birliği'ne yönelik mesajlar çoğaldı Türkiye'de. Almanya'yla da yakın temastayız bu konuda görüldüğü kadarıyla. Nisan ayında Steinmeier'in Türkiye'yi ziyareti söz konusu. Mayısta Sayın Şimşek gidecek, Bolat yakın tarihte gitti. Eylül'de bir daha gideceği gözüküyor programına göre. Sizin bu konuda bir ziyaret düşünceniz var mı? Ve bu süreci nasıl değerlendiriyorsunuz?

Türkiye'yle Avrupa Birliği ilişkileri hiçbir zaman doğrusal bir şekilde yürümedi. Hep inişli çıkışlı oldu. İlişkilerin çok gergin olduğu zamanlardaki sorumlusu da hiçbir zaman Türkiye olmadı. Avrupa Birliği çok açık çifte standartlar uyguladı. Bunlardan biri mesela tam üyelik sürecinde gösterdikleri tavırdır. Türkiye bu konularda hiç taviz vermedi. Yani tam üyelik süreci sizin inisiyatifinizle değil, karşılıklı müzakereler ile yürüteceğimiz bir şeydir. Şimdi esas tartışma; Türkiye-AB ilişkilerinin nasıl olacağından ziyade Avrupa'nın kendi içerisindedir.

Birinci tartışma, AB genişleyecek mi, daralacak mı? İkinci tartışma, AB, Amerika'nın boyunduruğu altında mı kalacak, daha bağımsız bir yol mu izleyecek? Üçüncü tartışma ise Alman inisiyatifi mi, Fransız inisiyatifi mi baskın olacak? İngilizler kendilerini dışarı çekerek tartışmaların biraz dışında konumlandılar.

Benim şahsi kanaatim Avrupa Birliği Kırım'ın işgaline bir şey diyemeyerek zaten politik olarak birkaç adım geriye çekilmiştir. Şimdi NATO, aracılığıyla derlenip toparlanmaya çalışıyorlar. Bu süreç Avrupa'nın kendi iç tartışmalarını belirleyecektir.

Avrupa genişlemek istiyorsa dikkate alacağı en önemli ülke Türkiye'dir. Türkiye çok kültürlülüğü, farklı fikirleri barındırabilme potansiyelini Avrupa'ya kazandırır.

Tabii bir başka önemli tehlike, dünyanın geleceği için çok büyük tehlikelerden birisi de; Avrupa'da yükselen aşırı sağ, ırkçılık ve faşizmdir. Bu tür politik kaymalar Avrupa'nın ana akım damarlarını zehirliyor. Yabancı deyince tüyleri diken diken olan kayda değer bir kitle var. Bu kitlenin oyunu almak için ana akım siyasetçiler bile o dile yakın mesajlar vermektedir. Dolayısıyla bu kitlenin bakışında Türk, kötü bir şey… Üstüne son 10-15 yıldır devam eden İslamofobi artık aleni bir İslam düşmanlığına dönüşmüştür. Demokrasi, fikirlere saygı, dinlere, inançlara hürmet gibi AB’nin en temel tezleri, değerleri çiğnenmiştir. Bence Türkiye ile Avrupa ilişkilerini konuşurken önce Avrupa'nın bu durumunu müzakere etmek lazım. Biz bu sürecin başından itibaren hiç bu oyunu bozan olmadık. Ama kaç yıl oldu? Yetmiş küsur yıl devam eden bir süreç. Türkiye buna razı olmaz. AB, eğer iyi bir gelecek tasarlayacaksa Türkiye'yle iyi ilişkiler kurmaya muhtaçtır. Bu anlamda hem AB’nin kurumsal yapısıyla hem de ikili olarak iyi ilişkilerimizi sürdürüyoruz. Her gittiğimiz platformda yetkililerle görüşüyoruz, konuşuyoruz. Onlara da bu uyarılarımızı yapıyoruz. Yani orada da makul siyasetçiler artan İslamofobi ve ırkçılığın ne büyük tehlike olduğunu görüyorlar.

Gazze’de diyelim ki bir ateşkese varıldı. Netanyahu hükümeti de zayıflatıldı. Yeni bir dönem başladı. Bu noktada bazı yorumlar çok uluslu bir barış gücü bölgede konuşlanabilir diye. Sizce Türkiye böyle çok ulusu barış gücü içinde yer almalı mı? İkinci sorum da aslında Türkiye'nin kendi içsel meselesine yönelik. Anayasa tartışmaları var. Siz de dolaşacağım ve fikir soracağım dediniz. Fakat bir yandan da Türkiye'de yargı reformuna yönelik de iktidar cephesinden gelen bazı çalışmalar yapıldığı söyleniyor ama son dönemde şunu da biliyoruz ki yargının en üst düzeyinde büyük gerilim yaşandı. Hatta bunu son olarak Can Atalay davasında Meclis’te de biliyorsunuz büyük eleştiriler eşliğinde büyük kavgalar oldu, gerilimler oldu. Bu yönde Meclis Başkanlığına da eleştiriler geldi. Sizce bu yargının en tepesindeki gerilim sönmeden, bu anayasa tartışmaları bir yere varır mı? Yargı reformu da herhangi bir adım atılabilir mi? Muhalefet cephesiyle birlikte iktidar arasında bir konsensus sağlanabilir mi?

İkincisinden başlayayım. Tabii sağlanır. Siyasette iyi niyetle sonuç alınmaz diyenler var ama ben tam tersini düşünüyorum. Yani iyi niyetle başlanırsa herkes eteklerindeki taşları dökerse sonuç alınır. Zaten son yargı krizinde de gördüğümüz şey buydu. 12 Eylül darbesini yapanlar, bu anayasayı yapanlar çok açık söyleyeyim, hiçbir şeyi öyle tesadüfen yapmamışlar. Anayasanın içinde birtakım mayınlı alanlar bırakmışlar. Bunlardan birisi de yargı organlarının arasındaki olası tartışma ve çatışma meselesi. Bu tartışma ve çatışmayı ortadan kaldıracak şey Meclis’in iradesidir, yani milletin iradesidir. Niye partiler bu konuda oturup anlaşamasınlar, uzlaşamasınlar? Bunlar konuşulabilir.

Bireysel başvuru hakkının sınırları konusu vesaire, bunlar apayrı alanlar. Belki bir kısmı yasayla düzeltilebilir. 165 bin dosya var şu anda Anayasa Mahkemesi'nin önünde. Yani tarla sınırlarının ihlali bile bireysel başvuru dolayısıyla Anayasa Mahkemesi'ne geliyor. Belki bu alan bireysel haklar, siyasi özgürlükler gibi alanlarla çerçevelenebilir. Yeter ki doğru, olumlu adım atılabilsin. Ben sonuç alacağımızı düşünüyorum.

Gazze meselesi çok açık görüldü ki, bugünün meselesi değil. İsrail, güçten başka bir şeyle durdurulamıyor. 1948’den itibaren, her gün, her hafta, her ay adım adım, köy köy, şehir şehir işgal ederek, o meşhur harita görüldüğü gibi Filistinlilere ait olan toprak sadece yüzde 10-15 civarında kalmıştır. En son bugün Avrupa  Birliği'nden eleştiri geldi, İşgalci hükümet 8000 dönüm toprağı yeni yerleşim alanı olarak ilan ediyor. Birleşmiş Milletlerin bir sürü kararı var, İsrail'i durdurmak için. Niye durdurulamamış? Arkasında destekleyen güçler var, karşında ise bir güç yok.

İsrail'in fiilen uluslararası hukuka aykırı attığı bu adımları önleyecek bir mekanizma mutlaka kurulmak zorundadır. Barış gücü, en önemli tedbirlerden birisidir. Bizim garantör olmak dediğimiz şey bu… Türkiye'nin de içinde bulunduğu, tercihen bölge ülkelerinden bir barış gücü oluşturulabilirse İsrail bu kadar rahat adım atamaz. Biliyor ki dünyanın kılı kıpırdamayacak. Adam bombaları yağdırıyor, orayı uçuşa yasak bölge ilan et, bir tane İsrail uçağı kalksın bakalım. Dolayısıyla bunun uluslararası bir mekanizma içerisinde önlenmesi mümkündür. Türkiye'de böyle bir barış gücünde yer alır.

 

Independent Türkçe

DAHA FAZLA HABER OKU