Yalnız Ağacın Derdi: Yoksul uğuldar, dünya duymaz

Mustafa Orman Independent Türkçe için yazdı

Fotoğraf: X

Kozasına çekilir, iki göz odada utancını evlere açar, evin haysiyetine sığınır yoksul.

Öyleymiş, öyle bellenmiş. Yüz bin yıllık uzaklık, yüz bin yıllık bekleyiş.

İnsan, kalbinin eğilişine rastladığında görünmez bir asanın vuruşlarıyla ezilir, büzülür.

Ruhu daralmışsa, evlerin gününün cefasına yakalanmışsa, kalabalık yüzlerin durduğu tepenin dibine yuvarlanmıştır.

İşte o an her şeyi yavaşça bırakır yoksul. Ahını yanına alır ve gider. Amansız savaş meydanında saldıranın da saldıraya uğrayanın da rolünü geçirir üstüne.

Ve dünyaya seslenir, olmadı uğuldar ama dünya duymaz. 


Yoksul lekelenir. Herkes ölür, yoksul hayattayken duyulmaz, ancak ölünce duyulur.

Yoksul ölür, herkes hikayesine üşüşür.

Ali Şeriati'nin "Dün komşumuz açlıktan öldü, bugün cenazesinde kurban kestiler" sözü;

İnsan, yaşarken bir eli omzunda görmedikten sonra neye yarar?

Kimi yarar bu askıları önceden hazırlanmış kader yuvasında?

İyi ama Orhan Kemal'in dediği gibi, "Haysiyet, şeref, namus… Evet ama, yenir miydi bunlar, içilir mi?"

Yoksulun kader iması, düzenin dirliğine konulmuş bir taş olarak düşer. Düzen sürsün diye.

Oysa yoksulun koyduğu taş, yüklendiği haysiyet ve utanç güçsüzü böler, güçlüyü sıkıca yan yana tutar.

Yoksulu durmadan, yangınların ve yıkıntıların ortasında yoksulluk utancını daha da artırarak, yoksulluğun imtihanına inandırmaya çalışanlar, altın kaplamalı musluklarının altında meyvelerini yıkarken hiçbir vicdan muhasebesine girişmezler.

Fakat yoksul, bir leke gibi taşıdığı bu kaderin bir de vicdan azabını çeker.

Hz. Ali'nin "Eğer yoksulluk bir adam olsaydı onu öldürürdüm" deyişini düşünmez hiçbir iktidar ehli.

Yoksullar, Allah'ın talihsiz çocukları değildir. İktidarın bilerek kenara ittiği, yaşam utancını sürekli hatırlatarak yanında tuttuğu, yoksulluğu iyi ve haysiyetli bir Allah'ın kulu sloganıyla susturduğu insanlardır.

Yine Orhan Kemal'in "Bereketli Toprak Üzerinde" kitabında söylediği soruya dönelim:

Bu Allah hep onların Allah'ı mıdır nedir? Fakir fukaraya garaz tekmil.
 

 

Eğer yoksulluk mümin için bir ödül ise;

Neden zenginler bunca şatafatı Allah'ı dilinde bozuk para gibi gezdirerek konuşur?

Neden yetinmez, neden daha çok ister?

Yoksulun haysiyetli imtihan fikri, sesini durmadan kısar, bir şey isteyemez, anlatamaz, işaret edemez.

Gölgelerde, kuytularda kalır yoksul. Bilen bilir, yoksul utancından hiçbir şey istemez, içine çekilir.

Sesini kısar. Haysiyetini dile düşürmez. Yoksulluk utanç ile haysiyet arasında gider gelir.

Toplumun öğreti saydığı bu kuyu, sonsuz bir eylemin önüne geçer. Eylemi yok ettiği gibi eylemselliği de engeller.


"Mülk Allah'ındır"

Her apartman girişinde "Mülk Allah'ındır" yazısı kazılıdır.

Düzenin devamına bir keramet olsun diye kazılmış sloganın ötesinde berisinde dolanan, iki kuruşu yoksulun alın terine olta atan tefecilerin, hac zamanı şişik cüzdanlarını, bir tövbe ve tavafla Allah'ın huzurunda günahlarını affetme planı bu yüzdendir.

Dindarlığın garazı yoksulu dinle hep aç tutmakken, şükür sofrasından kaldırmazken onları, dini nispetinde kendine bir yaşam pay biçerek zenginliği Allah'a bağlar böylece.

Ne ilginçtir ki aynı zengin, yoksulluğu da Allah'a bağlar.

Oysa yoksul, bilmez ve görmezdir; kalbinin temiz inşaasında inandığına boyun eğerken zenginin dini hırpalamalarıyla yere kapaklanır.

Kaderine razı olur. Mülk Allah'ın değil, hacca gitmek de bir tatil artık.

Çünkü yoksul hacca da gidemez, yoksul pencerenin önünde boynunu büker ne Allah'a bilenir ne de hayata öfke duyar.

Uyutulmuş bir terbiyeyle kendine yenilmeye devam eder.

Yoksula parmak sallayan zenginler ve iktidarlar, öteki dünya inancıyla bu dünyaya yalan söylerken "Mülk Allah'ındır" tabelası yine görünür.

İyi de durup yoksula Ebuzer El Gıfari'nin sesiyle, "Evinde ekmek bulunmadığı halde, kınından sıyrılmış kılıcıyla isyan etmeyen adama şaşarım" 1 demek de lazım.

Çünkü uyuşturulmuş ve iktidarsız bir yoksul, her bir korkunçluğu yapmaya da teşnedir. 

Günün birinde değil, nedense her gün yoksulun kini, öfkesi yine yoksula çalışır. İktidara ve zenginlere kalkacak olan el hep karşısındaki yoksula kalkar.

Yoksul, yoksulu hırpalar, değersiz bırakır, haset eder, sabah akşam yetersizliğini yoksuldan çıkarır.

İnsanın, en derininde yaptığı bu haksızlığı tiksinti ve iğrençlikle vicdanında karşılaştığında, yüzüne ve ruhuna bu mahcubiyet olarak düşer.

Belki de kendi hayvani yönüyle karşılaşır. Yoksul burada da sınıfta kalır, karşısındakine yaptığı haksızlığın altında da ezilir, büzülür.

Ve sessiz, dilsiz kalarak hiçbir zaman kendini anlatamaz. 


"Fakirlik ayıp değil"

Savaşların, krizlerin, felaketlerin ortasında hiçbir sistem insanların yaşamıyla, yoksulluğuyla, dertleriyle neredeyse ilgilenmez.

İktidarın ve sistemlerin tek amaçları var, kendi devamını sağlamak uğruna insanları avutup vaatler vererek umut kırgınlığıyla süründürmektir.

Bu yüzden, dünyadaki açlığın en önemli sebebidir sömürenlerin çoğunlukta olması.

Walter Benjamin, II. Dünya Savaşı sırasında Almanların "Fakirlik ayıp değil" özdeyişine karşılık, "Hem de nasıl. Hem ne kadar ayıp ediyorlar fakire. Ayıp ediyorlar ve onu bu vecizeyle avutuyorlar. Bir zamanlar haklı sayılabilmiş olan vecizelerden biri bu; son kullanma tarihi çoktan gelmiş" 2 diyerek karşı çıkar buna.

Bugün milyonların fakir olduğu, açlık sınırında yaşadığı bir ülkede pisliğin ve sefaletin utanılacak bir şey olmadığını söyleyenler, altın kaplamalı koltuklarından seslenirler.

"Bütün insanları besleyen tanrıdır, yetersiz besleyen ise devlet" sözü Walter Benjamin'in sistematik olarak karşı çıktığı noktayı derinleştirir.

Tanrının kutsal söylevlerinin insanın inanç dünyasındaki beslenmeye vurgu yaparken, insanın açlık sınırına gelişini ise devletle açıklar.

Çünkü devletler, insanların yaşamın içinde mutluluk ve huzurlu yaşamasını sağlamakla görevlidir.

Bu görev tersine işler, yönetenler daha zenginleşirken halk daha da fakirleşir.

Öyle ki, özdeyişlerle avutma yoluna girerken yönetenler yalanlarla halkı avutmayı iyi bilirler.

Bilinçle kitlelere yutturulan yalanlarla sarhoşluk yaratılır ve böylece yoksulun içinde hapsolmuş boyun eğme büyüsü devreye girerek yönetenlere kalkacak olan kılıcı yok eder bir anda. 


Haysiyetin yenilgisi yoksulluk

Krikor Zohrab'ın "Boyun Borcu" öyküsündeki Husep Ağa karakteri, gittikçe değişen dünyada iki kızına bakamaz hale gelir.

Son raddeye gelir, Üsküdar'daki evine gidemez olur. Gitmek istemez. Yıllardır ticaret yaptığı meşin çantasına bir taş koyar, denize atlayıp intihar eder.

Boğazın akışına bırakır kendini, yıllar yılı yanında ayırmadığı çantasıyla birlikte.

Yoksulluk haysiyet meselesi haline geldiğinde ne yaşam kalır ne de insanın bakabileceği bir gelecek.

Yoksulluk içkindir, içten içe çürütür insanı. Artık hayata devam edemez.

Husep Ağa, utanç ve haysiyet silsilesinde hayata yenildiğini ilan eder. 

fazla oku

Bu bölüm, konuyla ilgili referans noktalarını içerir. (Related Nodes field)

Husep Ağa'nın yıllar önce yaşadığı bu acıklı hikâyenin binlercesi yaşanmıştır dünyada.

Haysiyet sınavını çocuklarının açlığı karşısında öylece bırakan bir adamın hikâyesi geride kaldı elbet.

Aynı hikâyenin yükü, yıllar sonra gazetelerde gördüğümüz, günlerce gündemden düşürülmeyen en sonunda da unutulan binlerce olay yaşandı.

Bu sefer, bir annenin çocukları karşısındaki yoksulluk haysiyeti devreye girer.

Adana'nın Seyhan İlçesi'nde bir anne, çocukları üşüdüğü için son parasıyla odun alır.

Islanan odunları tutuşturamaz. Sesini içine kısar, saç kurutma makinesini açar çocukları ısınsın diye. Sonra tavana ipi geçirip asar kendini.

Yaşam nerede delinir? Hangi haysiyet ve utanç sınavında bağırır yoksul?

Ne zaman ayaklanır ne zaman peşine düşer ezer geçer hakimlerin hâkimi o tepelerdeki yüzleri?


Orhan Kemal, "50 Kuruş"

Orhan Kemal "50 Kuruş" öyküsünde yoksulluğu gurur abidesi sunumuyla gazete dağıtan çocuğu anlatarak vermeye çalışır.

Hasta, zayıf, babası evi terk ettikten sonra sorumluluk alan çubuk gibi bir çocuk.

Yazarın anlatıcı olarak sunduğu atmosfer, gazeteci çocuğun bir gün hastalıklı gelmesi ve yazarın ona yardım etme isteğiyle başlar.

Orhan Kemal, 50 Kuruş'ta toplumsal hafızanın yarattığı bilinci gurur ve dürüstlükle verir.

Buradaki "gurur" çocuğun yaşam öğretisinden geldiği gibi gösteren ile gösterilen arasındaki vurguyu da aşılar.

Gösteren olarak yazar, çocuğu gurur ve haysiyetten geçirerek "gösterilen"i öykünün merkezine oturtur.

Yüzeydeki kılcal yapıyı derinlerde gösterme hassasiyetiyle metne yaklaşır Orhan Kemal.

Yoksulluğu yüzeyde tutarken yoksulun gururunu merkeze oturtarak, yoksullara yönelik bir çerçeve çizer.

Geçim kaygısını çocuğa dair çizdiği pencereden veren Orhan Kemal, toplumsal refleksi ve dayanışma pratiğini kendinde vererek gazeteci çocuğu tepkisel bir düzleme oturtur: Bu da gurur olarak öne çıkar.
 

 

Gazeteci çocuğa çıkarır ilaç parasını verir, ama çocuk bu parayı her gün gazete karşılığında ödeyeceğini söyleyerek kabul eder bunu.

Çocuk borcunu nihayetinde kapatmak uğruna her gün gazetesini getirip bırakır, ta ki 50 kuruş borcu kalana kadar.

O günden sonra gelmez, yazar anlatıcı meraklanmaya başlamışken gazeteyi başka bir çocuk getirir.

En sonunda ise gazeteci çocuğun kardeşi bir "havadis" olarak kapıya dayanır.

Öykünün sonundaki merak duygusunun doyurulması ve gerilim bir anda yaşanır: 

"Ağabeyim, kusura bakmasın, dedi amca!"

"Ne bu?"

"Elli kuruş borcu kalmış size de…"

"Kendisi nerede?" 

Ağlamadı, hıçkırmadı. Taş gibi, "Öldü," dedi. "Dün Edirnekapı'ya gömdük…"

Elli kuruşu uzattı. Sonra çekip giderken:

"Gazete, havadis!" 


Orhan Kemal, öyküde yoksulun gururunu ve dürüstlüğünü abide olarak dikerken yoksulluk meselesini de yüzeyde tutmayı sürdürür. 


Sömürgeci zihnin yoksulluk romantizmi

Ferit Edgü'nün "Hakkari'de Bir Mevsim" romanındaki dolaylı ya da dolaysız çokça paylaşılan ve önümüze düşürülen "portakal" fragmanı, yoksulu tersten konuşturur.

Çünkü sömürge zihni, şokla kibarca anlatır her şeyi. Yoksulun portakal görmediğine yönelik inancını, yine yoksulun sesiyle cafcaflarken vicdan muhasebesinden sıyrılır sanır.

Yoksulluğun geldiği noktada, sistemin yegâne temsilcisi devlet ve iktidarların görünmez kıldığı, kültürün dışına ittiği bir noktada portakal sahnesi, sorunun kökenine inmekten alıkoyar yazarı.

Yoksulluğun ve açlığın sebebi, coğrafi koordinatlara sıkışmış şehirler ve halklar mıdır?

"Hakkari'de Bir Mevsim"de dramatize edilen olayın arka perdesi hiçbir zaman belirmez.

İster yazar ister din adamı ister Marksist ister sanatçı olsun sömürgeci zihinden azade değildir.

Sahne şöyledir:

Alaaddin geliyor. Gece. 

Hoca, benim kardeş hasta, diyor.

Nesi var? diyorum.

Ateşi var çok, diyor. Ölecek.

İlaç vereyim mi? diyorum.

Hayır, portakal ver, diyor. 

Portakal yememiştir hiç.


Yazarın tamamıyla zihnini açığa çıkaran belirti "İlaç vereyim mi? diyorum" cümlesiyle başlar.

İyilik karinesi yarattığı atmosferde, bir anda Alaaddin'in karşı çıkışıyla dramatize ederek kendini muaf konuma getirir.

Yazarın bir gereklilik etrafında yapacağı herhangi bir hamlesi olamaz burada.

Çünkü daha doğduktan sonra bu zihinle yaşar ve bu onun bütün dünyasına yapışır kalır. Kurtulamaz ondan. 
 

 

Öğretmenlerin sömürgeci zihni, yalnızca Ferit Edgü'nün "Hakkari'de Bir Mevsim" eseriyle sınırlı tutulamaz.

Günümüze dönüp bakalım. Dijital çağda, ünlü olma uğruna yoksul öğrencileri kullanışlı bir forma sokan öğretmenlere ne demeli?

Öğrencilerin hallerini fotoğraflayıp ağlamaklı videolarla, hiç de iyimser olmayan dilenci sıfatını iyice gösteriye dönüştüren öğretmenler, bir anda binlerce takipçi kasarak, yoksul çocukların gururlarını kıran bu insanlar da sömürgeci zihnin birer ürünüdür.

Öyle ki bu öğretmenler, öğrencilere farkında olmadan o kadar büyük bir yoksulluk verdi ki, 90'lı yılların başında futbolcu, ressam, arabesk sanatçısı vb. olmaya çalışan öğrencileri bir anda sosyal medyada ünlü olma yoluna etti.

Peki, zihin yoksulu olan bu öğretmenler, yaşama dair hiçbir şey veremediği bu çocuklara, dönüp kendisine baktığımızda kendine ne verebilir?

Ruh yoksulu bir insan kendine dair hiçbir şey veremez.

Eğer her şey iyilikse, bir inanış kültürü olarak bu gösteriliyorsa, o halde sormak lazım iyilik gizli yapılan bir eylem değil midir?


İnsanın insana yaptığı barbarlık da yoksulluktur

İnsanın insana yaptığı barbarlık da yoksulluktur; çünkü barbar dili iyi kullanır, barbar kibardır, barbar nahif görünür, barbar sevecendir, kabul ettirir kendini bir yalanla hakikat diye.

Barbar, yalnızca kendini gösterme çabasındayken başkalarını yok etme fikriyle, "öteki"ye dönüştürmekle yanıp tutuşur.

Barbar, mütevazıdır. Barbar aynı zamanda dedikoducudur. Kendini temize çekerken dedikoduyla başkalarını kirli gösterir.

Mevki, koltuk, ün uğruna yapmayacağı şey yoktur barbarın.

Dünyanın en yoksuludur barbar. Ama herkes ruh zengini sanır, bir yanılgının kenarında otururlar o yanılgının sarhoşluğuyla yaşarlar.

Bakanı görmezler, görene bakmazlar. Barbar, her sahnenin hakikisidir; politik doğruculukla her türlü atfı yaptırır kendine.

İnsanlık kılığında gezinir. Ama insani yanları yoktur barbarın. 

İnsan ilişkilerinin merkezinde her daim yer alan açıklık ve dürüstlük kavramı aslında her daim bir yalan prosedüründen ibarettir.

Çünkü insanlar, yalanın hakikat karşısındaki çekiciliğinden hemen çelinir bir tarafa; tehdit olarak görür hakikati.

İnsanların korktuğu bir tanrı yok. İnsanlar, birbirlerini tanrı yerine koyarak birbirlerinden korkarlar.

Ölüm duygusunu kabullenmiş bir insan ne bir korkuya sahip olur ne hasete ne açgözlülüğe ne yalana ne de kargaşaya tamah eder.

Çünkü ölüm hakikatiyle yalnızca kalp sofrasına açar kendini. Hasete ve açgözlülüğe bulaşanın işi zordur, durmadan kalbini hırpalar.

Ölümü kabullenmek ebediyen her şeyi arkanda bıraktığın gibi dünyaya daha saf ve temiz bakmaya iter insanı. Hayatiyetini görür doğada.

Ali Şeriati yoksulluğu başka bir aralıktan görür:

Her yerde olan fakirlik açlık ya da açıklık değildir. Fakirlik para ve altına sahip olamama da değildir. Fakirlik, sahafta satılmamış bir kitabın üzerindeki tozdur. Fakirlik, kağıt imha makinasında, gazete parçalayan bir bıçaktır. Fakirlik, arabanın camından dışarıya atılmış muz kabuğudur. Fakirlik yemeksiz geçirilen bir gece değildir, fakirlik 'düşünmeden' geçirilen bir gecedir." 3


Sohbetin yoksullaştığı, dostluğun sıradanlaştığı, arkadaşlığın alkıştan ibaret olduğu, samimiyetin öldüğü; yapılmamışın yapılmış, yapılmışlığın yapılmamış gibi gösterildiği, olmamışın olmuşluğa hükmettiği bu zamanda, yoksul kim, yok olan kim?

Kimdir bu yoksul?

 

 

Notlar:

1.  Ali Şeriati, Ebuzer
2.  Walter Benjamin, Tek Yön
3.  Ali Şeriati, Anne Baba Biz Suçluyuz

*Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Independent Türkçe'nin editöryal politikasını yansıtmayabilir. 

© The Independentturkish

DAHA FAZLA HABER OKU