Cumhuriyetin 100. yılında kültür ve sanat hafızası

Ahmet Güneştekin Independent Türkçe için yazdı

Fotoğraf: Twitter

Türkiye'nin modernleşme projesinde kültür politikalarının büyük bir rolü var.

Bu nedenle cumhuriyetin kuruluşundan bu yana sanatın amaçlanan modern ulusu temsil etmede nasıl kullanıldığına dair tartışmalar yaşanmıştır.

Sanatla ilgili tüm bu tartışmalar aslında bize modernlik ve uygarlık fikirlerinin, sanatın her zaman reddetmek zorunda olduğu şiddet süreçlerine ne kadar borçlu olduğunu gösteriyor.

Cumhuriyetin kültür politikaları, kuruluşundan itibaren modernliğin vazgeçilmez unsuru olan estetik alanında modernist eğitim anlayışını temel almıştır.  

Bu anlayış estetik eğitimin modern kişiliği şekillendirdiği fikrini paylaşıyordu. Sanatı destekleme ve sanata erişimi sağlamanın temelinde bu varsayım yatıyordu.

Kültür politikası yalnızca sanat üretimini düzenleyen bir mekanizma değil, aynı zamanda sanatın nasıl algılandığını çerçeveleyen bir mekanizma olarak da çalışıyordu.

Burada sanatın devlet tarafından nasıl işlevsel hale getirildiğine bakarken, servet vergisi dahil olmak üzere, tarihsel olarak azınlıkların mülksüzleştirilmesiyle ilgili sessizlik oluşturan bazı kırılma anlarına da bakmamız gerekiyor.

Yeni sanatsal eğilimlerin bu alanda oluşan boşluklarda nasıl inşa edildiğini anlamak, geleceği nasıl hatırlayacağımızı belirleyecek unsur olacak.


Kültürü ve sanatı çevreleyen projelerin ve sanatsal üretimlerin etnik homojenlik fikrine bağlı olduğu, etnik çeşitliliğe yapılan herhangi bir göndermenin kavramsal bir tehdit oluşturma potansiyeli üzerinden bir geçmiş anlatısının nasıl oluştuğunu analiz etmemiz gerekiyor.

1930'lu yıllarda Türkçe dışındaki dillerin kullanımını suç sayan, ulus devleti sağlamlaştırma çabasına dayanan "Vatandaş Türkçe konuş!" kampanyası bana en çok cumhuriyetten öncesinin kültür evrenini düşündürüyor.

Türkiye'nin modernleşmesini yeterince temsil edemediği varsayılan kültür kaynaklarına ne olduğunu düşünüyorum.

Sanat koleksiyonlarını, yasaklanan dillerin kültürel üretimlerini de dahil edebileceğimiz bu kaynakların çoğu günümüze gelmiş midir?

Büyük olasılıkla kaybolmuş ve yok edilmişler ya da en iyi ihtimalle bugün dünyanın başka yerlerine dağılmışlardır.

Bu kültürel miras reddedildiği için, bugün, çeşitli bedeller ödeyerek de olsa, cumhuriyetin resmi anlatısı içinde dile getirilemez tarihsel olaylar üzerinden sessizliklerin kırıldığı anlara tanık oluyoruz.

 
Türkiye'nin sanat politikasının olmadığı algısını yaratan bir düşünme alışkanlığı gelişti.

Tarihsel olarak konuya bu şartlanmayla bakmak doğru olmayabilir.

Çağdaş sanat üretimine yönelik sadece düzenleyici bir yaklaşım izlendiğini ve bunun da anayasal olarak güvence altına alınan ifade özgürlüğüne rağmen devlet güdümlü sansürde en açık ifadesini gördüğümüzü düşünüyorum.

Yönetimler cumhuriyetin kurulduğu günden bu yana, yaptıklarıyla ya da yapmadıklarıyla özel sektördeki kültür ve sanat girişimlerini bile yönlendiren bir çerçeve oluşturmuştur.

Bazen sponsorluklar sayesinde, bazen bağımsız olarak, bazen de programlı bir şekilde.

Dolayısıyla cumhuriyetin uygulamalarına kültür ve sanat üzerinden bakacaksak sansür politikalarından da bahsetmemiz gerekecek.

 
Bugün ağırlıklı olarak Kürt meselesine ve diğer devlet şiddeti örneklerini içeren çalışmaları sansürleme çabalarını izliyoruz.

Dolayısıyla ifade özgürlüğünün ülkenin resmi hafıza rejimi tarafından nasıl sınırlandırıldığının ana hatları da ortaya çıkıyor.

Burada hem sansürle yakın temasın farklı biçimlerini hem de ilgili aktörlerin çeşitliliğini görebiliriz.

Susturma çabalarının sanatın özerkliği argümanını sanatı politik müdahaleden korumak için değil, sanat yoluyla politik ifadeyi bastırmak için kullandığını biliyoruz.

 
Her yerde olduğu gibi Türkiye'de de son 20 yıldır bir hafıza patlaması yaşanıyor.

100 yıl önce kurulan, homojenliğin modernist anlayışla eş tutulduğu bir geçmiş inşası sarsılıyor ve kültürel çoğulculuk modernliğin eşiği olarak ortaya çıkıyor.

Özellikle iyileşme olarak tanımlayabileceğimiz bu süreçte ötekiliğin hafızası ve mirası ön plana çıkıyor.

Bütün bunlar, resmi anlatıları bozan, rahatsız eden, unutulmuş geçmişleri gün yüzüne çıkaran, yeniden yazan ve bugüne bağlayan sanat eserleri ve sergiler sayesinde mümkün oldu.

Bu sergiler, yalnızca resmi anlatılara ters düştüğü için de değil, tanımı gereği sanatın hakikatle farklı bir ilişkiye sahip olduğu kavramsal sorunuyla da mücadele ediyorlar.

 
Türkiye tarihi boyunca farklı sansür biçimlerine, devlet şiddeti, tutuklamalar, zorla kaybetmeler ve sistematik gözdağı eşlik etti ve bu dönemlerin yerini en azından kısmen daha liberal dönemler almış durumda.

2000'li yıllar boyunca uygulanan anayasal reformların bazılarını bu kapsamda önemli buluyorum.

Bunlardan biri Kürtçe yayının (tercihen devlet kontrolü altında olsa bile) ve yayıncılığın yasallaştırılmasını içeriyordu ve örneğin yalnızca Kürtçede bulunan Q, W ve X harfleri üzerindeki yasağın kaldırılmasını içeriyordu.

Kültürel kaynak olarak dilin tanınmasına yönelik bu reform, politikalarda başka bir değerler dizisine işaret ediyordu.

fazla oku

Bu bölüm, konuyla ilgili referans noktalarını içerir. (Related Nodes field)

Bütün bu süreçler zordu ve genel olarak otosansüre yol açan bir ortam da yarattı.

Ancak sanatçılar olarak zorlu geçmişlerle yüzleşmek için geliştirdiğimiz karşı stratejiler, yaşadığımız coğrafyanın şiddet tarihini perdelemeye hizmet etmeyen stratejiler olmalıdır.

Yalnız geçmişteki şiddeti olaylarının inkarını değil, aynı zamanda bu şiddetin işleyişinin günümüzde nasıl devam ettiğini de çözümlememiz gerekli.

Unutma normalleşmeyi sağladığı gibi milliyetçiliğin daha da güçlü olarak geri gelmesini de sağlayabiliyor.

Türkiye'de gittikçe artan otoriterliğin sanat dünyasındaki etkilerini yaşayarak 100'üncü yılımıza giriyoruz.

Öte yandan dünyada yükselen milliyetçiliğin etkisiyle küresel sanat dünyasının yerel oluşumları nasıl bir çerçeveye yerleşecek henüz öngöremiyorum ama bu durum kültür ve sanat dünyamızı büyük ölçüde etkileyecek.

Kurulduğu andan itibaren Türkiye'de modernliği tesis etmek amacıyla sanatsal ifadede rasyonelliğe ulaşma yönünde tarihsel bir ortak çaba söz konusu olmuştur.

Yeni cumhuriyet kendisini geçmişten farklılaştırmaya çalışıyordu. Osmanlı medeniyeti, özellikle sistematik unutma stratejileri yoluyla tüm bağların koparılması gereken gerici bir unsur olarak nitelendiriliyordu.

Bunun bugün bile Türkiye'de sanat ve kültür politikalarına ilişkin güncel tartışmaları nasıl şekillendirmeye devam ettiğini görebiliyoruz.

Tarihsel kökenlerin sistematik olarak unutulması veya kısmen susturulması, başkalarının normalleştirilmesi şeklinde ilerleyen baskı araçlarının çalışmadığı ve direnişle karşılaştığı bir atmosferde yaşıyoruz.

Cumhuriyetin kültür ve sanatının geleceğine yönelik yöntem ve tartışmaların bu anlayış ve değerler etrafında gelişeceğini düşünüyor ve umuyorum.

 

 

*Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Independent Türkçe'nin editöryal politikasını yansıtmayabilir. 

© The Independentturkish

DAHA FAZLA HABER OKU