Bizden adam olmaz mı?

Esedullah Oğuz Independent Türkçe için yazdı

Kolaj: Independent Türkçe

Çok iyi hatırlıyorum, 1980'lerdeki gençlik yıllarımda çarşıda pazarda, dost, akraba sohbetlerinde en çok duyduğum sözlerden biri "Bizden adam olmaz" şeklindeydi.

Batı'dan gelen harika ürünlere imrenme ve kıskanma karışımı duygularla bakan Türkler, kendi ülkeleriyle ilgili hayal kırıklıklarını bu cümleyle ifade ederlerdi veya ülkede ters giden her şey için "Burası Türkiye, olur böyle şeyler" mazeretini öne sürerlerdi. 

Sonra Turgut Özal'ın iktidara gelmesiyle ülkenin çehresi değişmeye başladı, önce çorak bir araziyi andıran ve yağmur yağınca çamur deryasına dönen stadyumlar yemyeşil sahalara döndü, ardından kentlerden ve kasabalardan başlayarak en ücra köylere kadar her yere, her eve telefon bağlandı.

Çok iyi anımsıyorum, 1986 yılında Tokat'ta göçmenler için yapılan daimi konutlarımıza geçince bizim eve de telefon bağlanmış ve ben kendi evimizden ilk uluslararası telefon görüşmemi, Sultanahmet Meydanı'nda tanışıp dost olduğum Paul adlı bir İngiliz genciyle yapmıştım.

Paul Türkiye'deki köy hayatını merak ettiğini söyleyince onu yaşadığım (Tokat'ın) Yeşilyurt kasabasına davet etmiştim.

Paul'un kasabamıza gelişi olay olmuştu, kasaba ahalisi sirk hayvanı görmüş gibi çevresine toplanmıştı.

Lisenin İngilizce öğretmeni çevremize toplanan insanların hayranlık dolu bakışları altında Paul ile gururla İngilizce konuşmuştu. 

Paul, bizim yeryüzündeki cennet diye bildiğimiz Batı'dan geliyordu, ayrıca her Türk gencinin öğrenmek için büyük çaba gösterip pek çoğunun beceremediği bir dili, anadili olarak konuşuyordu.

Paul sayesinde, (daha doğrusu İngilizce konuşabildiğimin anlaşılması üzerine) benim de kasabadaki itibarım artmış, sık sık mahallemize uğrayan postacı, öğretmen, bekçi ve cami imamı gibi resmi devlet memurları bana daha fazla ilgi ve ihtimam gösterir olmuştu.

Eskiden sokakta karşılaştığımızda, yeniyetme bir delikanlı olarak beni görmezden gelirken, şimdi "Merhaba delikanlı, nasılsın" diyerek selamlıyorlardı. 

Paul ülkesine dönünce irtibatı mektuplarla (ara sıra da telefonla) sürdürdük. Tokat'taki bir köyden Londra ile konuşmak, benim için tarif edilmez bir duyguydu.

Aklıma koymuştum, bir yolunu bulup ben de Batı'ya gidecek ve o cennet hayatı ben de yaşayacaktım.

İlginçtir, iki yıl sonra ben de Batı'daydım ama en istemediğim bir ülkede, Almanya'daydım.

Oysa ben İngilizce konuşulan bir ülkeye gitmek ve orta düzeydeki İngilizcemi bir-iki yılda mükemmel hale getirmek istiyordum.

Münih'ten yayın yapan bir Amerikan radyo istasyonu benim ana dilim olan Türkmence bölümü için haber spikeri arıyordu ve 20'li yaşların başındaki, dünyayı keşfetmeye hevesli kitap kurdu bir genç olan ben de bu iş için biçilmiş kaftandım. 

Batı'da yıllar geçtikçe buradaki yaşamın hiç de cennet olmadığını anlamıştım. Burada insanlar iş için yaşıyordu, işi olmayan birine hiç de iyi gözle bakılmıyordu.

1990'lı yıllarda bir Alman için işini kaybetmek, en az onurunu kaybetmek kadar vahim bir durumdu. Bu durumun şu an da az çok geçerli olduğunu söylemek mümkün.

Batı'da hayata daire her geçen gün yeni bir şeyler öğrenirken aklım hep Türkiye'deydi ve beynimi kurcalayan şeylerden biri "Biz ne zaman bunlar gibi oluruz?" sorusuydu. 

1993'te Özal'ın ölümünden sonra Türkiye, kavgalar, PKK bombalamaları, faili meçhul cinayetler ve nihayet başbakan Ecevit'in ayakları dibine fırlatılan yazar kasa ile zirveyi bulan ekonomik krizlerle dolu koalisyonlar dönemine girdi. 

Ve 2000'li yılların başında Türkiye tam umudunu kaybetmek üzereyken, Erdoğan'ın iktidarı başladı.

Türkiye'nin devrim sonrası İran'ı gibi, bir anda kadınların kara çarşaflara büründüğü, sarıklı cüppeli insanların ortalığı doldurduğu bir şeriat ülkesine döneceğinden endişe edilse de korkulan olmadı.

Aksine insanları hayrete düşüren bir modernleşme hamlesi başladı. Çift gidişli modern otoyollar, köprüler, ülkenin en ücra köşelerine kadar uzanan havaalanları, tüneller, hızlı demiryolları...

Ardından kimsenin hayal dahi edemediği savunma sanayii hamlesi geldi. Roketler, füzeler, zırhlı araçlar, helikopterler ve onları takip eden dronlar.  

Ve Türk savunma sanayii, geçenlerde İstanbul'da bir hafta boyunca ziyarete açılan Türk savaş gemisi TCG Anadolu ile zirveyi zorladı.

Yapımına birkaç yıl önce başlanan Türkiye'nin ilk yerli otomobil markası TOGG da arzı endam etti. 

Ekonomik krizin pençesinde kıvranan Türkiye battı batacak sanılırken, arka arkaya yeni ürünlerin sahneye sürülmesi herkesi, özellikle de Türkiye'nin resmi müttefiki ve gizli hasmı Batı'yı hayrete düşürdü ve biraz da endişeye sevk etti.

Zira Türkiye'nin TCG Anadolu ile zirveyi bulan son teknolojik hamleleri, George Friedman'ın yıllar önceki kehanetini bir kez daha akıllara getirdi.

New York Times'ın köşe yazarı ve "gölge CIA" olarak bilinen düşünce kuruluşu Stradfor'un kurucusu olan Friedman "Gelecek Yüzyıl" kitabında Türkiye'nin yakın bir gelecekte Ortadoğu'da ABD'nin karşısına ciddi bir rakip olarak çıkacağı öngörüsünde bulunmuştu.

Friedman, Londra'da verdiği bir konferansta Türk ordusunun Fransız ve Alman ordusunu birkaç saat içinde halledeceğini belirttiğinde, sözleri salonda gülüşmelere neden olmuştu.

Ama Türkiye'nin Rusya'ya rağmen Dağlık Karabağ'da kazandığı ezici zafer ve yine TSK'nin Kuzey Irak ve Suriye'de arka arkaya gerçekleştirdiği başarılı kara ve hava operasyonlarından sonra Friedman'ın sözleri bir kez daha hatırlandı ama bu kez kimse gülmüyordu. 

Amacım bir iktidar veya AK Parti güzellemesi yapmak değil elbette. Ama Türkiye'nin son 20 yılda geçirdiği değişim ve dönüşüm de kimsenin, en katı muhaliflerin bile inkar edemeyeceği bir gerçek.

Elbette Türkiye bu dönemde demokratikleşme, insan hakları, hukuk devleti, gelirlerin eşit dağılımı, bireysel hak ve özgürlükler konusunda da çok zemin ve zaman kaybetti.

Keşke Türkiye, ekonomik ve teknolojik alanda gerçekleştirdiği atılımları, demokratikleşme ve hukuk devleti alanında da yapabilseydi. O zaman Almanya ve Güney Kore gibi ülkelere yetişemesek bile epey yaklaşırdık. 

1990'lı yıllarda Türkiye, ekonomik kriz, terör ve siyasi kavgalarla boğuşan, savunma sanayiinde tamamen dışa bağımlı, son derece kırılgan ve dış yardımla ayakta duran bir ülkeydi.

20 yıl sonra ise sadece üçüncü dünya ülkelerine değil, Batı'ya bile savunma sanayii ürünleri satacak hale geldi. 

Ve artık kimse, "Burası Türkiye, olur böyle şeyler veya bizden adam olmaz" gibi sözleri ağzına almıyor.

Kıssadan hisse çıkarırsak, buradan şu anlaşılıyor:

Bilim ve teknoloji, Batı'nın tekelinde olan bir şey değil. Akıl ve mantığı rehber edinen herkes, her ülke ve ulus, ekonomik, siyasi ve teknolojik refaha ulaşabilir.

Ve bu refahın sürmesi için de sağlam temellere ihtiyaç var. O temel de demokrasi ve insan haklarına dayanan sağlam bir hukuk devleti.

Öyle bir hukuk devleti ki, o düzende devlet başkanı ile sıradan bir vatandaş hukuk önünde eşit olabilsin, tıpkı Almanya'da, Fransa'da veya İsveç'te olduğu gibi. 

 

 

*Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Independent Türkçe'nin editöryal politikasını yansıtmayabilir. 

© The Independentturkish

DAHA FAZLA HABER OKU