Deprem, darbe ve siyaset: Şili, çocuklarını kurban etmekten nasıl vazgeçti?

Özgür Uyanık Independent Türkçe için yazdı

Fotoğraf: Wikipedia

21 Mayıs 1960 Cumartesi günü saat 6.02'de Şili'nin güney kesimleri büyük bir depremle sarsıldı.

Bugünkü Biobío Bölgesi olan Arauco yarımadası kıyısında büyüklüğü 8,1 ile 8,3 arasında bir dizi deprem kaydedildi. Bu deprem serisinde 14 kentin ortalama yüzde 60'ı yıkıldı.

Başkent Santiago'yla deprem bölgesinin telefon iletişimi kesildi. O günün koşullarında, sadece telsiz yoluyla bağlantı kurabilen bir gazeteci tarafından yıkımın boyutu öğrenildi.

Böylece hükümet dünyaya yardım çağrısı yaptı.

Fakat depremler sona ermemişti. Pazar günü sabah saat 6.33'te ikinci bir deprem dalgası önceki depremde hasar gören binaları yıktı.

Ancak bu defa halk evlerinde olmadığı için, deprem fazla can kaybına neden olmadı.

Aynı gün saat 14.55'te etkilenen şehirleri üçüncü bir deprem vurdu. Yıkılan kentler yanmaya başladı. Su ve kanalizasyon altyapı şebekeleri patladı.

Kentler yaşanmaz hale geldi. İnsanlar yüksek kesimlere kaçmaya başladı.

Ancak bu sadece felaketin başlangıcıydı.

22 Mayıs 1960 Pazar günü saat 15:11'de, insanlık tarihinde daha önce hiç kaydedilmemiş boyutlarda bir tektonik kırılma meydana geldi.

Bu büyük deprem Traiguén yakınlarındaki bölgede başladı ve tüm Şili güney kıyısı boyunca 1000 kilometre ilerledi.

Deprem tufanı giderek şiddetlenerek 9,6 büyüklüğüne ulaştı ve 10 dakikadan fazla sürdü.

Bu şiddette neredeyse 40 deprem peşi sıra gerçekleşti. Şili topraklarında 400 bin kilometre kareden fazla alanı harap etti. 

Adeta yerin altından çıkan bir canavarın darbeleriyle kışlalar, kiliseler, devlet binaları taş taş üstünde kalmamacasına yıkıldı.

Sokakları sular bastı. Deniz karadan 2 kilometre içeriye girdiğinden kıyıdaki yerleşimler sular altında kaldı.

Yer parçalanıyor, volkanlar patlıyor, kentler sular altında kalıyordu. Dünyanın sonu gelmiş gibiydi.

İki gün boyunca süren bu deprem tufanı bir kıyamet sahnesi yaratmıştı. 

Kiliseyle ilişkili birçok Hıristiyan gerçekten de mahşer gününün geldiğini düşünmeye başlamıştı.

Bazıları aklını kaybetmiş gibi, Mesih'in gelmek üzere olduğunu bağırıyordu. Yıkımın ortasında hiç durmadan dua eden gruplar vardı.

Büyük depremden 14 gün sonra Şili yerli halkı Mapuchelere ait La Aracuania bölgesinde, Puerto Saavedra sahilinde, yükselen sulardan kaçarak bir arada durmaya çabalıyordu.

Diğer kentlerde Hıristiyanlar, Mesih'in gelmek üzere olduğunu düşünürken burada Mapucheler de mitolojilerindeki dev su altı yılanı "Kai Kai"nin öfkelendiğine inanıyordu.

Korkudan dehşete düşmüş bir halde, sahildeki ayin tepesine tırmanarak tanrılara yakarıyor, ayinler düzenliyor ve iyi toprak yılanı "Treng Treng"e dua ediyorlardı. 

Yerliler "Kai Kai"nin öfkesinin dindirilememesi halinde herkesin öleceğini düşünüyorlardı.

İnsanlığı bu korkunç sondan kurtarmak için hayvanlarını kurban veriyorlardı. 
 

 

Juana Namuncura adındaki bir kadın Şaman, topluluktaki bir rüyayı yorumladıktan sonra dünyanın yeniden dengesini sağlamak için insanların ellerindeki en değerli şeyi hediye etmelerini istedi.

Yerliler insanlığı kurtarmak için ellerindeki her şeyi vermeyi hazırlardı. Şaman, durumun ağırlığını tartarak 6 yaşında bir çocuğun kurban verilmesi gerektiğini söyledi. 

Böylece, babasız ve annesi başkentte dadılık yaptığı için büyükbabasının yanında kalan José Painecur adında bir çocuk kurban olarak belirlendi.

Kurban töreninin nasıl gerçekleştirildiği tam olarak bilinmiyor. Ya çocuğun boğazını keserek kanını akıttıktan sonra cansız bedenini suya attılar ya da doğrudan.

Fakat herkes kurbanın kalıntılarının hiçbir zaman bulunamadığı konusunda hemfikir.
 

Ayin tepesi.jpg
Kurban töreninin yapıldığı Cerro Mesa / Fotoğraf: Eduardo Luna

 

Depremin son artçı sarsıntısı, kurban töreninin başlamasından sadece 6 saat sonra, 5 Haziran gece yarısında hissedildi.

Gece 01.55'ten sonra yeryüzü tamamen durdu ve sular çekildi. 

İnsanlar da kendi tanrılarıyla sözleşmiş gibi sustu. Hiç kimse bu olaydan söz etmedi. 

İnsan topluluklarını hayvandan ayıran şey, kolektif çalışma ve dayanışma yeteneği değildir.

Zira bu özellikler birçok hayvan grubunda gözlenmektedir.

İnsanların hayvanlardan asıl farkı, oluşturdukları topluluğu her daim koruyacağı düşünülen ahlaki bir zırhla kuşanmış olmalarıdır.

Bu zırh, normal zamanlarda bireysel suç ve günahlarını örtmeye yararken olağanüstü dönemlerde ise işledikleri toplu suçları sebebiyle kendilerini yargıdan korumaya yönelik bir tür örtülü sessizlik anlaşmasına dönüşür.
 

 

Bu sessizlik anlaşması birkaç ay sonra bölgeye gelen iki antropoloğun araştırmasıyla bozuldu.

Antropologlar bölgede insan kurban edildiğinden kuşkulandılar. Araştırma sonucu 6 yaşında bir çocuğun yerli komünü içinde kurban edildiğini ortaya çıkardılar.

Ve bu sayede çocuğun büyükbabası, kadın Şaman ve törene katıldığı tespit edilen birkaç kişi tutuklandı. 

Ancak asıl sorun bu noktadan sonra başladı.

Büyükbaba ve çocuğu öldüren kişi doğrudan cinayetle suçlandı. Fakat Şaman, din otoritesi olarak görevini yapmıştı.

Rüyayı yorumlamış ve insanlığın kurtuluşu için gerekli olanı söylemişti. İnanılan yer altı dünyasıyla insanlar arasında aracılık etmişti.

Şaman kadın, mahkemedeki ifadesinde şunları söyledi:

Büyük bir kötülük için çok büyük bir çare gerekir. Bunun için hayvanlar yetersizdir. Felaketler insanların günahlarının cezasıdır. Hayvan kurbanı, depremleri hafifletebilir, ancak şimdi günahlar normal kurbanlarla ödenemeyecek kadar büyük.
 

 

İki yıl sonra iddia makamı olayı aydınlığa kavuşturan antropologların görüşünü alarak bu olayda kimsenin cinayetle suçlanamayacağı sonucuna vardı. 

Üstelik Şili ceza kanunun 10'uncu maddesi şöyle diyordu: 

...karşı konulamaz bir güçle ya da aşılamaz bir korkuyla hareket edenler cezai sorumluluktan muaftır.


Mahkeme sonuçta sanıkların "özgür iradeleri olmadan, karşı konulamaz bir fiziksel güçle, atalardan kalma geleneklerle hareket ettiklerine" karar verdi.

Mahkeme; yerlilerin bir cinayet işleme amacıyla değil, korkuya kapılarak dünyayı kurtaracakları inancıyla davrandıkları sonucuna varmıştı. 

Ancak bu asla onların inanç dünyasına duyulan bir saygının ifadesi değildi.

Aksine karar onların, bunun bir suç olduğu ayrımına varamayacak kadar ilkel bir topluluk oldukları kanaatine dayanıyordu.
 

 

6 yaşındaki Mapuche'nin kurban edilme hikayesi, Şili toplumu, özellikle de dönemin yazılı basını tarafından sert bir şekilde sorgulandı. 

Yazılan hikayeye göre çocuk, büyücü bir klan tarafından deniz kıyısına sürüklenmiş, öldüresiye dövülmüş ve boğazı kesilerek kalbi ve diğer iç organları çıkarılmış; bunlar da tanrıların gazabını yatıştırmak ve depremlere ve gelgit dalgalarına son vermek için denize atılmıştı.

Mapucheler çocuklarını öldüren vahşi bir topluluk olarak lanse edildi.

Daha ilerici olan başka bir temsilde ise Mapuchelerin devlet tarafından dışlandığı için geri kaldıkları tezine sarılıyordu.

Bazıları ise olayı deli bir Mapuche cadısının çılgınca bir fikri olarak istisnai bir durum olarak değerlendiriyordu.

Tüm bu birbirinden farklı bakış açılarının ortak yanı çocuk kurban etmenin sadece arkaik toplumlara özgü bir eylem olduğu inancıydı. 

"Eski toplumlar mı çocuklarını daha iyi koruyordu, yoksa modern toplumlar mı" sorusunu kimse sormuyordu.

Oysa çok uzağa gitmeye gerek yok: her birimiz kendi çocukluğumuzla bugünü karşılaştırdığımızda bile aşağı yukarı bir sonuca varabiliriz.

Ya da basitçe yaşadığımız dünyada kaç çocuğun sokakta her türlü tehdide açık biçimde yaşamak zorunda kaldığını, kaç çocuğun fabrikalarda köle olarak çalıştırıldığını, onları koruyacak bir aileye sahip olsalar bile kaç çocuğun yeterli gıdaya eriştiğini internetten sorgulayarak öğrenebiliriz. 

"Painecur Davası"nda antropologların kanaati; Mapuchelerin insan kurban etmenin bir suç olduğunu anlayamayacak kadar ilkel bir topluluk olduğu için değil, aksine onların içinde bulundukları kozmosu kavrama bilinçleri sebebiyle, bu eylemin yargılanamayacağı yönündeydi. 

Mapucheler bir kardeşlerini kurban vererek gezegendeki hayatı kurtardıklarına inanıyorlardı. Onlara göre bu onun kaderinde vardı.

Şili tarihinde Mapuchelerin kurban ettiği bilinen tek çocuk bu 1960 Valdivia depremindeki olaydan ibaretti.

Buna karşılık 1973 Pinochet darbesinde ya da komşu ülke Arjantin'deki 1974 darbesinde yüzlerce çocuk kaybedildi.

1973 darbesi toplumsal bir yıkım yarattı. Fakat asıl deprem 1970'te Allende'nin iktidara gelmesiydi.

Allende, Şili kurumsal demokrasisinde gerçek bir yarılmaya yol açtı. Çoğumuz bu yarılmanın Şili'yi sosyalizme götüreceğine inanmıştı.

Ama ne yazık ki askeri darbe ve Allende'nin trajik ölümüyle sonuçlandı.  
 

Salvador Allende Gossens, ön planda, seçtiği ordunun başındaki Augusto Pinochet Ugarte'nin arkasında.jpg
Salvador Allende ile Augusto Pinochet 

 

Pinochet fayı farklı bir yönde kırarak yarılmayı derinleştirdi.

Dünyanın bu kesiminde de solun tarih okuması mitlere dayanır. Bakış açısını bu askeri darbelerin kaçınılmaz olduğu yargısı üzerine kurar sol.

Böylece sonuca götüren hatalar zincirindeki sorumluluğunu tartışmak anlamsızlaşır. 

Solun tarih okumasında General Pinochet'in Mapuche inanışındaki kötü yılan "Kai Kai"den farkı yoktur.

Gelmesi kaçınılmazdır ve durdurulması için kurban vermek gerekir.

Fakat Latin Amerika'nın diğer kısmı kadar renkli olmayan bu Şili toplumu, Pinochet'e 'hayır' demeyi başardığı gibi solun mitlerini de aşmayı başarmış. 

1960 depreminden sonra ülkeyi yeni bir felaketi engelleyecek prensiplere göre inşa eden Şili, 1973'teki Pinochet felaketini tekrar etmeyeceği biçimde sistemi onardı.

1960'tan itibaren korunan yapım prensiplerini yarım asır istikrarlı biçimde uyguladıktan sonra 2010'daki 8,8'lik depremden 525 gibi oldukça düşük bir can kaybıyla çıktılar.

Aynı biçimde, 1989'da Pinochet'i bir referandumla iktidardan düşürüp onun 1980'de yaptığı anayasanın 250'den fazla maddesini değiştirerek siyasal sistemi yeniden inşa ettiler. 

Pusuda bekleyen diktatörlük yanlısı sınıfa ve bürokrasiye 30 yıldan uzun süre fırsat vermeden demokratik rejimi istikrarlı biçimde sürdürdükten sonra 2022'de, bir sosyalistin yeniden devlet başkanlığı koltuğuna oturmasını sağladılar.

Modern demokrasi kentler ve işçi sınıfıyla özdeşleşmiştir.

İyi planlanmış sağlam altyapıya sahip kentler ve emekçilere istikrarlı bir yaşam standardı sağlayan ülkeler ancak asgari bir demokrasi inşa edebilir.

Bir ülke salt kaba güçle kurulmaz. Sanata, şiire, müziğe, özen ve saygıya da ihtiyaç vardır.

Üzerinde yaşanılan toprağı anlamlandıran kültür olmaksızın ülke kurulmaz.

Vicdanları diri tutan, sevgiye dayalı inançtan mahrum bir toprakta ot bile yetişmez.

Ortak umutlara sahip olmayan bir toplumda kolektif çalışma iradesi ortaya çıkmaz.

Deprem, darbe ve siyaset iç içedir. Birine yaklaşım tarzımız diğerlerinde kendini tekrar eder. Ve bu böyle bir kader gibi sürer gider…

 

 

*Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Independent Türkçe'nin editöryal politikasını yansıtmayabilir. 

© The Independentturkish

DAHA FAZLA HABER OKU