Bir torba kemik veya vicdanını yitiren insanlık

Prof. Dr. Bilal Sambur Independent Türkçe için yazdı

Fotoğraf: MA

Diyarbakır Adliyesi'nden çıkan yaşlı bir adamın fotoğrafı, vicdan ve ahlak sahibi her insanı dehşete düşürdü.

fazla oku

Bu bölüm, konuyla ilgili referans noktalarını içerir. (Related Nodes field)

29 Ağustos 2022 tarihinde Ali Rıza Arslan isimli yaşlı bir baba, yedi yıl sonra kendisine teslim edilen oğlu Hakan Arslan'ın kemiklerinin içinde olduğu torbayı elinde taşıyarak adliyeden çıktı.

Ali Rıza Arslan, bir kutuya yerleştirilen oğlunun kemiklerinin torba içinde kendisine verilmesi karşısında yaşadıklarını şöyle anlattı:

Ne savcı vardı ne de hakim, bir memur vardı. 28 yaşındaki oğlumun kemiklerinin olduğu kutuyu dolaptan çıkarıp elime verdiler, bunu hiç beklemiyordum, gözlerim karardı, nefesim kesildi, sanki o an tüm Diyarbakır başıma yıkıldı. İçinde oğlumun kemiklerinin olduğu o kutuyu nasıl teslim aldım, nasıl götürdüm hatırlamıyorum, kahroldum.

Cenazeyi teslim almamız için resmi evrakları almak için adliyeye gitmiştim, yeğenlerim oteldeydi, onları uyandırmadan belgeleri almak için erken çıktım ve belgeyi alıp daha sonra Adli Tıp'a beraber gideriz diye düşündüm. Adliye binasına gittiğimde sadece bir memur vardı.

Bir odaya gittik, memur dolaptan çıkardığı bir torbayı da verdi, meğer torbadaki kutuda oğlumun kemikleri varmış. Kutuyu teslim eden personel de mahcuptu. 'Bu yapılan insanlığa sığmaz' diyebileceğim hiçbir yetkili yoktu orada. Personele bir şey söylemeye de kıyamadım.


Donmuş bir şekilde oğlunun kemiklerini taşıyan bu babanın yüzündeki ifade, aslında insan ve toplum olarak her açıdan bittiğimizin resmidir.

İtalyan Karikatürist Gianluca Costantini, Diyarbakır Adliyesi'nden dünyaya verilen bu dehşet fotoğrafın karikatürünü İstanbul'daki bir duvara çizdi.  

Constantini, yapmış olduğu duvar çizmini Twitter hesabından şu sözlerle paylaştı:

Hakan Arslan ve babası İstanbul sokaklarında.

hakan arslan.jpg
Fotoğraf: Twitter - @channeldraw

 

Her tarafı ağır yaralı bir topluluk olarak yaşıyoruz. Herkes birbirinin acısından habersiz ve ilgisiz bir şekilde yaşıyor.

Bir ötekinin yaşadığı derin acı, bir diğeri tarafından bilinmiyor, umursanmıyor ve önemsenmiyor.

Yoksulluk içinde kıvranan toplumların derin ahlaki ve vicdani krizleri vardır. Yoksul toplumlarda demokrasi, özgürlük, hukuk ve barış içi boş kelimelerden başka bir şey değildir.  

Demokrasinin, hukukun, özgürlüğün ve barışın toplumda yerleşmesi için sahici ve sahih anlamda vicdan ve ahlak yenilenmesine, dirilmesine ve canlanmasına ihtiyaç var.


Fakirlik, fanatizm, militarizm ve kabilecilik, insanları birbirinden ayırmış ve koparmış durumda. İnsanlar birbirlerine yabancılar olarak yaşıyor.

Yoksulluktan, çaresizlikten, tükenmişlikten ve ümitsizlikten çıkış yolunun insanların birbiriyle ilgilenmesi, birbirine duyarlı olması, duygulu ve düşünceli bireyler haline gelmesi olduğu gerçeğini idrakten çok uzaklardayız.

Duyarlı ve düşünceli bir şekilde birbiriyle ilişki kuramayan, birbiriyle ilgilenmeyen ve birbiriyle dayanışma içinde olmayan bir topluma demokrasi, özgürlük ve adalet değil; despotizm, esaret ve zulüm egemen olur.

Sınırsız ganimet, hakimiyet ve şiddet için insanlar yoksullaştırılıyor, umutsuzlaştırılıyor ve tüketiliyor.

Demokrasi yerine despotizm, barış yerine şiddet, adalet yerine nefret yüceltiliyor ve kutsallaştırılıyor.

Şiddeti, nefreti ve ayırımcılığı sürdürebilmek için din, mezhep, ırk, dil, cinsiyet dahil her türlü farklılık istismar edilmekte ve bunların üzerinden insanların duyguları, düşünceleri ve davranışları zehirleniyor.

Kişilerden herkesin birbirine açık olduğu çoğulcu, özgür ve onurlu bir yaşam yaşamaları istenmiyor.

Kişilerden, herkesin kendi mezhep, okul, tarikat, parti, ideoloji, bölge, etnisite, cinsiyet gettosuna hapsolduğu mahkumlar olarak yaşamaları isteniyor.

Dar gettolara hapsolmayı redetmek ve herkesin güneşin aydınlığında bütün insani farklılıklarla ilgili ve iletişim halinde olmayı başarması, onurlu ve özgür yaşamanın koşulu.

Kendi mağaralarının karanlığında yaşamayı sürdürenler için demokrasi, hukuk, barış ve özgürlük hiçbir şey ifade etmez.

Demokrasi, barış ve özgürlük değerlerinin yerleşmediği toplumlarda din, siyaset, ticaret, eğitim ve kültür başta olmak üzere insana dair her şey, yıkıcı kamplaşmaların, çatışmaların ve bölünmelerin malzemesi haline getiriliyor.


Demokrasiyi, barışı ve hukuku içselleştirmemiş yerlerde insanların bilinçleri gelişmemiş ve primitif düzeyde.

Demokrasiye, barışa ve hürriyete yabancı toplumlarda, herkes sadece kendi kimliğini, kültürünü, yaşam tarzını ve inancını tek meşru, doğru, makbul, iyi ve üstün kabul edilir.

Farklı olduğundan dolayı hukuksuzluğa, despotizme, şiddete ve nefrete maruz kalmak, anormal görülmüyor.

Hukuksuzluk, fanatizm ve despotizm, insani farklılıklar ötekileştirilerek meşrulaştırılıyor ve bir gereklilik olarak dayatılıyor.

Kendisinden farklı olanın özgür, onurlu ve demokratik bir hayat yaşama hakkını ahlaki ve vicdani açıdan kabul etmediğimiz ve içselleştirmediğimiz sürece insani açıdan demokrasiyi, refahı, barışı ve özgürlüğü deneyimlememiz mümkün değil.

Demokrasinin, hukukun ve barışın olmadığı yerlerde sefalet, yolsuzluk, yağma ve yozlaşma başını alıp gidiyor.


Demokrasinin, özgürlüğün ve barışın olmadığı bir yerde onurlu ve özgür yaşam hakkı yoktur.

Kişilerin onurlu ve özgür yaşamaları, bir lüks değil, vazgeçilmez bir insan hakkıdır.

Özgür, onurlu ve barışçıl bir şekilde yaşayanlar, insan onuruna uygun bir şekilde defnedilirler. İnsanın canlısına ve ölüsüne saygı göstermek, insan onuruna, özgürlüğüne ve hakkına saygı göstermenin bir gereğidir.

İnsan hayatına, onuruna ve hürriyetine saygı duyma olgunluğunda olmayanlar, "ama bunlar şucu bucu" diyerek kendilerinden farklı olan herkesin dirisine ve ölüsüne karşı her türlü vahşeti ve barbarlığı işlemekten çekinmezler.

Dinine, kimliğine, cinsiyetine bakmadan bütün insanların dirisine ve ölüsüne saygı göstermek zorundayız.

Bu bağlamda Hz. Peygamber'le ilgili anlatılan bir hikaye çok anlamlıdır.

Hz. Peygamber, önünden bir cenaze geçtiğini görünce ayağa kalkar.

Çevresindekiler ölen kişinin bir Yahudi olduğunu ve onun cenazesine ayağa kalkarak saygı göstermemesi gerektiği konusunda Hz. Muhammed'i uyarırlar.

Bu tepkiler karşısında Hz. Peygamber'in cevabı nettir:

O da insan.


Hz. Muhammed'in cevabında olduğu gibi, her şeyden önce hepimizin ölüsüyle dirisiyle insan olduğumuz gerçeğini yeniden idrak etmemiz lazım.

İnsan, et ve kemik yığınından ibaret bir nesne değildir. İnsan, duygusu, düşüncesi, kimliği, kültürü, hikayesi, anısı, anlayışı, ailesi, hayatı, hakikati ve hakkı olan onur ve özgürlük sahibi canlı bir varlıktır.

İnsanın canlısına da ölüsüne de saygı göstermek, medeni olgun insanlar olmanın gereğidir.

İnsanın canlısına ve ölüsüne insan onuruna layık bir şekilde saygı gösterilmediği takdirde, demokrasinin, hukukun, refahın ve barşın çökeceğini, her türlü yolsuzluğun, yokluğun ve yağmanın hayatlarımızı esir alacağını yeniden anlamalı, bireysel ve toplumsal hayatlarımızınn karanlık kirlilikleriyle yüzleşmeliyiz.

 

 

*Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Independent Türkçe'nin editöryal politikasını yansıtmayabilir. 

© The Independentturkish

DAHA FAZLA HABER OKU