Bir söylenti ya da hakikat söylemi

Mustafa Orman Independent Türkçe için yazdı

Edebiyat ile yaşam arasındaki biricik çizgide, birbiriyle benzer ama farklı yollardan birbirine temas eden birçok deneyimle karşılaşılır.

Deneyimi gözeten "hakikat" tabiatıyla muğlaklık yarattığı gibi gerçekliğin üzerini de örtebilir. Ve hakikatin anlatılmaya ve söylenmeye ihtiyacı vardır. Bir taşıyıcıya, bir arşivciye, bir göstericiye…

Olay ve durumu ona sadık kalarak, gerekliliklerini yerine getirip anlatmak hakikatin yolunu açar. Ona ad verir, beraberinde kendine de yük bindirir. Ya da yeni bir var olma yolu açar sadık olana.

Taşıyıcı, aynı zamanda da gösterme ve işaret etme eğiliminde bulunan sadık, hakikate varmanın yolunu da açar.

Bu toslanmış bir duvara pencere açmak gibi bir şey, yani hakikati anlatmak, göstermek, taşımak dışında ona inanmanın da bir koşul olduğunu görür, sadık. Hakikat, onu, sadık olana söyletmeyi inançla pekiştirir.

Peki, edebi bir metin üzerinde ele aldığımızda hakikatin taşıyıcısı yazarın her zaman hakikati söylediğini iddia edebilir ya da onun söyledikleriyle hakikati sahiplenebilir miyiz?

Blanchot, "Tam bir yanıt sorunun içinde kökleşir. Soruyla yaşar. Yaygın anlayış onun soruyu ortadan kaldırdığını sanır. … Gerçek yanıt her zaman sorunun yaşamıdır. Onun üstüne kapanabilir, ancak onu açık tutarak korumak için" der.

Bir sorunun çerçevesinde, hakikatin söylemler yoluyla ne denli "doğru"yu bize yansıttığını görebilir, yanıttan çok sorunun düşünceye ne atfettiğini görebiliriz.

İlker Aslan'ın Bir İntihar Üstüne Söylenti metninde, fragmanlar halinde bize hakikati sunarken, gölge, boşluk, zaman, rüya gibi işaretlerle "doğru" ve "yanlış"ı açığa çıkarır.

Vadedilen ile ulaşılan şey aynı değildir, öyküler arasında ve öyküden başka bir öyküye geçişte.

Yazar, metnin gölgesinde yarattığı oyunlar, diktiği labirentler, biçimsel denemeler kurmacanın sınırsız alanını da gösterir.
 


İlker Aslan, hemen hemen öykülerinin tümünde, eylemin kendisini değil, eylemin düşüncesini ele alır. Fikrin çıkış noktasında karakterler üzerinden yarattığı dinamizmi, yazarı da düşüncenin içinde yönlendirerek göstermeye çalışır.

Bir çeşitlilik, iki yönlü bir hareket kabiliyeti sağladığı gibi, "gerçeklik", "yalan", "hakikat" gibi kavramları da sadece hissettirir. Gerisini okura bırakır.

Okur, başkasında, başka bir biçimde giyinmiş ya da çıplak kalmış bir durumu, olayı, fikri hakikat olarak kendi hanesine yazabilir. Bu da okurdan okura farklılık gösterir. Ters yüz eden bir yaklaşımla karşılaşılır. 
 

İnsan öleceği günü bilseydi daha mutlu yaşayabilirdi, diye mırıldandı Ebru.

Paragrafın içindeki bir diğer cümlede ise, 

Bence tam tersi, insan öleceği günü bilseydi, daha çok mutsuz olur, zaman onun için daha hızlı akardı, dedin Ebru'ya.


Önceki cümlede söylediğini, bir başka cümlede itibarsız bırakmaz, aksine sonraki cümleyle birlikte ölüm ve yaşam, mutluluk ve mutsuzluk durumlarını ortaya bırakır.

Okurun algısındaki seçiciliğe, ruh haline göre bir perde aralar. Ölüm bir hakikat olarak orada duruyorsa, o cümlede düşüncesini hissettiriyorsa, geri kalan her şeyin olasılıklar üzerinden okunduğunu, hakikatin kapısını oraya bıraktığını görebiliriz.

Ölüm fikri, ölüm eylemi herkese korkunç gelebilir, fakat her şeyin azınlığını görmezden gelemeyiz. Bu yüzden, hakikat kavramı devreye girer. İki cümleyi de bir anda çürütebilir, insan ölümünü bildiği için pekala mutlu da olabilir.

Kurmacının sınırsız alanı, tam da burada devreye girer. İki cümledeki olasılıkları okur, kendi inanç sistemi, yaşam biçimi ve yönelişi üzerinden dünyasına alır ya da almaz. 


Okurun "söylenti"deki hakikati

Sanatçı, eserini ancak vitrine çıkardığında, okurun algısındaki hakikati söyleyebildiği, hakikati ortaya çıkarabildiği noktada hakikatin öznesi konumuna gelir.

Öznenin okur nezdinde, eserle yan yana anılması hakikate yönelimi çağrıştırmaz; sanatçının eserde açtığı gedikler, karakterler ve karakterlere yükleyebildiği anlamın okurda yeniden inşa edilmiş olmasıyla hakikate yönelimi çağrıştırır.

Okur kendi düşünce-duygu dünyasına açılan benzer kapılarla ya da doğanın mucizevi gösterişiyle karşı karşıya kaldığında hakikat duygusunu anımsar. Özneye, yani yazara bir ortak olarak okur devreye girer.

Peki okur, akıldışılık ve gerçekdışılıkla karşılaştığında hangi endişeleri yaşar, neye toslar?

Vasquez, "Çarpıtma Sanatı" kitabındaki,  "Avukatın çocukları: Okur etiği için" denemesinde, okuru tutkulu ve gizemli, sıfatlarıyla açıklayan Philip Roth'a azınlıkçıyı da ekler.

Okuru tamamen bağımsız, ayrıksı noktada tanımlayan Vasquez, şu soruyla meselenin içine dahil eder:

Kurgu, hayatlarımızın hangi boşluğunu, bazılarımızda saplantı ya da zaafa dönüşecek denli doldurabiliyor?


İlker Aslan'ın "Bir Rüya İçin Ağıt" öyküsünün başına söylediği cümleyi, dipnotlar yoluyla başka bir anlatım biçimini gösterir. Her hakikatin bir açıklamaya ihtiyaç duyduğunu hissettirir. 

Genç bir kadın, bir kapının önünde duruyor.
 

Kadının kapının önünde durması doğruydu. Kadın, sadece kapıya bakıyordu. Uzun süre baktı. Baktı. Ben, kadının neden böylesi uzun baktığını anlamaya çalıştım. Kadının, kapıya dair bir hayal kurduğunu ya da rüya gördüğünü düşündüm. Eğer kadın rüya görüyorduysa, aşağıdaki olasılıklara sahip olabilirdi. Bunu biraz değiştirerek aktarmam gerekiyordu. Rüyalar hepimize ait. Yine de bu, eski bir kapının önündeki genç bir kadınla ilgili. Zarf hikayesini de kadının kendisi uydurmuş olabilir zaten. Yani belki de hepimizi kandırıyordu.


"Bir Rüya İçin Ağıt", öyküsünün giriş cümlesinin dipnotunda, yazar metnin içine iyice dahil olmak isteyerek, kendi ihtimal zincirini oluşturmuş.

Ama okurun hem gözlerini hem de ruhunu ilk cümleden itibaren hemen kesintiye uğratması, okur için bir aksaklık gibi görülebilir.

Okurun gözlerini başka yöne çevirmesine, gördüğünü hem ruhuyla hem de gözleriyle damıtmasına yardımcı olurken, kendi hakikatini görmesine de yol açar.

Hayatımızın her alanında düşünce duraklamalarına uğradığımızı da gözden kaçırmamalıyız. Yazarın dipnotla temellendirdiği yapıda hakikati, olasılıkları katarak zihinsel bir oyun yaratmıştır.

Devam eden öyküde, cümlelerde yazar kurgu ve gerçeklik arasındaki bağı açıkça söyler. Hakikatin okurun tekelinde olduğunu da gösterir.

Okur, ne kadar hayatındaki boşlukları doldurabilirse, kırılmışlıkları hatırlayabilirse, yaşantısındaki parçaları birleştirebilirse o denli hakikati esere ya da metne atfeder. 
 

İlker Aslan.jpg
İlker Aslan


İlker Aslan'ın "Bir İntihar Üstüne Söylenti"deki öykülerde oyun üstüne oyun oynaması, kurguyu gerçek yaşamın herhangi bir boşluk ya da çatlağına taşıma amacını gösterir;

[…]kardaki silinmiş izleri karda silinmiş başka izlere bağlamak suretiyle[…]  2


Gerçek hayatta yalnız kalmış, anlatma ve anlatamama sıkıntısı çeken okurlar, kurmaca eserlerde yalnızlığı, anlatma ve anlatamama sıkıntısını giderdiklerinde hakikat de onlarda yerini bulur.

Anlatamadığı, hayalini kuramadığı geçmişini ve geleceğine durumları, edebi bir eserde bulduğunda o eserle yakınlaşır.

Ve bunun için de aklını, duygularını, düşüncelerini ve hayal dünyasını öyküye seferber ederek kendi hakikatini didik didik arar.

"Tortu" öyküsünün fragmanlarında karşılaştığımız noktalar, okurdaki arayışı, hem gerçeklik hem de hakikat fikriyle verir. 

Şimdi her şeyi daha iyi anlayabiliyorum. Var oluşumuzun, bedensel olarak burada olmamızla ilgisi yok. O sadece bizi bir noktadan diğerine taşıyabilecek bir makine. Ama zihnimiz olmadan hiçbir şeyin imkanı yok. Onu kaybediyor oluşumdan ötürü üzgünüm. Ama yine de korkmuyorum. Çünkü zaten o gittiğinde, burada olduğumun farkında olmayacağım.


Anlatıların hakikati anlatma gibi bir laneti olduğuna göre, hakikat de okurun gözüne bütün çıplaklığıyla kendini gösterir. Bu da okurun kendi iç dünyasında kurabildiği ilişkiye dayanır.

Hakikat duygusunun benzerliği okuru lanetli yanına çeker. Yazar ve okuyucunun, yurtsuzluğuna, bir yurt arayışı içine girmesi de hakikati anlatmak ya da anlamak bir nevi.

Öte taraftan bakıldığında, hakikati anlatma tasarrufu bir görev olarak lanse edilse de aslında bir güç isteği olduğundan, hakikatle buluşan okur, yazara da bu güç kıyafetini giydirir, ona dair açıklamalarda iktidar çıkarımı yapar, bu bilinçsizce olsa da bir çıkarım olduğu kesindir. 

 

 

1. Maurice Blanchot, Yazınsal Uzam Syf.201
2. Jacques Ranciêre, Kurmacanın Kıyıları Syf. 135) 

*Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Independent Türkçe’nin editöryal politikasını yansıtmayabilir.

© The Independentturkish

DAHA FAZLA HABER OKU