Vizyonda bu hafta: Müziğin cinsiyeti yoktur; “Bir Kadın Zaferi”

Mehmet Erduğan Independent Türkçe için vizyondaki filmleri yazdı

Maria Peters'inon üç yıl boyunca üzerinde çalıştığı, Antonia Louisa Brico’nun hikayesini anlatan "De Dirigent (The Conductor)" & "Bir Kadının Zaferi" adlı filmden bir kare

Bu sene hem kurumsal iş dünyasında hem de yaratıcılığın daha hâkim olduğu güzel sanatlar alanında toplumsal cinsiyet eşitliğinin yeniden tesisi için farklı inisiyatiflerle pek çok öncü roller üstlenildi.

Bu eşitliği uygulanabilir kılmaya yönelik politika ve çalışmalara imzalar atıldı.

Türkiye’de sivil toplum kuruluşlarına destek vererek bu hassasiyeti yaygınlaştırmaya çalışanlar az değil.

Toplumsal cinsiyet eşitliğine erkeklerin de mücadele öznesi olması amacıyla kurulan derneklere sponsor olan güçlü ajanslar, kurumlar var.

“Kadına Yönelik Şiddetin Ortadan Kaldırılması İçin Uluslararası Mücadele Günü” olarak belirlenen 25 Kasım öncesinde farkındalığı artırmak ve bu yönde aktif girişimlerde bulunmak isteyenler için kapsamlı programlar hazırlayan çeşitli seminerler ve atölyeler var.

Sosyal girişimciliğin desteklenmesine gönüllü kişilerin hazırladığı müfredatlar ile “biyolojik cinsiyet”, “toplumsal cinsiyet”, “toplumsal cinsiyete dayalı iş bölümü”, “temel insan hakları ve ayrımcılık” gibi konuları ele alan bu etkinlikler insanları bilinçlendirerek geleceğe yön vermeyi amaçlıyorlar.

Geçen yıl Cannes Film Festivali ile başlayan ve kısa sürede Venedik, Berlin, Toronto gibi dünya festivallerinin de destekledikleri bir kampanyaya dönüşen #5050x2020 hareketi kapsamında yayılan cinsiyet eşitliği çağrısını Türkiye’de Filmmor Kadın Kooperatifi sahiplenerek öncülüğünü üstlenmiş, bu kampanya çağrısına Adana Altın Koza, !f İstanbul Bağımsız Filmler Festivali ve Boğaziçi Film Festivali de olumlu yanıt vermiş, Cinsiyet Eşitliği ve Katılım Taahhütnamesi’ne attıkları imza ile sinemanın kapsayıcılığını ve çeşitliliğini sonuna kadar desteklediklerini gösteren bir duruş sergileyerek bu çalışmanın ülkemizde yaygınlaşması için öncülük yapan oluşumlar arasında yer almışlardı.

Böylelikle 5050x2020 ile bu festivaller, seçici kurul üyeleri ile film programcılarının listesini sunarak kendi iç dinamiklerine şeffaflık getirmeyi, seçkilerinde yer alan filmlerin ekiplerindeki cinsiyet dağılımını gösteren istatistiki bilgileri paylaşmayı ve tüm bu başlıklarda cinsiyet eşitliğini hedefleyerek kademeli olarak hayata geçirmeyi taahhüt etmişlerdi.

Ancak gelgelelim umut vadeden tüm bu cesur ve güzel girişimlerin yanı sıra, ülkemizde hala kadının yerini kendi belirlediği sınırlarla kısıtlamaya çalışan, onun görevini kocasına çay ve kek getirmekten ibaret sanan bir zihniyet de var.

Üstelik bir kamu spotuyla başlayan tartışmalara “Bizim medeniyetimizde kadın kendi görevini, erkek kendi görevini yapacak” minvalinde cevap vererek kendilerine göre herkese bir yer tayin etmeye çalışan bir de Diyanet İşleri Başkanımız var.

Ne sığ bir bakış açısı. Bir konuda ya da alanda yeteneği olmasına karşın yalnızca kadın oldukları gerekçesiyle onları bu yeteneklerinden vazgeçirmek zorunda bırakmak çok utanç verici. 

Ne yazık ki yıl kaç olursa olsun şu çağda gördüklerimiz, duyduklarımız ve yaşadıklarımız hala cinsiyetler arasında çok büyük eşitsizliklerin olduğunu gözler önüne seriyor.

Ve bu durum daha iyi bir dünya, daha iyi bir gelecek için hala gidilmesi gereken uzun bir yolumuzun olduğunu bize gösteriyor.


Müziğin cinsiyeti yoktur; “Bir Kadın Zaferi”

Yönetmen: Maria Peters / Oyuncular: Christanne de Bruijn, Benjamin Wainwright, Scott Turner Schofield, Seumas F. Sargent, Annet Malherbe, Raymond Thiry, Gijs Scholten van Aschat, Richard Sammel, Sian Thomas, Tim Ahern / 137 dakika
 


Ne muazzam bir film!

Bir film değerlendirmesine böyle bir giriş yapılır mı diyebilirsiniz. Ama inanın herhangi bir beklentim olmaksızın seyretmeye başladığım bu film bittiğinde bende bıraktığı his tek bir cümleyle böyleydi.
 


Bazı filmler var; seksen dakikalık süresi bana aylar yıllar gibi geliyor, bir türlü bitmek bilmiyor. Bazı filmler de göz açıp kapayıncaya bitiyor, su gibi akıyor.

İşte Maria Peters’in verdiği beyanlardan bildiğim üzere on üç yıl boyunca üzerinde çalıştığı ve sonrasında yönetmen koltuğuna oturduğu De Dirigent (The Conductor) neredeyse iki buçuk saatlik uzun süresine rağmen su gibi akan yapımlardan.


Erkek dünyasında bir kadının hikayesi

Maria Peters’in hem senaryosunu yazdığı hem de yönettiği bu biyografik film, uluslararası müzik camiasında ilk kadın orkestra şefi olan Antonia Louisa Brico’nun hikayesini anlatıyor.
 


Kadınların aileleri için kariyerlerini feda etmeye zorlandığı ve bu durumun normal olarak kabul edildiği bir toplum düzeninde, erkek egemen kültürünün günümüzden daha da ağır bastığı bir dönemde Antonia Brico bir orkestra şefi olmayı hayal ediyor, ama kadın olduğu için hiç kimse onu dikkate almıyor.

Yeteneğiyle övünmüyor ancak bir orkestra yönetme isteğiyle yanıp tutuşuyor. Ve bu tutkusunun doğduğu andan itibaren içinde olduğunu hissediyor.
 


“Zaten ya bir müzisyen olarak doğarsın ya da doğmazsın” diyor ve bu işin cinsiyeti olduğunu düşünmüyor.

Bu yüzden o, her şeye rağmen erkeklerin hegemonyasında kalan klasik müziğin bir kadın için ulaşılması en zor pozisyonu olan orkestra şefliğine yükselmek için fırsatları kovalamaktan ve kapıları çalmaktan bir an olsun vazgeçmiyor.


Mutlu sonu olmayan bir Sindirella

Filimin başında, zorlu hayat koşulları nedeniyle hayalini gerçekleştirememiş ancak bu gizli yeteneği keşfedecek ve ondaki cevheri görüp onu parlatacak birinin ortaya çıkacağı bir Sindirella hikayesi seyredeceğimi zannettim.

Fakat hikaye kısmen buna yakınsa da olaylar silsilesi hiç de düşündüğüm şekilde gelişmiyor. 

Evet, ortada bir yoksulluk ve yoksunluk, bir yetenek ve başarı var. Ama bu öyle bir başarı ki kimsenin takdir etmediği, herkesin bu başarı yüzünden o kişiyi ötekileştirdiği hatta onu yok saydığı böylesi bir dünyaya pembe gözlüklerle bakmayan, bu cevheri öyle kolay kolay parlatmayan bir film. 
 


Üstelik bu benim tarihteki kadın mücadelesine yönelik ilk defa karşılaştığım ve gördüğüm konulardan, örneklerden.

Yirminci yüzyılın başlarında New York’ta büyüyen bu Hollandalı kadının hikayesini çok fazla kişinin duyduğunu ya da bildiğini de doğrusu pek sanmıyorum.
 


Demek ki geçmişe daha sık ve dikkatli bakmak gerekiyor. Çünkü orada şimdiki zamana ışık tutacak ancak tarihin tozlu sayfaları arasında kaldığı için gözden kaçan ya da unutulan pek çok cesur hareket ve insan var.


Bir direniş ve başarının özel tarihi

1926 yılının Amerika’sında başlayan filmde Hollanda göçmeni bir ailenin Willy Wolters isimli kızı kadrajdadır.

Çok küçük yaştayken anne ve babasıyla birlikte Amerika’ya göç eden ve müziğe karşı aşırı ilgisi olan Willy’nin tek hayali orkestra şefi olmaktır.
 


Fakat erkeklerin ayrıcalıklı olduğu bir dünyada kimse onun bu hevesini ciddiye almaz. Hatta ellerinden geldiği ölçüde bu hevesini kırmaya, onun bu pervasızlığına engel olmaya çalışırlar.

Annesinin ve çevresindekilerinin tüm o katı tutumuna karşı Willy asla pes etmez ve bir şekilde hayranı olduğu bir orkestra şefinden gizlice piyano dersleri almaya başlar.

Bir süre sonra piyano öğretmeni ona konservatuar sınavına girmesini tavsiye eder.
 


İleride başına dert olacak elindeki bu referansla konservatuarın kapılarını aralayan Willy bu hayalini gerçekleştirme yolunda hemen hemen herkesi karşısına alır.

Artık hayatında kaybedecek bir şeyi olmadığını anladığı andan itibaren de istediğini elde etmek ve bilinmeyen sorulara cevap bulabilmek için uzunca bir yola çıkar.
 


Ancak bu yol onun pek çok konuda fedakarlık yapmasını gerektirecek zorlu bir yoldur. Hayatının aşkı ondan kendisiyle müzik kariyeri arasında bir seçim yapmasını ister.

Bu birlikteliği onaylamayanlar olsa da ve bu aşkta bazı pürüzler varsa da sevdiği adamla evlenip sevgisini çocuklarına vermek, mutlu bir aile ortamında onlarla birlikte yaşamak elbette onunda istediği bir şeydir.

Diğer taraftan müzik tutkusunun onu sürüklediği yolda bir kadın olarak, erkeklerden iki kat daha fazla çalışması gerekeceği ve o zaman bile istediği başarıya ulaşabileceğinden emin olmadığı belirsiz bir geleceğin onu beklediğini de bilmektedir.
 


Böylesi bir ikilemde hayatın yönünü belirleme noktasında bence çoğumuz pes etmeye meyillidir.

Çünkü gerçeklik bizi korku içinde yaşatır. Çünkü yüreğinin istediği şeyi yaşamak beraberinde acı çekmeyi de getirmektedir.

İstediği hayatı hem keyifle hem de ona anlam katarak yaşamayabilenlerimizin sayısı eminim çok fazla değildir.

Bu yüzden film, sadece müzik ve eşitsizlikle ilgili değil, aynı zamanda gizlenmiş arzulanan bir aile sevgisi ve yüküyle de ilgili. Karar vermesi gereken Willy bu aşamada kendisine en az acı vereceğini düşündüğü hayatı seçerek yoluna devam etmeyi tercih edecektir.

Böylece ilk önce anavatanı Amsterdam’a gider. İşte bu andan itibaren film gittikçe daha da ilginç olmaya başlar.

Başından beri sessizlik yemini edilmişçesine konuşulmayan bazı konular bir şekilde ortaya çıktıkça karakterin ayakları daha da yere basar.
 


Orada ünlü şef Willem Mengelberg’e kendisine ders vermesi için neredeyse yalvarır. Onun yeteneğini ve azmini gören Mengelberg ona, bir kadın olarak daha fazla şansı olacağına inandığı yere, Berlin’e gitmesini tavsiye eder.

Bu sayede Willy, Alman besteci ve müzisyen Karl Muck’un rehberliğinde Devlet Müzik Akademisi’nde iki yıl okuduktan sonra Berlin Filarmoni Orkestrası’nı yönetme fırsatını yakalar.
 


1934 yılında, insan hakları mücadelesinde büyük katkıları olan First Lady Eleanor Roosevelt’in desteğiyle Antonia Brico (Willy Wolters), New York Kadınlar Senfoni Orkestrası’nı kurar.

Çünkü kadınların da erkekler gibi müzik aletlerini çalabildiğini bu camiaya kanıtlamak ister.


Mutlu son yoktur ne de mutlu aşk 

Peki, film bu sayede mutlu bir sona mı ulaşıyor; hayır.

Brico’nun savaştığı adaletsizlik hala günümüzde bile ortadan kalkmış değil. Ama o bu yolda aldığı yergilere ya da övgülere aldırış etmiyor.

Yaptıklarına ya da yapacaklarına kendisinden başka bir kimsenin bir değer biçemeyeceği motivasyonuyla ilerleyerek kendisini güçlü kılıyor.
 


Filmin sonunu çok sevdim. Özellikle müzik dünyasının en itibarlı dergilerinden birinin gelmiş geçmiş en iyi orkestra şefleri listesinde bugüne kadar hiçbir kadın orkestra şefinin yer almadığı bilgisi konuya net bir şekilde nokta koyuyor.

İnsana söyleyecek bir şey bırakmıyor. Eminim böylesi bir listede bulunmayı hak etmiş nice isim gelmiş ve geçmiştir.
 


Hatta bazıları Antonia Brico’dan daha iyi bile olabilir. Ama yine de bu listede Brico’nun isminin olmayışına üzülmedim.

Nihayetinde seyrettiklerimden anladığım kadarıyla onun meselesi hiçbir zaman bir yerin en tepesinde olmak değildi.
 


Onun için önemli olan istediği şeyi en iyi şekilde yapmak ve onun izinden gidecekler için geride iyi bir şeyler bırakmaktır.

Bu amaç bir listede adının olması sonucundan bence de çok daha iyidir.


Bitmeyen bir mesele

Film, çok sevdiğim ve saygı duyduğum müzik dünyasında bile var olan eşitsizlikleri görmemi sağladı. Hem kadınlar hem de erkekler bu filmden ders almalı.

Nihayetinde Antonia Brico’nun hikayesi kadınların günümüzde bile, yalnızca erkeklerin sahip olduğu belirli yaşam alanlarına girme arayışlarında karşılaştığı mücadeleyi oldukça net bir şekilde özetliyor.
 


Antonia Brico’nun bir tutkuyla başlayan fakat sonrasında feminist bir yaşam mücadelesine dönüşen hikayesi her ne kadar 1920’lerin sonlarına dayanıyor olsa da ele aldığı konular hala çok güncel ve hala çözüme ulaşabilmiş değil.

Bu filmde deşifre edilen zihniyetler günümüzdeki pek çok zihniyetle paralellik taşıyor. Ve dünyadaki cinsiyet eşitliği meselesinin ne kadar yavaş ilerlediğini de gözler önüne seriyor. 


Doğru bir zamanda doğru bir film

Maria Peters çektiği bu filmle ilginç bir kadını görünür kulmakla kalmıyor, aynı zamanda (her ne kadar film bu amaçla yapılmış olmasa da) kısa bir süre önce alevlenen #MeToo kampanyasını da destekleyecek bir hikâye ortaya koyuyor.

Eminim o zamanlar Twitter var olsaydı Antonia Brico #MeToo kampanyasını kendi başına başlatır ve susmak zorunda kalanların sesi olurdu. 
 


1920’li yılların sonunu sinematografik açıdan olabilecek en güzel şekilde kadrajına alan, yaşanmış bir gerçek olaya dayanan güçlü hikayesinde zamanın ruhunu ve duygusunu başarılı bir şekilde yakalayan azim ve romantizm hakkında dokunaklı ve çok anlamlı bir film.

Ayrıca filmdeki müzik, görüntü kalitesi ve oyunculuklar çok tatmin edici, bütünsel olarak hepsi mükemmel bir etki bırakıyor.
 


Şimdiye dek sadece bazı televizyon dizilerinde oynayan ve sıklıkla tiyatro sahnelerinde görülebilen Christanne de Bruijn’in bu ilk uzun metrajlı filmindeki performansı gerçekten çok etkileyici.

Oynadığı belki de bu ilk önemli rolünde SCENECS International Debut Film Festivali’nde “En İyi Oyunculuk Yetenek Ödülü”nü kazanmış olması çok yerinde.

Bruijn güçlü oyunculuğunun yanı sıra hikâyenin tüm ağırlığını da kusursuz bir şekilde omuzlarında taşıyor ve dikkatleri kesinlikle hak eden bir performans sergiliyor.
 


Filmin istisnasız tüm oyuncuları rollerinde çok başarılı ama hikayede bir caz kulübü sahibi olan Robin Jones karakterine hayat veren Scott Turner Schofield da en az Christanne de Bruijn gibi yıldızı parlıyor, dikkatleri üzerine çekecek derecede övgüye değer bir performans ortaya koyuyor.


Haftanın diğer filmleri

Asfaltın Kralları

Christian Bale ve Matt Damon’ın başrollerini paylaştığı Le Mans ‘66 (Ford v Ferrari) 1966 yılında düzenlenen Le Mans 24 Saat Yarışı’nın gerçek hikayesini konu alıyor. 

Henry Ford II ve Lee Iacocca ikilisi, tuhaf ancak kararlı bir grup Amerikalı mühendis ve tasarımcıdan sıfırdan bir otomobil yapmalarını ister.

Bunun üzerine öngörülü bir araba tasarımcısı olan Carrol Shelby ile korkusuz sürücü Ken Miles’ın kurumsal müdahalelere ve fizik kurallarına aykırı olmasına rağmen Ford Motor Company için Ferrari’nin en güçlü arabalarını geçecek devrim niteliğinde bir araba tasarlar.

İkili uzun yıllardır pistlere egemen olan Ferrari’yi Fransa’da düzenlenen 1966 Le Mans Dünya Şampiyonası’nda alt etmek için işe koyulur.

Film, 1966 yılında gerek araç gerek sürücü için büyük bir dayanıklılık gerektiren meşhur Le Mans yarışında Ferrari’yi alt edecek bir araç tasarımı için Ford tarafından bir araya getirilen otomotiv tasarımcısı Carroll Shelby ile sürücü Ken Miles’ın bu süreçte yaşadıklarını anlatıyor.

Ayı Kardeşler: Zamanda Yolculuk

Boonie Bears serisinin Blast Into The Past isimli yeni filminde, tesadüfen tarih öncesi dönemlere zamanda yolculuk yapan Ayı Kardeşler’in maceraları anlatılıyor.

Animasyon film, ilkel çağlara yolculuk yapan Briar ve Bramble kardeşler ile arkadaşları Vick’in maceralarını konu ediyor. 

Tarih öncesi dönemi keşfetmek için uzay-zaman sürekliliğindeki bir boşluktan yararlanan ekip, kendilerini tehlikeli bir maceranın içinde bulur.

Önlerine çıkan zorlukların üstesinden gelmeye çalışan Briar, Bramble ve Vick, geçmişte sıkışıp kalmadan günümüze dönmeye çalışır.

Ekip, bu süreçte yaban domuzları, dev kaplumbağalar ve sevimli pandalar gibi tehlikeli ve egzotik hayvanlara rastlar. 

Briar, Bramble ve Vick’in geçmişten kurtulup 21. yüzyıla tekrar geri dönme mücadelesinde her türlü tehlikenin içinde olduğu bu yolculukta amansız bir macera onları beklemektedir.

Gece Gelenler

Son yıllarda büyük bir artışla Türk sinema sektöründe sıklıkla görmeye başladığımız “üç harfliler” türünden yeni bir film daha.

Filmin adını okuduğunuz zaman bile neler olabileceğini az çok kestirebilmenizin mümkün olduğu, Fuat Yılmaz’ın yönettiği, şamanik ögelerin yer aldığı korku filmi Gece Gelenler’in oyuncu kadrosunda, Murat Seviş, Müge Taştan, Tahsin Dursun, Halil Topal gibi isimler yer alıyor.

Karlar Ülkesi II

Gişede büyük başarı elde eden Frozen’ın devam filmi Frozen II; Elsa, Anna, Olaf ve Kristoff’un bu kez Arendelle’den çok uzak yerlerde yeni serüvenlerin peşinde koşmalarını ve krallıklarının antik gizemini çözmeye çalışmalarını konu ediniyor.

Elsa neden sihirli güçlerle doğdu?

Erindel’in dışındaki ormana ve karanlık denizlere, bilinmeyene, giderken geçmişe dair hangi gerçekler Elsa’yı bekliyor olacak?

Cevaplar onu çağırıyor ama aynı zamanda krallığını da tehdit ediyor.

Elsa; Anna, Kristoff, Olaf ve Sven ile birlikte, tehlikeli ama macera dolu bir yolculukla karşılaşacak.

Kraliçe Lear

Kraliçe Lear, Pelin Esmer’in Oyun belgeselinde hikâyelerini anlattığı Mersin Arslanköylü tiyatrocu kadınların Toroslar’daki köylere yaptıkları otuz günlük turnede Shakespeare’in Kral Lear oyununun dağ yollarında yavaş yavaş Kraliçe Lear’e dönüşmesini konu ediniyor.

2000’li yılların başında Toroslar’da bir avuç köylü kadın bir tiyatro topluluğu kurmuş, biz de bu topluluğun kurulma serüvenini, kadınların hayatlarını sahneye taşımalarını ve tiyatronun onları nasıl değiştirdiğini Pelin Esmer’in Oyun belgeselinde izlemiştik. 

Bu kez aynı tiyatrocu kadınlar, Shakespeare’in Kral Lear oyununu suyun bile zor ulaştığı ücra dağ köylerinde sahnelemek üzere yollara düşüyor. Uçurumlarla dolu yollarda toz toprak içinde ilerlerken, kadınların dünyasıyla Kral Lear’in dünyası iç içe geçiyor; “iyi ve kötü”, “genç ve yaşlı”, “zengin ve fakir”, “dürüst ve sahtekâr” oyunun içinden çıkıp gerçeğe karışıyor.

Söz Vermiştin

Söz Vermiştin, açtığı sosyal medya hesabı vesilesiyle okul döneminden arkadaşı Lilyan ile hayatı yeniden kesişen müzik yapımcısı Nesim ile Lilyan’ın aşk hikayesini anlatıyor.

Hayatın gerçeklerine rağmen birbirini her gün yeniden ve daha çok sevebilmeyi anlatan film, aslında günümüzün hızla tükenen aşklarına sitem ediyor.

Müzik yapımcısı Nesim, okul orkestrasında gitar çalarken kendisinin gizli hayranı olduğunu sonradan öğrendiği Lilyan’la yıllar sonra yeni keşfetmeye başladığı sosyal medya sayesinde yeniden karşılaşır.

Bu tesadüfi karşılaşma kısa zamanda büyük bir aşka dönüşür. Hızla gelişen Lilyan ve Nesim’in tutkulu aşkı, hayatın gerçekleriyle dolu sürprizlere gebedir.

Ve Sonra Dans Ettik

Levan Akin’in yazıp yönettiği, İsveç’in bu yılki Oscar aday adayı olan And Then We Danced, geleneksel Gürcü folkloruna uygun bir dans eğitimi alan Merab’ın, dans ekibine dahil olan Irakli ile rekabet ve arzuyu aynı anda barındıran ilişkisini konu ediniyor.

Aile geleneğinin izinde kendini geleneksel Gürcü halk danslarına adamış Merab’ın hayatı önceden belirlenmiştir.

Dans partneri Mary ile mutlu ve dans dolu bir hayat sürmesi beklenir. Fakat bir gün prova sırasında kapıdan içeri Irakli’nin girmesiyle Merab’ın dünyası altüst olur, bu genç adam onun için artık hem bir rakip hem de arzu nesnesidir.

Filmin yönetmeni Levan Akin Gürcistan’da 2013’te saldırıya uğrayan Onur Yürüyüşü’nden etkilendiğini ve film için Gürcistanlı eşcinsel gençlerle uzun söyleşiler yaptığını söylüyor.

 

© The Independentturkish

DAHA FAZLA HABER OKU