Örnek azınlık mı? Şüphe duyulan bir topluluk mu? Cumhuriyet’in ilk 40 yılında Türkiye Yahudileri (1)

Doç. Dr. Zehra Aslan Independent Türkçe için yazdı

Türkiye Cumhuriyeti yönetimi ile yakın ilişkileri ile ön plana çıkan; Türkiye Yahudilerinden Hahambaşı Nahum Efendinin yer aldığı Lozan Türk Heyetinden bir kare

Cumhuriyetle birlikte yaşanan büyük dönüşüm, Türkiye’deki tüm kesimleri etkiledi. Bilhassa da azınlık (ekalliyet) olarak tanımlanan Ermeni, Rum ve Yahudi vatandaşları. Azınlıklar, Osmanlı Devleti’nde Fatih Sultan Mehmet döneminden başlanarak “millet” sistemi içerisinde örgütlenmişlerdi. Bu durum onlara cemaat içerisinde ve iç işlerinde müthiş bir özgürlük alanı tanıyordu. Oysa Cumhuriyet yönetiminin eşit ve “Türk vatandaşı” kimliği oluşturmak hedefi, bu “müthiş özgürlük alanıyla” uyuşmuyordu. 

Lozan Barış Antlaşması’nda Osmanlı Devleti’nde var olan Müslim-gayrimüslim ayrımı ile belirlenen azınlık statüsü korunmuştu. Fakat özellikle laiklik ilkesi doğrultusunda azınlık cemaatleri, yönetim şekillerinde düzenlemeye gitmek zorunda kaldılar. Bu çerçevede Hahambaşının cemaat işleriyle ilgili yetkileri valilere devredildi. Hahambaşılığın merkezi teşkilatını parçalayan bu düzenlemeden sonra Yahudi cemaati, 80 üyeden oluşan bir Meclis-i Umumi seçerek bu kurumla temsil edildi. Hahambaşı, varlığını sürdürmekle birlikte yetkileri gittikçe kısıtlandı. 

Hilafetin ilgasından sonra Patrikhanelerle birlikte Hahambaşılığın da lağvedilmesi gündeme geldi. Sonunda 15 Eylül 1925 tarihinde Yahudi cemaati, Lozan Antlaşması’nın 42. maddesiyle kendilerine verilen haklardan feragat etmeye karar verdi. Bu, Hahambaşılığın kendisini sadece ruhani konularla kısıtlaması anlamını taşımaktaydı. Böylece 1931 yılında vefat eden Hahambaşı Kaymakamı Haim Becerano'nun yerine yeni bir Hahambaşı seçilemedi. Yahudi toplumu, uzun yıllar tüccar, sanayici ve hukukçu gibi çeşitli mesleklere mensup toplumun önde gelenleri tarafından yönetilmek durumunda kaldı.

Bir dizi kısıtlamalara tabi olsalar da çıkartılan yasalar Yahudilere, Rum ve Ermenilere göre kısmen daha az sertlikte uygulanıyordu. Öncelikle yeni rejimde Yahudiler, “örnek azınlık” olarak görülmüştü. Hem İsmet Paşa’nın Lozan görüşmeleri esnasında Yahudilerin sadakatini vurgulaması, hem de Mustafa Kemal Paşa’nın İzmir İktisat Kongresi’nde İsmet Paşa’yla aynı noktaya temas eden sözleri bu doğrultuda değerlendirilebilir. 

Yönetimin, ekalliyetler içinde Yahudileri biraz daha ayrı bir yerde tuttuğunu belirtmiştik. İdareyle kurdukları yakın ilişkilerle ön plana çıkmış isimler var. Birkaçını zikretmek gerekirse Lozan’a giden Türk heyetinde bulunan Hahambaşı Nahum Efendi, Sami Günzberg, eski İttihatçı ve Türkçülüğün ideologlarından Moiz Kohen (Munis Tekinalp) ve İttihatçı Emniyet Amiri Samuel İzisel örnek verilebilir.

 

 

Milli Mücadele’ye kurdukları örgütlerle destek veren Türkiye Yahudileri, Cumhuriyetle birlikte de yeni yönetimin yanında yer almışlardı. 1924 Anayasa'sının getirdiği eşitlik ilkesi doğrultusunda bir Türk vatandaşı olarak kanun önünde her yönden eşit statüye kavuştular. 1926 yılında kabul edilen Medeni Kanun’un da çeşitli din ve mezhep mensuplarını bir millet halinde eşit haklarla kaynaştırmakta önemli bir rolü oldu. 

Kanunen eşit vatandaş olan Cumhuriyetin azınlık vatandaşları, siyasi hayatta da temsil hakkı elde ettiler. İlk olarak ikinci muhalefet partisi denemesi olan Serbest Cumhuriyet Fırkasının, belediye seçimleri için İstanbul’dan gösterdiği 117 aday içinde, üçü Yahudi olmak üzere, 13’ü azınlıklardan oluştu. CHP ise ilk defa 1935 seçimleri için listesinde azınlık adaylara yer verdi. 

Yahudilerin sosyal hayatlarını en çok olumsuz etkileyen gelişme ise antisemit hareketlerin görülmesiydi. Yahudi düşmanlığı, dünyada yayılırken, kısmi olmakla birlikte, 1927 yılından itibaren Türkiye’ye de sıçramakta gecikmemişti. Önce Elya Niyego adlı Yahudi bir genç kızın öldürülmesiyle bu dalga başladı. Sonra 1934 yılının ortalarında Trakya Olayları ile büyüdü. Hükümet, Trakya olayları karşısında bir takım tedbirler almıştı ama bu, sonuca yeterince etki etmedi. Nihayetinde Trakya'daki Yahudi aileler, her şeylerini bırakıp İstanbul'a kaçmak durumunda kaldılar. Aslında başlangıçtan itibaren Tevhid-i Efkâr, Akbaba, Paşeli gibi yayın organlarında Yahudiler aleyhinde yazılara rastlandığını da belirtelim.

Antisemit birtakım hareketlerin görülmüş olması, kendileri için güvenli olmadığı yönünde bir düşünceyi Yahudilerde uyandırmamış olacaktı ki, Nazi baskısından kaçanların en önemli duraklarından birisi Türkiye oldu. Bunun arkasında şüphesiz Türk hükümetinin, Nazi baskısına maruz kalanlara, bilim adamlarına kucak açması ve Yahudileri küçük düşürücü yayınları kararnamelerle yasaklaması gibi birtakım uygulamalarının etkisi vardı. 

Nazi baskısından kaçanlara kucak açıldığı gibi Atatürk’ün ölümünden sonra da Almanya'dan, Çekoslovakya’dan Türkiye'ye Yahudi göçü olmuştur. Özellikle Almanya'dan gelen Yahudilere, Devlet Konservatuarı'nda, Cumhurbaşkanlığı Filarmoni Orkestrası'nda, Etibank gibi kurumlarla ve fabrikalarda üst düzey görevler verilmişti.

Siyasi hamleler arasında Türkiye Yahudileri

II. Dünya Savaşı yıllarında Türkiye’nin, dış politikadaki hamlelerine bağlantılı olarak, Yahudilere yönelik tutumunda değişiklikler oldu. Savaşın ilk yıllarında (ki bu dönemde Almanya ilerleyişi vardı), Yahudi aleyhtarlığı gittikçe yaygınlaştı. Bu durum Türkiye’nin Yahudi göçmenlere yönelik tutumuna da yansıdı. Yahudi göçünü ve göçmen kafilelerinin geçici bir süreliğine de olsa topraklarında kalmasını sakıncalı gören Türkiye, yabancı Yahudilere yönelik tedbirlerin alınmasını içeren 30 Ocak 1941 tarihli bir kararı uygulamaya koydu. 

Alınan tedbirlere rağmen, Türkiye’ye Yahudi göçmenler gelmeye devam etti. Zaten bunların çoğunun amacı Türkiye’de kalmak değil, Filistin’e geçmekti.

Toplu geçişlerde iki olay hafızalara yer etmiştir:

İlki; 246 Romanyalı Yahudi göçmeni taşıyan ve Türkiye’ye girişine izin verilmeyip Marmara’da batan Salvator Gemisi’dir. Gemideki yolculardan 125'i boğulmuş 120'si ise Türkiye'den ayrılmıştı.

İkincisi de; 1941’in 15 Aralık günü İstanbul'a gelen ve yine içinde Filistin’e geçmek isteyen Romanyalı Yahudi göçmenleri taşıyan “Struma Faciası” olarak tarihe geçen olaydır.

Bir taraftan göçmen kafilelerin topraklarına girişini engellemeye yönelik kararlar alan Türkiye, diğer taraftan Nazilerin Yahudileri ölüm kamplarına sürme isteklerine karşı çıktı. Fakat Yunanistan gibi Alman istilasına uğramamak için de baskıları bir dereceye kadar tatmin etmeye çalıştı. Bu çerçevede askeri okullara Yahudilerin girmesi yasaklanmış, askere alınan Yahudiler arasında ayrım yapılarak normal askeri birlikler yerine kendilerinden çalışma taburları oluşturulmuştu. 1941 yılında sadece yol inşaatlarında çalıştırılan yirmi sınıf gayrimüslim askere alındılar. Onlara silah ve üniforma verilmedi. 14 ay süren bu uygulamanın etkisi, Yahudi cemaatinde uzun yıllar silinmeyecekti. 

Askere alınanlar arasında Türk Musevi Cemaati’nin Onursal Başkanı Bensiyon Pinto’nun Babası Binyamin Pinto da bulunuyordu. Doğan Kitap’tan yayınlanan ve Tülay Gürler tarafından derlenen “Anlatmazsam Olmazdı, Geniş Toplumda Yahudi Olmak” adlı hatıralarında Bensiyon Pinto, babasının ikinci kez askere alındığı o anın hayatının en korku dolu günü olduğunu yazacaktır:

Yirmi sınıf askerin toplanacağı haberi, kulaktan kulağa yayılmaya başlamıştı. Fısıltı gazetesi ne yazık ki her zaman doğruyu söylerdi… Babamın ikinci kez askere gittiği gün hayatımın en korku dolu günüydü… Babamı ilk ve son kez, o gün ağlarken gördüm.

Yirmi sınıf askerin ardından 11 Kasım 1942 tarihinde 4305 sayılı Varlık Vergisi Kanunu çıkartıldı. Azınlıklara göre bu vergi sadece onları hedef almıştı. Amacı da sermayenin bir gruptan diğerine geçmesini sağlamak olup, dini azınlıkları yıldırma politikasıydı. Aslında vergi yükümlülüğü getirilen 114 bin 368 kişiden sadece 3 bin 877’si gayrimüslimdi. Fakat verginin yaklaşık yüzde 52’sini gayrimüslimler ödemiştir.

Yine verginin büyük bir kısmının İstanbul’dan karşılandığını ve buradaki mükelleflerin iş kollarına göre değerlendirildiğinde ağırlığı Rum, Yahudi ve Ermeni vatandaşların oluşturduğunu belirtmek gerekir.

Kanun’un ilk maddesinde bir defaya mahsus olmak üzere servet ve kazanç sahiplerinden fevkalade kazançları üzerinden vergi alınacağı hükmü vardı. Yani vatandaşlar arasında herhangi bir ayrım yoktu. Fakat uygulamada, verginin miktarının komisyonların takdirine bırakılması, sürenin kısalığı ve itiraz mekanizmasının kapalı olması gibi birçok olumsuz durum bir aradaydı. Şüphesiz en çok tartışılan yanı da Aşkale’de kurulan çalışma kamplarıydı.

Öte yandan, Varlık Vergisi benzeri uygulamaların, II. Dünya Savaşı yıllarında sadece Türkiye’ye has olmadığını Amerika, Fransa, Yunanistan ve Macaristan gibi ülkelerde de benzer yükümlülüklerin getirildiğini hatırlatalım.

Vergi nedeniyle Yahudi toplumunun zor günler yaşadığını ve birçoğunun göç etmeye karar verdiğini hatıralarında belirten Bensiyon Pinto, büyük çoğunluğunun fakir semtlerde yaşamasına rağmen 3-5 tüccar yüzünden cemaatlerinin adının zengine çıktığını söylemektedir. Yine Pinto’nun verdiği bilgiye göre cemaatin büyük bölümü, Varlık Vergisini ödeyebilmek için her şeylerini yok pahasına satmak durumunda kalmıştır.

Beklenilen gelir elde edilemeyen vergi, döneminde de çok tartışıldı hatta bu tartışmalar ve tepkiler üzerine 17 Eylül 1943 tarihinde kabul edilen 4501 sayılı Kanun’la kaldırıldı. Fakat izleri silinmedi.

Savaş sonrası değişen şartlar

II. Dünya Savaşı’ndan sonra Türkiye için demokrasiye bir an önce geçmek dışında bir seçenek kalmamıştı. Bu, bir zaruret olarak ortaya çıktı denilebilir. Birleşmiş Milletler'e üyelik, Batı ittifakı, beklentiler vb. nedenler, o güne kadar atmadığı adımları, iktidara attırdı. Cumhurbaşkanı ve Milli Şef İsmet İnönü’nün muhalefeti cesaretlendiren konuşmasının ardından Milli Kalkınma Partisi ünlü sanayici Nuri Demirağ önderliğinde kuruldu. Fakat şüphesiz bunların hiçbirisi, Demokrat Parti’nin kuruluşu kadar etkili olmadı. 

 

Zehra Aslan 2.jpg
Şalom, 24 Ekim 1947

 

Dörtlü takrirle başlayıp 7 Ocak 1946 günü tamamlanan süreç, Demokrat Parti (DP)’yi ortaya çıkarmıştı. Aslında bu gelişme, Türk siyasi tarihinde daha önce yaşanmış tecrübelerin bir devamı gibiydi. İktidar partisinin içinden kopan bir muhalefet…

Buraya kadar şaşırtıcı bir durum yoktu. Fakat iktidarın içinden çıkan bir muhalefet partisinin Türkiye’ye getirdiği veya gelmesine vesile olduğu siyasi anlayışın, bu denli hızlı gelişeceği beklenmeyen bir sonuçtu. 

DP, çok kısa bir zaman diliminde toplumun her kesiminden destek bulmayı başardı. Bu kesimlerin başında Yahudi cemaati geliyordu. Siyasi temsil noktasında ilk defa DP listesinden Salamon Adato, İstanbul'dan aday gösterildi. Gerçi çok partili hayata geçene kadar birisi beşinci (1935) ve altıncı (1939) dönemlerde Niğde Milletvekili Dr. Samuel Abrevaya Marmaralı, diğeri de yedinci (1943) dönemde yine Niğde Milletvekili Prof. Avram Galente olmak üzere iki Musevi milletvekili Meclise girmişti. Fakat bu dönemde azınlık milletvekilleri, CHP'ye üye olamadıkları için, bağımsız listelerden aday gösterilmişlerdir. Oysa Adato, DP listesinden milletvekili seçilmiştir. 

Yahudilerin yeni umudu, Demokrat Parti olmuştur. Yine de Yahudi cemaati, Osmanlı devrinden itibaren benimsediği, “yönetimle çatışmama” anlayışını sürdürmeye özen gösterdi. İktidarı karşılarına alacak bir tutumdan her zaman uzak durdu.

Öte yandan yeni şartlara ve ortama kolay adapte olunabildiğini söylemek güçtür. Özellikle azınlık vatandaşlar için bu geçerlidir. Destekledikleri partinin toplantılarına ilk zamanlarda endişe duyarak katıldılar. Hatta katılmamayı tercih ettiler. Kurulduğu günden itibaren Demokrat Parti’nin İstanbul teşkilatında görev alan, 1954 ve 1957 seçimlerinde de bu partiden Trabzon milletvekili olarak parlamentoya giren Selahaddin Karayavuz, o günlerde azınlık vatandaşların parti toplantılarına katılmaktan çekindiğini notlarında şöyle belirtir:

Polisten en çok ürken azınlık vatandaşlarımızdı. Kurtuluş adlı ocağımızın çok büyük kısmı azınlıklardandı. Ocak Başkanı Aram Çiçek adlı bir partiliydi… Bir gün Çiçek, bana geldi. Ocağında bir toplantı yapacağını, benim gelmemi istediğini söyledi, kabul ettim. Kurtuluş Tepealtı’nda Cadde üzerinde bir dükkân olan ocak lokaline kararlaştırılan tarihte gittim. Ummadığım bir durumla karşılaştım. Ocak lokalinde 20-25 kişi vardı ancak… Tabi bu kadar insana o zamanın deyimiyle “nutuk” atılmazdı. Anlaşılıyordu ki azınlık vatandaşlarımız ürkeklik ve korkularından kurtulamamışlardı. 

1947 yılında Filistin'in taksim kararı, Yahudilerin Türkiye'deki hayatlarını etkiledi. Bu yılın son aylarından itibaren Türkiye Yahudileri, Şalom, Aktikva, Şabat, Or Yeuda gibi haftalık gazete veya dergilerden oluşan basın sayesinde Siyonizm’i savunmaya başladılar. İsrail Devleti'nin kurulması ile birlikte Türkiye’den bu ülkeye kitlesel göçler başladı ve 1949'a kadar da sürdü. Bu göçler sonucunda Türkiye'den yaklaşık 30 bin Yahudi, İsrail’e yerleşmiştir. Göçlerin yoğunluğu, doğal olarak hükümette şüphe uyandırdı ve bunun sonucunda da Yahudilere ait kurumlarda daha sıkı kontroller yapıldı. 

 

Zehra Aslan 3.jpg
Şalom, 12 Şubat 1948

 

14 Mayıs 1950 seçimlerine doğru gelindiğinde Türkiye'deki Yahudi toplumu için işler pek yolunda değildi. İsrail'in kurulmasından sonra Türkiye, Yahudi vatandaşlarının yarısını kaybetmişti. Kalanların, Osmanlı döneminden kalan Hahamzade Nizamnamesi'nin Cumhuriyetle birlikte güncellenmemesinden kaynaklı sorunları vardı. Henry Soriano'nun istifa etmesi ile yeni Meclis seçimi için CHP iktidarından izin alındı ve 31 Mayıs 1936'dan itibaren toplanmayan Cismani Meclis, 30 Nisan 1950 günü toplanarak yeni üyelerini seçti. Başkanlığa CHP döneminde Niğde Bağımsız milletvekili olarak parlamentoda görev yapan Dr. Samuel Abrevaya getirildi. 

CHP döneminde Yahudileri de ilgilendiren son gelişme, Türkiye’nin 9 Aralık 1948 tarihinde Birleşmiş Milletler Genel Kurulu’nda oy birliği ile kabul edilen “Soykırım Suçunun Önlenmesi ve Cezalandırılması Sözleşmesi”ni ilk imzalayan ülkelerden birisi olmasıydı. 12 Ocak 1951 tarihinde yürürlüğe gire sözleşme, 23 Mart 1950 tarihinde TBMM’de kabul edilmiştir.

Türkiye Yahudilerinin refah yılları

1950 ve 1954 seçimleri için partiler, listelerinde Yahudi azınlığın içinden adaylara yer verdiler. CHP'nin adayı 1950 seçimlerinde Munis Tekinalp, DP'nin adayı Salamon Adato idi. 1954 seçimlerinde CHP Munis Tekinalp’i, Cumhuriyetçi Millet Partisi Cemil Beraha’yı ve DP de Cismani Meclis eski başkanı Henri Soriano’yu aday gösterdi. DP'nin zaferi ile sonuçlanan bu seçimlerde Yahudi seçmenlerin büyük çoğunluğu, gerek tüccar ve sanayicileri teşvik etmesi gerekse Varlık Vergisi'nden mağduriyet yaşayanların bu mağduriyetlerinin giderilmesi gibi beklentilerle, DP'ye oy verdi. 

 

Zehra Aslan 4.jpg
Şalom, 15 Nisan 1954

 

Türkiye Yahudileri, 1950 seçimlerinde iktidara gelen DP’ye karşı büyük umut beslediler ve doğal olarak da bazı beklentilere girdiler. Öncelikle de eşitlik ilkesinin tam olarak tüm vatandaşlara uygulanması talebini dile getirdiler. 22 Mayıs 1950 günü göreve başlayan ve ilk programını Mecliste onaylatan DP idarecilerinin yaptıkları açıklamalar, Yahudi vatandaşların Anayasanın eşitlik ilkesinin tam olarak uygulanacağına dair umutlarını arttırmıştır. 

Programın okunmasından sonra memuriyetlere alınmayan gayrimüslim vatandaşlar, bu durumun da düzeltilmesini istediler. Yahudi basın yayın organlarında Osmanlı döneminde nazırlık yapabilen azınlıkların, CHP hükümetleri tarafından üvey evlat muamelesine tabi tutulduklarına dair kıyaslamaların olduğu makaleler dikkat çekti. Fakat DP iktidarının da bu yönde bir eğilimi olmadı. Bazı yüksek görevlere getirilen Yahudi memurlar istisna tutulursa, azınlıklar, yabancı sermayeli şirket ve bankalarda çalışmaya devam ettiler.

Bir diğer beklenti, Yahudi vatandaşların derin yarası olan Varlık Vergisi’nin iadesi meselesiydi. Bu düşüncenin arkasında Celal Bayar’ın, henüz muhalefetteyken bu vergiden mağdur olanların zararlarının karşılanacağı yönünde söylemiş olduğu sözler vardı.  

 

Zehra Aslan 5.jpg
Şalom, 6 Temmuz 1950

 

DP döneminin başlangıcında Varlık Vergisi tartışmaları, yeniden gündeme gelmiştir. Fakat bu beklentiler, basında neşredilen birkaç makaleden ileriye gitmedi. Kısa zamanda olayın unutulması gerektiği şeklindeki görüşler ağırlık kazandı ve sonuçta bu vergi iade edilmedi. DP döneminde refah yıllarını yaşamaya başlayan Türk Yahudi toplumu da bu konuda fazla ısrarcı olmadı. Vergiden dolayı sıkıntı yaşayanların çoğunun 1948-49 yıllarında İsrail'e göç etmiş olmaları da bu tutumda etkili oldu. 

Birtakım olumsuzluklar olsa da DP'nin azınlıklara ilgisi önceki dönemlere kıyasla dikkat çekiciydi. Türkiye'nin Cumhurbaşkanı ve DP liderleri, azınlık cemaat liderleri ile ilişkilerini iyi tutmaya özen gösterdiler.

1953 yılının Şubat ayında Cumhurbaşkanı Celal Bayar'ın davet edildiği Balat Or-Ahayim Hastanesi'nin geleneksel yıllık balosuna maiyeti ile birlikte katılması, Türkiye'de cumhurbaşkanının herhangi bir azınlık cemaatinin etkinliğine katılması bağlamında bir ilkti.

Ayrıca maddi olarak da Musevi kurumları desteklendi. Örneğin Or-Ahayim Musevi Hastanesi’ne, DP dönemi süresince her yıl bütçeden belirli miktarlarda yardımlar yapıldı. 

 

Zehra Aslan 6.jpg
Şalom, 1 Haziran 1950

 

1931 yılından itibaren boş kalan Hahambaşılık makamının yeni yapılacak bir seçimle doldurulması, Yahudi cemaati için öncelikli çözülmesi gereken meselelerdendi. Cemaatin, Başbakan Menderes'ten talepte bulunması üzerine 1952 yılında yeniden Hahambaşı seçimi yapıldı. Fakat bu şartları olan bir seçimdi. Bir kereye mahsus olacak ve gelecekte hak talep edilmeyecekti. 25 Ocak 1953 günü yapılan seçimde aynı zamanda, Yahudilerin dini konularında karar mercii olan, Beth Din Başkanı olan Rafael Saban, oy çokluğu ile yeni Hahambaşı oldu.

Türkiye'deki Museviler, ruhani liderlerini huzur içinde seçmişlerdir. Bunun için Başbakan Menderes’e bir teşekkür telgrafı gönderdiler. Yeni Hahambaşı da İstanbul Valisi Fahrettin Kerim Gökay’ı ziyaret ederek Musevi cemaati adına minnettarlığını iletmiştir.  

Hahambaşı Rafael Saban’ın taç giyme töreninde İstanbul Valisi, milletvekilleri, Garnizon Komutanı, İstanbul Üniversitesi Rektörü, İsrail Başkonsolosu, Rum ve Ermeni Patrik vekilleri de hazır bulundular.  

fazla oku

Bu bölüm, konuyla ilgili referans noktalarını içerir. (Related Nodes field)

9 Temmuz 1953 günü Hahambaşı Saban, Ankara’da Başbakan Adnan Menderes’i de ziyaret etti. 

Her şey yolunda giderken, 1955 yılının 6-7 Eylül günlerinde yaşanan olaylar, Yahudilerin huzurunun yeniden bozulmasına neden olacaktı.  

 

Yararlanılan kaynaklar:

Not: Makale, "Demokrat Parti Döneminde Türkiye Yahudileri ve Yassıada Mağduru Yahudi Milletvekilleri İsak Altabev, Yusuf Salman" adlı kitabımızdan yararlanılarak hazırlanmıştır.

** Bkz. Zehra Aslan, Demokrat Parti Döneminde Türkiye Yahudileri ve Yassıada Mağduru Yahudi Milletvekilleri İsak Altabev, Yusuf Salman”, Libra Kitap, İstanbul 2018

Diğer Kaynaklar:

  • 6-7 Eylül 1955 Olayları Tanıklar-Hatırlalar, Derleyen: Rıfat N. Bali, 12. Baskı, Libra Kitap, İstanbul 2015.
  • Akşam 
  • Bensiyon Pinto, Anlatmazsam Olmazdı Geniş Toplumda Yahudi Olmak, Derleyen, Tülay Gürler, 8. Baskı, Doğan Kitap, 2008.
  • Halil İmre, Bir Ömür Üç Kitap (Çocukluğum, yoluma çıkan politika, 27 Mayıs 1960-27 Kasım 1964), Ayyıldız Matbaası, Ankara 1976.
  • İstanbul Ekspres
  • Mehmet Korkud AYDIN, “Dönemin Basınına Göre Varlık Vergisi Uygulaması”, Fırat Üniversitesi Sosyal Bilimler Dergisi, Cilt: 28, Sayı: 1, Ocak 2018, Sayfa: 289-311.
  • Osman Yalçın, “Varlık Vergisi Kanunu ve Uygulaması”, Avrasya İncelemeleri Dergisi (AVİD), 2012.
  • Selahaddin Karayavuz, 1945’ten Buyana, Yayınlanmamış hatıralar.
  • Şalom
  • Türk Parlamento Tarihi, XI. Dönem, Cilt:3.

 

 

* Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Independent Türkçe’nin editöryal politikasını yansıtmayabilir

© The Independentturkish

DAHA FAZLA HABER OKU