Altay Ünaltay: Tarih gösteriyor ki, İslam ancak iktidardan uzak ve kendini kuşatan sivil halk yığınları arasında olduğu sürece hem kendi özgür olur, hem de özgürlükçü olur (1)

Naman Bakaç Independent Türkçe için Dr. Altay Ünaltay ile konuştu

Görsel: Perspektif

19'uncu yüzyılın ikinci yarısından itibaren tarih sahnesine fikri ve siyasi bir akım olarak doğmuş olan İslamcılık akımı veya İslami hareket, Osmanlı'dan cumhuriyete oradan da günümüze kadar tartışılan, hakkında yazılıp çizilen en önemli akımlardan biri olduğu kuşku götürmez bir gerçek. 

Kökleri 19'uncu yüzyıl öncesine dayansa da, modern anlamda düşünsel, toplumsal ve siyasal önermeleriyle gündemde yer etmiş olan bu hareketin; referans kaynakları, aktörleri, retoriği, temel yönelim ve hedefleri bağlamında, dünya ve Türkiye'nin epistemik ve ontolojik sahasında bir şekilde kendini bazen retorik olarak bazen de uygulamalarıyla yediden yetmişe herkes tarafından konuşulduğu/konuşturduğu da bir başka gerçek.

İslam(cı) düşüncenin; din- devlet ilişkileri bağlamındaki önerme ve uygulamaları, demokrasi ve laikliğe yönelik bakışı, öteki ile kurduğu ilişkisi, dünyada ve hükümferma sürdüğü coğrafyasında barışı ve adaleti inşa edip edemeyeceği, birarada yaşama kültürünü becerip beceremeyeceği, yaşadığı fikri ve dini sorunları aşıp aşamayacağı, halkların refahına, ekonomisine ve huzuruna onları nail kılıp kılamayacağı gibi birçok husus bilindiği gibi uluslararası karar mercilerinin masalarından tutun think- tank kuruluşlarının raporlarına, oradan da avamdan havasa kadar geniş bir spektrumda tartışılmaktadır. 

Bu tartışmalar içinde, bizde İslami düşünce ve İslamcılık akımının taşıdığı zaafları, olumlulukları, risk ve imkânlarını uzun yıllar din- devlet İlişkilerine kafa yoran, kitap neşreden, makaleler kaleme alan, 1 hekim, araştırmacı- yazar Dr. Altay Ünaltay ile konuşmaya çalıştık.
 

Altay Ünaltay2.JPG
Dr. Altay Ünaltay

 

Bir nevi Independent Türkçe'de başlattığımız İslamcılık eksenli röportajlara Dr. Altay Ünaltay ile devam ediyoruz.

Dr. Ünaltay ile Türkiye ve Batı'da Anayasa yapım süreçlerini, parlamenter sistem ile cumhurbaşkanlığı hükümet sisteminin olumlu ve olumsuz yönlerini, Türkiye'deki İslamcı(lık) akımı ile AK Parti ilişkisini, ulus- devlet fikriyatı ile emperyalizmin yeni biçimini, laikliği ve demokrasiye bakışını, İslamcı akımların hangi karakteristik yönlere sahip olması halinde başarılı olacağını, İslami sol ve liberal İslam tamlamalarına bakışı gibi birçok düşünsel ve aktüel konular üzerine hasbihal ettik.   


"Bir anayasa en kötü durum senaryosunu dikkate alarak yazılmak zorundadır"

- Altı muhalefet partisinin Güçlendirilmiş Parlamenter Sistem modeline ilişkin ortaklaşmaları, Cumhurbaşkanlığı hükümet Sistemi'nin de şu anda Türkiye'de uygulanagelen bir siyasal sistem olması hasebiyle, malum sistem tartışmaları aktüel siyasetin gündemleri arasında yer almaktadır. Sizin "Doğrudan Demokrasi Ya Da Kitlelerin Bilgeliği" isimli yazınızda doğrudan demokrasi ve temsili demokrasiyi etraflıca ele alan bir yazınızı gördüm. Diyorsunuz ki: "21'nci yüzyılın hediyesi doğrudan demokrasi olacaktır. 20'nci yüzyılın temsili denen seçkinci - aristokrat demokrasilerinin, sebep olduğu biteviye bıkkınlık ve güven kaybı göz önüne alındığında, parlamentolar ve meclislerin bugünkü seçkinci düzeni krallıklar çağının sonundaki aristokrat meclislerini andırmaya başlamıştır." Muhalefetin de savunduğu parlamenter sistem ya da sizin ifadenizle krallıklar çağının aristokrat meclisleri, toplumlar için hala geçer akçe midir yoksa geçer akçe başka bir siyasal sistem midir?

Muhalefet kanadının "güçlendirilmiş parlamenter sistemi geri getirmek" için uzun süredir toplantılar yaptığı, faaliyetlerde bulunduğunu, üniversite hocaları ve uzmanlara yeni bir anayasa ısmarladığını duyuyoruz. Vadettikleri gibi 28 Şubat'ta bu hazırlıkları açıklarlarsa nasıl bir düzen önerdiklerini göreceğiz.

Yine de bir yurttaş olarak ben, egemenliğimi onun çerçevesinde yönetime devredeceğim temel senet olarak altına imza atacağım bir anayasa ile ilgili görüş, beklenti ve önerilerimi açıklayayım: Başarılı anayasalar, en hırslı ve ahlak zaaflı insanlar başa geçseler de, düzenin dağılmaması ve istismara elden geldiğince az uğraması için dizayn edilirler.

Tıpkı modern bir yolcu uçağında sistem ve motor arızalarının uçağı tamamen uçamaz hale getirmemesi ve gerekirse ilk havaalanına acil iniş yapana dek uçaktaki sistem faaliyetini koruması ve bunun için tüm sistem ve motorların birbirini destekleyecek tarzda yapılması gibi. Bu dizaynda en kötü durum senaryosu dikkate alınır. Bir anayasa da en kötü durum senaryosunu dikkate alarak yazılmak zorundadır.

Bu anlamda anayasalar, tıpkı yolcu uçakları gibi birer mühendislik harikası olmak zorundadırlar; biri fizik ve teknik mühendisliğin, diğeri ise hukuk mühendisliğinin... Türkiye'de ise anayasalar "vatan, görev ve dürüstlük aşkıyla coşan" kişilerin başa geçeceği ve onların herşeyi düzgün götüreceği varsayımına göre yapılır.

Oysa böyle kişiler bulunsa dahi sunulan namütenahi yetkilerin onları da sonunda yoldan çıkarmayacağına dair bir veri elimizde yok. Amerikan anayasasının yazarlarından ve "kurucu babalardan" sayılan Thomas Jefferson'un bir özlü sözü vardır: "İhtirasa karşı ihtiras çıkarılmalıdır."

 Böylece devletin bir gücüne hâkim bir ihtiraslı adamın kudret ve bencilliğini diğer bir güce hâkim başka bir ihtiraslı adamın kudret ve bencilliği önler, sınırlandırır.

Bu tespitten sonra Türkiye'de siyasetin ve devlet yönetiminin aksadığı birkaç temel noktayı tespit edelim ve bunları gidermek için yeni anayasada neler olduğunu soralım. Başlıca konular şunlar: Yargı bağımsızlığı, parti içi demokrasi ve seçim sistemi (ki yasamayı belirler), laiklik ve inanç hürriyeti, devlete mal, hizmet ve personel alımındaki sorunlar ve akademik bağımsızlık.

- En başta yargı bağımsızlığı:  Müslüman ve muhafazakâr çevrelerde şu öykü yıllardır ballandıra ballandıra anlatılır ve devlet geleneğimize örnek gösterilir: İstanbul'u fetheden Fatih Sultan Mehmet şehri yeni yapılarla süslemek ister ve bir Rum mimara planlar çizdirir.

Ancak mimarın yaptığı işten hiç memnun olmaz ve ceza olarak elini kestirir.  Mimar Sultan'ı mahkemeye verir ve uğradığı haksızlık için adalet ister. Davaya devrin başkadısı bakar ve Sultan Fatih'i mahkemeye çağırır.

Fatih gelir ve postunda oturan kadının karşısına geçip, oturur. Davacı mimar ise kadı huzurunda ayakta beklemektedir. Kadı sultana ihtar eder: "Ayağa kalk efendi! Adalete ihtiram göster. Adaletin huzurunda ayakta durulur, hüküm ayakta beklenir!"

Fatih bir şey demez ayağa kalkar. Dava görülür, Sultan suçlu bulunur. Yaptığına karşılık kısas olarak elinin kesilmesine hükmolunur! Bunun üzerine mimar diyete razı olacağını beyan eder ve yüklü bir diyet karşılığında Sultan'ın eli kesilmekten kurtulur!


Şimdi. Bu öyküyü anlatmaktan büyük zevk duyanlar nedense tüm bunların olabilmesi için arkaplanda, devlette yargıyı kudretli padişaha karşı koruyacak bir denge mekanizması olması gerektiğini ya anlamazlar ya da anlamak istemezler.

Sürekli çok güçlü bir başkan ya da yöneticinin gerektiğinden dem vururlar. Soru: Bugün devlet başkanını ya da herhangi bir üst düzey yöneticiyi yaptığı bir haksızlıktan dolayı mahkemeye vermek mümkün müdür?

Velev ki bu mümkün olsun, kaç savcı yönetim aleyhine iddianame yazabilir, kaç hâkim bu iddiaları haklı bularak yönetimi mahkûm edebilir? Diyelim ki bu da oldu.

Derhal bu hâkim ve savcıların görevden alınıp sürülmeyeceğine ve yerlerine yenilerinin atanıp mahkemenin iade edilmeyeceğine dair güvence nedir? 

Ve muhalefet yeni anayasa teklifinde bu gibi konular için nasıl bir yargı bağımsızlığı mekanizması öngörmüştür? 


"Demokratik bir partide adayları, seçimle parti tabanı belirlemeli ve bu tek meşru usul olmalıdır"

- Parti içi demokrasi ve seçimde demokrasi: Günümüzün Türk siyasi partilerinde milletvekilleri yoktur, başkan vekilleri vardır. Zira her partinin milletvekili adayları başkanın lütfu ya da onayıyla belirlenir. Vekiller seçilmelerini oy veren halk kadar ya da belki daha da fazla kendilerini seçen lidere borçludurlar.

Bu işlerin düzeni parti tüzüklerine bırakıldıkça ve anayasada parti içi demokrasiyi düzenleyici hükümler getirilmedikçe kendinden bir düzelme beklemiyoruz. Oysa demokratik bir parti işleyişinde adayları seçimle parti tabanı belirlemeli ve bu tek meşru usul olmalıdır.

Avrupa'da parti kurumlarının lider ve kişilerden uzun yaşamasına sebep bu parti içi demokrasidir. Türkiye'de ise iki siyasi parti hariç partilerin ömür süreleri liderlerin tabi ya da siyasi ömür süreleriyle sınırlıdır.

Almanya'nın çok tartışılan popülist partisi AfD'de dahi parti içi demokrasi mekanizmaları çalıştırılmış ve sonuçta iki kez parti başkanları istifa etmiş, üçüncü kişiler parti yönetimine gelmişlerdir. 

Evet, parti içi demokrasi ile ilgili yeni anayasa taslağında ne teklifler vardır? 


- Seçim demokrasisine gelince. Bu konuda doğru ve adaletli işleyen bir seçim sistemi ve bu sistemin işletilmesinden sorumlu olan YSK bağımsızlığına geliyoruz.

Ayrıca YSK bağımsızlığı, burada görev yapan kişilerin hâkimler olması, dolayısıyla yargı camiasından gelmeleri nedeniyle yargı bağımsızlığı konusuna da giriyor.

Seçim sistemi bir seçim kanununa bağlı olduğundan ve bu da meclis çoğunluğuna hâkim iktidar tarafından rahatlıkla değiştirilebildiği için verilen oyların meclise doğru yansıması ya da yansımaması da sonuçta iktidarın elindedir.

Seçim bölgeleriyle, oy barajları ve sayım usulleri vs. İle oynanarak seçim sonuçlarının değiştirilmesine Amerikan siyasetinde "gerrymandering" deniyor. Yani böyle işler orada da olmuş ve tedbirler alınmaya çalışılmış.  

Türkiye'de ise seçim bölgelerini ve barajları değiştirerek seçimleri "kendine kayırma" işleri ilk 1980'lerde Turgut Özal döneminde başlamıştı. Demek ki seçim sistemini anayasaya demirlemek ve her gelen iktidarın keyfi şekilde kanunu değiştirip bu sistemle oynamasını engellemek gerekiyor. Muhalefetin anayasa taslağında bu konuyla ilgili ne vardır acaba?


- Laiklik ve inanç hürriyetine gelelim. Türkiye'de insanların diledikleri gibi inanabilecekleri ve ayırım altında olmadıkları söylenir. Peki, bu gerçekte doğru mudur acaba? Amerikan Yüksek Mahkemesi'nin laiklik yorumunda açıkladığı 2 temel ilke vardır. Şöyledir bu iki ilke:


- Dini inancına bakılmaksızın devlet hizmetinden faydalanmak ve

- Dini inancına bakılmaksızın devlet hizmetine girebilmektir.

Bu standartlarla Türkiye bakıldığında ilk göze çarpan Sünnilerin ibadethanelerinin devletten geniş hizmet alırken (inşaatına, işletmesine, din adamlarının eğitim ve maişetine, yardım), Alevi ya da gayrimüslimlerin ibadethanelerine devletin hiçbir yardım yapmamasıdır.

Demek ki devlet hizmeti farklı dini kesimlere farklı sunulmaktadır.  Dini inanca bakılmaksızın devlet hizmetine girebilmek konusuna bakarsak şayet Sünni devlet görevlilerinden başkasıyla karşılaşmıyoruz.

Bu ülkede Alevi bir hâkim, Şii bir vali, Hıristiyan ya da başka dinden ordu subayı yoktur. Yani Türkiye laik değildir, bir Sünni cumhuriyetidir.   
 

 

- Devlete mal ve hizmet alımında ise ilgili yasalar ve ihale kuralları, iktidar tarafından istendiği gibi değiştirilebilmekte olup, bunu engelleyecek bir mekanizma yoktur.

Devlet kaynaklarının tahsisi konusu Türkiye'nin en dertli ve düzenlenmeye en muhtaç alanlardan biridir.  Buradaki kuralların standardize edilmesi ve her gelen iktidarın istediği gibi değişmemesi için bir anayasal çıpaya ihtiyaç vardır. Acaba muhalefetin anayasa taslağı bu konuda ne önermektedir? 


- Son olarak Türkiye'deki akademik özgürlükten bahsedersek, 12 Eylül askeri yönetiminin bu ülkeye "hediyesi" olan YÖK ile akademik özgürlükler 40 yıldır rafa kaldırılmış olup, ondan sonra gelen hiçbir yönetim bunu değiştirmek için birşey yapmamıştır.

Akademik bağımsızlığın korunabilmesi için muhalefet anayasa taslağında ne önermektedir? 

  
"Geleceğin yönetim sistemi parlamenter düzen değil, doğrudan demokrasidir"

Bu uzun girişten sonra sorunuzun cevabını vereyim: "Parlamenter sistem ya da sizin ifadenizle krallıklar çağının aristokrat meclisleri, toplumlar için hala geçer akçe midir yoksa geçer akçe başka bir siyasal sistem midir?" demişsiniz.

Parlamenter sistem bu saydığımız sorunları düzeltebilirse bence geçici olarak ülke sorunlarına bir cevap olur. Ancak parlamenter düzen kendi elitist yapısını hiçbir zaman tam olarak üzerinden atamaz, zira yeterince siyasete harcayacak kenarda parası olmayan hiç kimse bugün siyasete giremez.  

Bu ise toplumda sadece bir kısım zengin elitlerin imtiyazıdır. Elitler ise genelde kendi elit sınıflarının çıkarlarını temsil ederler, bundan vakit kalır ve lütfederlerse geniş halk kesimlerinin sorunlarına da eğilirler.

Bu nedenle temsili demokrasiler, her ne kadar krallıklar ve diktatörlüklere nazaran halka daha yakın olsalar dahi geniş halk kesimlerinin çıkarlarıyla parlamentonun çıkarları arasında bir makas hep varolacak; parlamenter sistem, ya da isterseniz temsili demokrasi, hiçbir zaman tam olarak yetmeyecektir.

Bu nedenle gün gelip aşılacaktır. Geleceğin yönetim sistemi parlamenter düzen değil, doğrudan demokrasidir; çünkü halkın ihtiyacını en iyi halk anlar ve gereğini halk yapar. 


"Bizde iktidar ile muhalefet arasında uzlaşma kültürü geleneksel olarak yoktur"

- Değişim dergisinin Kasım 1998'deki sayısında yer alan: "Anayasa, Başkanlık Sistemi, Demokrasi" yazınızda, Başkanlık sisteminin Türkiye'de uygulanabilecek bir siyasi model olmadığı tespitiniz sözkonusu burada. Neredeyse 25 yıl geçmiş bu yazınıza binaen şunu sormak isterim, bu argümanınızı önce siyaset felsefesi açısından sonra da Türkiye'deki aktüel siyaset bağlamında neye dayandırdığınızı sormak isterim? 

O dönemdeki başkanlık sistemi analizimde Amerikan başkanlık sistemini esas almıştım. O sistemde başkan ve kongre seçimleri farklı usullerle yapıldığından (Temsilciler meclisi 2 yılda 1, başkanlık seçim yılına denk getirmeden, Senato ise 2 yılda bir 1/3 yenileme seçimine gider) genellikle bir ABD başkanı karşısında rakip siyasi partinin çoğunlukta olduğu bir kongre bulur, kendi partisinden kongre çoğunluğuyla çalışmak bahtiyarlığına eren ABD başkanları mutlu azınlıktır.

Bu nedenle Kongre genellikle başkanın karşısına dikilir ve onu sıkıca denetler. Ama bu rekabetin tüm sistemi kilitleyecek bir hasımlığa yol açmaması için siyasi uzlaşma kültürü gerekir. Bu, Amerika, İngiltere, Kanada gibi Anglosakson ülkelerde vardır, ama bizde iktidar ile muhalefet arasında uzlaşma kültürü geleneksel olarak yoktur.

Bu halimizle biz siyasi kültür açısından Fransa'ya daha çok benzeriz.  Dahası iktidar - muhalefet arası mesafe ve çekişme son yıllarda daha da açılmıştır. O zamanki analizim bizim bu nedenle başkanlık sistemini yürütemeyeceğimiz şeklindeydi.

Türkiye'de daha sonra kabul edilen "cumhurbaşkanlığı sistemi" ise çekişmeyi tamamen ortadan kaldırarak aynı seçimle hem başkan hem de kendi parti çoğunluğunun meclise seçilmesini garanti altına aldı.

Böylece cumhurbaşkanı hep kendi parti çoğunluğu ile birlikte çalışacaktı. Bu halin tersi ise imkânsız denecek kadar zordu. Bu ise siyasal denetimi imkânsız kılmıştır, zira Cumhurbaşkanının her isteğini kendi meclis çoğunluğu aynen onaylar.  

Bunun dışında da ABD başkanlık sisteminde görülmemiş bir merkezileşme ve gücün tek elde toplanması Türk tipi cumhurbaşkanlığı sisteminin özelliğidir.

Bu kadar merkezi bir yönetim ile demokratik standartları yürütmek imkânsız idi. Bunun sonuçları aradan geçen yıllar içinde görüldü. Geriye bu sistemi değiştirmekten başka çare kalmamıştır.
 

 

"Kan birliğini" önceleyen ulusalcılık yerine "toprak birliğini" önceleyen vatanseverliği teklif ediyorum

- Dünyada sağ popülist lider ve akımların giderek güçlendiği tartışmaları yaşanmakta bildiğiniz gibi. Ulusalcılar ile Küreselciler ya da başka bir ifadeyle milliyetçiler ile demokratlar arasında bir tür rekabet sözkonusu. Sizin "Vatanseverler- Küreselciler Arasında Dünya Savaşı" başlıklı yazınızda: "Tüm uluslararası kurumlar, IMF, Dünya Bankası, BM, Avrupa Birliği, NATO ya da hepsi, demokrasi ve ulus egemenliğinin düşmanıdır. Demokratik ulus devlet küresel yağmacı kapitalizmin saldırısına karşı durabilecek son kaledir. Her akıl sahibi ortalama kişi gibi, ben de demokratik ulus devlet taraftarıyım" diyorsunuz. Burada Ulusalcı bir duruşa sahip olduğunuz görülüyor. Emperyalizme, Küreselciliğe, Kapitalizme karşı son kalenin hala Ulusalcılık olduğunu düşünüyor musunuz? 

Ulusalcı değilim, yanlış anlaşılmasın, ama vatanseverim. Ulus kelimesi genellikle bir ülkede etnik bütünlük çağrıştırır, bu kendiliğinden olur ya da zorlama usullerle sağlanmaya çalışılır; Türkiye'de olduğu gibi. Ama başarıya ulaşamaz. O nedenle "kan birliğini" önceleyen ulusalcılık yerine "toprak birliğini" önceleyen vatanseverliği teklif ediyorum: Kandan önce toprak.

Biz, hangi kökenden gelirsek gelelim, bu toprağın çocuklarıyız ve bizi birbirimize kandan önce bu toprak bağlar. Vatanseverlikle ilgili bu tespitimizi böyle koyalım ve şimdi devam edelim:

Vatan denen toprağın evlatlarının özgür ve barış içinde yaşatılması ve dışardan gelecek kötü niyetli girişimlere karşı savunulması için bağımsız ve demokratik bir devlet yapısı gerekir. Siyaset terminolojisinde buna "ulus- devlet" deniyor; dilerseniz ben buna "vatan- devlet" deyim, ama böyle bir tabir siyaset literatüründe yok.

Onun için mecburen "ulus- devlet" tabirini kullandım. Bu anlamda tespitimde ısrarcıyım: Emperyalizm birçok kurumu aracılığıyla hala sömürü peşindedir. Yeryüzünde kâr ve sömürü hırsı oldukça da bu devam edecektir. Bu tarih boyunca böyle oldu, bundan sonra da böyle olacak.

Dahası sistem eski kontrol ve köleleştirme araçlarına bilişim sistemlerinin gelişimi ve bilginin akışının giderek daha fazla kontrol altına girmesi ile yenilerini ekledi: Artık 4 ya da 5 sosyal medya kanalının bildirmediklerini bilemez, bildirdiklerini ise dikkate almamazlık edemeyiz.

Giderek bizdeki gerçeklik duygusunun oluşumunu onların ellerine teslim ediyoruz. Şimdi yeni yeni bahsi geçmeye başlayan Metaverse gibi antiteler bizi somut gerçeklikten koparıyor ve yönlendirilmiş bir gerçeklik âlemine doğru kayıyoruz.

Bunlar yeni ve çok güçlü araçlardır ve buradan hep hayırlı şeyler çıkacağını varsaymak fazla iyimserlik olur. Uzun bir süredir bir halkı boyunduruk altına almak için ordular göndermek gerekmiyor artık.

Düşünce biçimlerini ve gerçeklik algılarını etkilemeniz yeter. Peki, tüm bu etki ve saldırılara tek tek bireyler olarak direnebilir miyiz? Hayır, örgütlü direniş gerekir. Bu toprağın en yaygın ve güçlü örgütü ise demokratik cumhuriyettir.

Daha güçlü bir örgütümüz yok. Demokratik cumhuriyet elinde tuttuğu birçok kuvvet ile bu güçlü saldırı ve etkilere karşı direnebilir ve bizi koruyabilir. 


Hâlihazırdaki devlet yapısının bahsettiğim şeyleri yapan bir cumhuriyetten ne kadar uzak olduğunun farkındayım. Halkı korumak yerine kendini korumak ve gerekirse bunun için insanlarını harcamaktan çekinmeyecek bir yapının bahsettiğimiz görevleri yerine getiremeyeceği, milletini koruyamayacağı, aksine zayıf ve geri kalmış düşüreceği ve uluslararası emperyal güçlere yem edebileceği ihtimal dâhilindedir.

Ama bunun çözümü devleti yok etmekte değil, dönüştürmektedir. Devlet yok olursa özgür olmayacağız, sadece başka güçlerin hâkimiyeti altına gireceğiz. Bu anlamda bilinçsiz bağlılık duygularını değil, akla ve bilime dayalı bir vatanseverlik ve demokratik cumhuriyetçilik öneriyorum.  
 

 

"AK Parti, Türkiye şartlarının ve siyasi sisteminin zorlaması ile başlangıçta liberal-muhafazakâr sonra milliyetçi-muhafazakâr olsa da son tahlilde İslamcıdır"

- Bir yazınızda "Türkiye'deki İslamcı hareketin (her ne kadar tartışmalı olsa da) son yıllardaki temsilcisi kabul edilen Ak Parti değişik bir rota çizerek önce liberal Batıcı, daha sonra muhafazakâr-milliyetçi bir çizgide yolunu sürdürdü" diyorsunuz. AK Parti ile İslamcılık arasındaki ilişki nasıl başladı, nasıl bir seyyalite izledi ve şu anda İslamcılık ile ilişkisi sizce nedir?

Türkiye'deki İslamcı hareketlerin "herkesçe bilinen sırrı", İslamcı olmaları ama bunu hep başka isimler altında gizlemek zorunda bırakılmalarıdır. Örneğin Necmettin Erbakan hocanın MSP'si ve sonra onun yerine kurduğu partiler "Milli Görüşçü" idi ve bu kelimenin İslamcılık manasına geldiği kimsenin meçhulü değildi.

AKP bu hareket içinden bir grubun kopmasıyla doğdu. AKP'nin çekirdek kadrolarını meydana getiren bu kişiler her ne kadar "Milli Görüş" gömleğini çıkardıklarını "liberal muhafazakâr" bir siyasi çizgide olduklarını iddia etseler de laik cumhuriyet hakkında yer yer açıkladıkları fikirleri, son büyük İslam devleti olarak idealize ettikleri Osmanlıya duygusal-düşsel bağlılıkları ile eğitim, iç ve dış siyaset, ekonomi ve diğer alanlardaki kimi uygulamaları ile Sünni İslamcı fikriyata bağlı olduklarını hep gösterdiler.

Onları İslamcı bulmayanlar ya da İslamcılıklarını yine İslamcılık adına beğenmeyenler olabilir, ama bu sonucu değiştirmez. Yeri gelmişken söylemeli ki, İslamcılık bir tane değildir. Birden çok İslamcılık vardır. İran İslam Cumhuriyeti'nin İslamcılığı ile Afgan Taliban örgütü İslamcılığı, İŞİD İslamcılığı ya da Türkiye'de AKP İslamcılığının belki uyuşmadıkları konular uyuştuklarından daha fazladır.

Hatta kimi İslamcı hareketler İslam dünyasının değişik yerlerinde birbiriyle çatışmalara da girişmişlerdir. Tipik örnek İŞİD ile İran ve ona bağlı Lübnan Hizbullah’ı arasındaki çatışmadır. Ama tüm bunlar sonucu değiştirmez.

AK Parti de Türkiye şartlarının ve siyasi sisteminin zorlaması ile başlangıçta ne isim almış (liberal-muhafazakâr) ve daha sonra hangi siyasi çizgiyi izlemiş (milliyetçi-muhafazakâr) olursa olsun son tahlilde İslamcıdır, çünkü saklamadığı amacı son İslam devleti Osmanlıyı tekrar diriltmek ve "ataların şanlı yoluna dönmek"tir. 


"Kanaatimce din, siyasi iktidardan uzak durmalıdır"

- Hazır İslamcılık bahsini açmışken sizin İslamcılığa yönelik zihinsel eleştirileriniz ya da İslamcılığın "kültürel bagajları" tasfiye etmedikçe, laik demokratik düzenin, insanlığın şimdiye dek icat ettiği en gelişmiş mekanizma olduğu şeklinde bir yaklaşımınız var. İslamcılığa yönelik fikri ve dini eleştirileriniz nedir? Geçmişte kendinizi İslamcı olarak gördünüz mü? Şu anki dini ve siyasal duruşunuzu nasıl izah ediyorsunuz?  

1980'den 2013'e kadar bir İslamcı idim. O dönemdeki İslamcılığa yaklaşımım da dogmatik ve uzlaşmaz olmadı. Çağdaş Dünya kazanımlarının bir şekilde İslamcılığa içerilebileceği ve böylece İslamcılığın geleceğin ideolojisi olabileceği üzerine inancımı korumaya çalıştım.

Ancak 2013'te bunun mümkün olmadığını anladım ve İslamcılığı terkettim. Bahsettiğiniz gibi İslamcılığın çağla uyumunu zorlayan hayli çok kültürel bagajları bulunmaktadır:

Demokrasiye inanmaması, kadın erkek eşitliğini, inanan- inanmayan ya da başka dine inananların yurttaş ve insan olarak eşitliğini kabul etmemesi, genelde kapitalizmi kabul etmesi, çalışanların sendikal hak arayışı gibi sınıf mücadelesine soğuk bakması ve birçok İslamcı hareketi içine almış mezhep taassubu nedeniyle Müslümanları dahi eşit kabul etmemesi gibi…


Teorik çalışmalara ve verilen yazılı eserlere bakıldığında ya da marjinal kimi İslamcı fikir sahiplerine sorulduğunda bu sorunlar belki aşılmış gibi görünebilir ama fiiliyatta ve ana akım İslamcı hareketler sözkonusu olduğunda bu tutumların devam ettiğini görmekteyiz.

Ayrıca İslamcılık laikliğe karşı olduğunu da söylemekte ama yerine insan hak ve haysiyetine uygun başka bir mekanizma önermemektedir. Bu nedenle ben de artık İslamcı değilim.

Kendimi siyaseten laik ve demokrat, dinen ise Kur’ancı ve vahdet-i vücud'a inanmış bir Müslüman olarak görüyorum. Kanaatimce din siyasi iktidardan uzak durmalıdır. Bunu şu metaforlarla izah etmeye çalışayım.

Tarih şahittir ki, iktidara tutkun olup onunla "aşk yaşayan" her din sonunda iktidarın "saray gözdesi" haline dönüşür ve itibarını, daha sonra da inananlarını kaybeder. Bu kuralın istisnası yoktur.

O halde dinler kişinin yüreğinde mi kapalı kalmalıdır? Hayır, dinler sosyal kurumlardır. Bir din inanan kişinin ahlakını değiştirdikçe ve bu dine inanan kişiler bir toplumda çoğaldıkça o kişilerin ahlakı giderek o toplumun örfü haline dönüşür.

Tabi ki siyaset ve iktidar da bundan kaçınılmaz şekilde etkilenir. Dinin belki tek meşru ve doğal toplumsallaşması bu usulledir: Sağlam toplum için sağlam kişiler yetiştirmek, ya da Kuran’i tabirle "sağlam duvar" (bünyan-ı mersus) için önce sağlam tuğlalar.

Yani duvardan önce tuğla. Çamurdan tuğlalardan yükselttiğiniz duvar ilk yağmurda yıkılır, ne kadar ustaca örerseniz örün. 

 

Devam edecek...

 

 

1. bknz. https://www.fikircografyasi.com 

*Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Independent Türkçe'nin editöryal politikasını yansıtmayabilir.

© The Independentturkish

DAHA FAZLA HABER OKU