Nejat Yavaşoğulları: 'Bedreddin' albümü Nazım'a da Bedreddin'e de layık olsun diye elimden geleni ardıma koymadım

Hakan Gülseven, Independent Türkçe için, Bulutsuzluk Özlemi'nin kurucusu Nejat Yavaşoğulları ile Bedreddin albümü, tarih ve yaşam üzerine bir söyleşi gerçekleştirdi

Türkiye’nin müzik hayatında yer etmiş Bulutsuzluk Özlemi, kendi adına bir ilke imza attı ve senfonik rock türünde bir albüm yayımladı. Albüm bir "anıt eser" gibi.

Grubun kurucusu Nejat Yavaşoğulları, Nazım Hikmet’in ilk "ustalık eseri" sayılan Simavne Kadısı Oğlu Şeyh Bedreddin Destanı kitabını baştan sona besteledi.

Bir koronun ve orkestranın eşlik ettiği rock ezgileriyle, ortaya bir başka "ustalık eseri" çıktı.

Nejat Yavaşoğulları ile Bedreddin albümü, tarih ve yaşam üzerine bir söyleşi gerçekleştirdik.
 


Nejat Yavaşoğulları: Simavne Kadısı Oğlu Şeyh Bedreddin, aslında Türk tarihinde çok da önemle üstünde durulması gereken bir kişilik.

1390'lara gidersek, 620 yıl kadar önce Anadolu'daki düşünüş şekillerini de bize gösteriyor; o yıllarda Orta Asya'dan gelip de İslam ile tanışmış olan toplulukların, kendi geçmiş kültürleriyle, yeni içine girmiş oldukları dünya arasında hem çatışmalı ilişki, hem de bir sentez ortaya çıkartmaları, bazı konularda yorumları kendilerine göre yapmalarıyla, değişik bir dönem yaşanıyor.

Yunus Emre'si var; "Şol cennetin ırmakları akar Allah deyû deyû" diyor; bugün bile anlıyoruz. Türk şiirini de oradan başlatıyorlar. Mevlana'sı var, Hacı Bektaş-ı Veli'si var. Birçok böyle şahsiyetleri sayabiliriz.

Bunun yanında bir de Şeyh Bedreddin var; Simavne Kadısı'nın oğlu.

Bu, getirdiği düşünceler açısından evrensel bazı değerler taşıyor. 

Tarihin karanlıkları arasında unutulup gitmesi, birçok insanın gönlünün razı olmadığı bir şey…

Ve her zaman da belli kesimler tarafından canlı tutulmuş, hakkında kitaplar yazılmış bir adam.

Bedreddin ile ilgili bir şey bulursam, konu hakkında bilgim de olmasına rağmen, alıp okuyorum. Mesela Franz Babinger diye bir Alman adam, 1920'de

'Anadolu'daki inanç dünyası' vs diye Şeyh Bedreddin'le ilgili bir kitap çıkartmış. 

Yani neden ilgisini çekiyor? Direkt kafadan girelim konuya: "Yarin yanağından gayrı" her yerde, her şeyde, hep beraber üretebilmek, kazanılan değeri de eşit olarak paylaşmak. Mülkiyet diye bir şey olmaması; hepsinin tanrıya ait olması.

Tanrıyı da işin içine sokmasına rağmen, bu, sosyalist düşüncenin, artık Marx'ın ortaya atmış olduğu; proletaryanın artı değer ürettiği… Ve üretim araçlarının mülkiyetinin, üretenlerin olmasıyla o kadar çakışıyor ki ilgi çekiyor tabi, bu bakımdan da.

Nazım Hikmet, Sinop Cezaevi'nde kitap okurken, İstanbul Üniversitesi İlahiyat Fakültesi müderrisi Mehmet Şerafettin Efendi'nin risalesini okuyor.

Adam anlatıyor ve sonuçta o daha tutucu açıdan bakıyor ve Nazım, onun fikirlerinin İslam'la bağdaşmadığını iddia ederek, "zındığın tekiydi" demeye getiriyor.

Nazım Hikmet; "Ya bu İlahiyat Fakültesi müderrisinin bakış açısından Bedreddin'imi kurtarmak lazım, diye düşündüm" diyor.

Ve Nazım okuduklarını, koğuş arkadaşı Ahmet'e anlatınca, Ahmet; "Senden bir Bedreddin Destanı" isteriz diyor.

Yavuz Erçetinkaya, benim yakın arkadaşım, dostum, danışmanım; çok birikimli bir insandı. Biz bunları konuşurken Yavuz bana "Nejat senden de bir Bedreddin bestesi bekleriz" demişti.

"Ya, öyle mi" falan dedim ben de. O zaman da kafamda şu canlandı: hem bir grup, hem de orkestra, koro moro, karmina gibi bir şey…

Fakat şöyle şeyler oldu; Bulutsuzluk Özlemi'nin ilk konserinde, hatta ilk bölümde, ben Sina Koloğlu'nu gittim, buldum. Onunla bazı çalışmalarımız oluyordu, piyano çalışını beğeniyordum, sahnedeki sempatikliği hoşuma gidiyordu.

Sina'ya dedim ki, "Ben böyle bir konser teklifi aldım. Ben akustik gitar çalayım, sen de piyano çal." Yani biz o konserin ilk bölümünde Bedreddin çaldık.

Bazı şarkılar; "Bu kasaba İznik Kasabası", "Deli Orman", "Kıyıda çıplak ayaklı bir kadın ağlamaktadır" gibi şarkıları biz o zaman çalmıştık.

Bulutsuzluk Özlemi'nin kurulmasına neden olan konserdi.


Hakan Gülseven: O konserin kaydı yok herhalde?

Kayıt yok işte. Keşke kaydını almış olsaydık. Çok merak ediyorum ben de nasıl çaldığımızı falan…

Öyle bir şey oldu ki, toplumdan da bir talep geldi bize. Ben mimarım, evet, besteler yapıyorum vs. ama hani 'o kadar da balıklama atlayayım; meşhur olmak mı istiyorum ben?' falan gibisinden kendime hesap veremiyordum; "Niye sahnelere çıkıp da çalacağız bunları?"

Fakat öyle olaylar gelişti ki bana o dönemde "Ya bu şarkılara başkalarının ihtiyaçları var. Kişisel tatminin için düşünme. Bu şarkılara bizim ihtiyacımız var" dediler bana.

Sonra benim de zaten bir müzisyenlik yönüm var; kendim için geçerli bir neden bulunca ve birkaç konserde de ilginin fazla olduğunu görünce, Bulutsuzluk Özlemi olayına biz daldık.

Dalış, o dalış…

Bu o zaman kaldı (Bedreddin Destanı). Beste olarak gerisini getirememiştim.

Ama bir yandan da "fena da olmuyordu" düşüncesi hep kafamda vardı.

"Zamska" albümü yaptık. Dedim biz şimdi ölüp gidersek, bu şarkılar aklımda hep; bakıyorum "orası sol majördü", "şöyleydi" diye aklıma getiriyorum. 

Üzüldüm yani… Benim kaydedemediğim birkaç tiyatro müziğim falan da var. Hepsi uçtu, gittiler. Onlar hep aklımda…


- Kaydetmek lazım onları ama, değil mi…

Tabi, her şeyi kaydetmek lazım. Yazmak lazım aslında. O alışkanlıklarımızı toplum olarak geliştirmemiz lazım. 

Ama benim bir de mimarlıkla yoğun olarak uğraşmam da tabii ki vaktimi alıyor.

Yoksa üreten ve içi içine sığmayan bir tarafım da var yani benim.


- Bedreddin albümü için ne zaman "Hadi, başlıyoruz" dediniz?

"Zamska" albümü çıkmıştı. Ya hani yeni şarkılarla bir albüm peşine düşmem lazımdı. Ama bu da (Bedreddin) artık bu kadar da gecikmesin, dedim.

Ve ben tekrar notlarımı, kayıtlarımı açtım; eksik kalan besteleri tamamlaya çalışırken, bizim grupta o günlerde bas çalan Sunay Özgür'e "Sunay, biz nasıl yapacağız" falan deyince, zor geldi ona.

O da bana Murat Cem Orhan'ı tavsiye etti. O sırada Murat Cem, şeflik eğitimi alıyordu. Konservatuar mezunu… Ve kafayı da takmıştı şef olmaya. Ama bir yandan da reklam müzikleri piyasasında çalışıyordu.


- Para kazanmak lazım tabi.

Tabi. 

(Murat Cem) aynı zamanda da üniversite, lise çağlarında, müzik grupları olmuş, bizim gibi. O bakımdan da paralellikler var. 

Murat Cem ile beraber çalışmaya başladık. İlk çalışmamızda da kanımızın uyuştuğunu ben farkına varınca, çalışmaya devam ettik.

Ama bu arada da tabii ki, diyelim ki bu 2010-11'de tekrar notları açtıysam, 2014'te bu çalışma bitebilirdi aslında. 

Fakat şöyle bir şey, hem onun işleri vardı, hem de benim; mimarlık yapıyorum, bir yandan da grubun konserleri oluyor sağda solda…

Dolayısıyla, ikimizin müsait olduğu günlerde bir araya gelerek, bu çalışmayı yürüttük. E bu da işi uzattı. 

Sonuçta da ama bu çalışma, iki sene önce bitmiş vaziyetteydi aslında, ufak tefek dokunuşları vardı. Araya pandemi de girince, artık pandemiden sonra çıksın diye düşündük.


- Peki, Şeyh Bedreddin Destanı'nı "Nazım'ın ustalık eseri" diye tabir ederler. 1936'ya kadar yazdıklarının üstünde bir destan olarak yorumlanır. Bu albüm, sizin de ustalık eseriniz sayılabilir mi?

Ben o şekilde düşünmedim, ama elimden geleni ardıma koymadım yani.

Müzikler, Nazım'a da Bedreddin'e de layık bir şekilde olmalı, diye…

Zaten, "Senden de bir Bedreddin bestesi bekleriz" diyen Yavuz arkadaşımla konuşurduk. O bizim okula da gelir giderdi -Güzel Sanatlar Akademisi'nde okuyordum ben-; sanatın formunun nasıl olması gerektiği konusunda çok tartışmalar oluyordu bizim öğrencilik yıllarımızda…

Sanatı da yüceltmek lazım bir sanat eseri ortaya koyarken.

Öyle kaba bir şey olmamalı. Sanat diye yutturabileceğimiz bir şey olmamalı.

Ama halkına da yararlı olmalı bir sanatçı. Toplumundan o günkü kesitler vermeli, belki onu eleştirmeli bazı yönleriyle… 

Bunu da en güzel Nazım Hikmet'te buluyorduk.

Nazım, hem o güne kadar yazılmış olan Türk şiirinden farklı bir şiir anlayışı getirdi Türk edebiyatına, hem de toplumsal bir yanı da var. Büyük bir şekilde var üstelik.


- Divan edebiyatıyla Anadolu halk neznini birleştirmiş…

Tabi. Ben de bestelerimde öyle bir şeye dikkat ettim. 
Diyelim ki mesela, ilk girişte;

Sedirde al yeşil, dal dal bursa ipeklisi,
duvarda mavi bir bahçe gibi Kütahyalı çiniler,
gümüş ibriklerde şarap,
bakır lengerlerde kızarmış kuzular nar idi.


Adamlar yiyorlar, içiyorlar; şaraplar bilmem neler… O bölümün müziği başka; oradan bir köylüyü anlatmaya başlıyor:

Köylünün göz nuru zeamet
alın teri timar idi.
Kırık testiler susuz
su başlarında bıyık buran sipahiler var idi.


Bu dizelerde ise farklı bir müzik kullandım. Ona da dikkat ettim yani.


- Burada ben yalnız gazetecilik yapmak istiyorum. Biz Ayna'da balıkçı teknesinde dolaşırken bir hikaye anlatmıştın abi. Hani, öğrenciliğinin ilk yılı sanıyorum, bir lüfer akını olmuş da kayıt dondurmuşsun. Bu da kayda geçsin istiyorum (gülüşmeler). Yani ilk gitarı eline nasıl aldın?

Evet, benim ailem olduğu gibi balıkçı aslında. Gırgırları var. Yani bize, Giresun'dan, Ordu'dan; oranın köylerinden tayfalar geliyordu…

Neyse, o işler sonra oldubitti de, daha sonra artık kâr getirmemeye başladı. Ve bizimkilerin balıkçılık şekli değişti.

Tam da benim akademide okuma yıllarımda, Boğaz'da 'kofana yattı.' Yani öyle tabir ediyorlar; kofana, lüferin büyümüşü, somon balığı boyutunda.  Hep geçer ya bu balıklar, o sene yattı Boğaz'da.

E biz de balığa çıkıyoruz, babamın motoru var, Anadolu Hisarı'nda Kemal Ağabey'in de motoru var; ortaklık yapıyorlar. Motorlar beraber giderken aralarındaki ağı götürüyorlar, bir çekiyoruz, 2 bin 500 tane kofana. Veya 5 bin tane kofana. Bazen de hiç çıkmıyor tabi.

Sömestr tatiline girmişti okul. İyi de para vardı… (balıkta) Bir sömestr de ben devam ettim. Çalışkan öğrenciydim bir de. O deneyimi de yaşamak istedim, sadece para için değil tabi.


- Ama o parayla ilk gitarı aldın sanıyorum…

Daha önce aldım ben ilk gitarı. Yine balık parasıyla oldu o.

Şöyle ki, o da lisede. Lisedeyken, dayımın sandalıyla balığa çıkıyorduk. İlk gitarımı olta balıkçılığından aldım.


- Peki, bu albümle ilgili, eklemek istediğiniz başka bir şey var mı?

Biz bu albümü yaptık, bitirdik. CD'si çıktı, yakında plağı da çıkacak… 

Onun dışında, bunun büyük konserlerle sergilenmesi lazım. Ki o sergilenmelerde, bunun video kayıtlarını, görsel çekimlerini alıp…


- Orkestra ve koroyla beraber herhalde…

Evet, o, albümdekinden çok daha muhteşem olacak bir şey. Onu ciddi bir şekilde, hem görsel hem müzik olarak kaydedip, mixleyip, yani dengelerini kurup, öyle de albüm çıkartmamız lazım.


- Ama peki, bu, çok masraflı bir iş değil mi o?

Masraflı bir şey ama umut kesilmiyor ya insanda işte… Ne bileyim işte, büyükşehir belediyelerimiz var; başları dertte şimdi gerçi, iktidar her zaman uğraşıyor onlarla, ama…

Mesela İzmir bölgesinde geçmiş bir olay aslında. İzmir Büyükşehir Belediyesi belki sponsor olacak… 


- Evet, Belki Karaburun'da falan olabilir…

Karaburun'da falan olabilir. Belki, İstanbul'da Açıkhava Tiyatrosu'nda, yaz döneminde, hep böyle konserler hayal ediyorum.

Görsel olarak, Nazım Hikmet'in gücünden de geliyor; o kadar betimlemeler var ki, şarkıların her biri insanın gözünde canlanıyor:

'Bir gece, bir denizde, bir yelkenli, kapkaranlık bir denizde ilerliyor. Kürek çekiyorlar. Küreklerin şıpırtısından başka hiçbir şey duyulmuyor. Rüzgar yok' falan, hep böyle resim…

Bununla, tiyatro yönetmeni gibi bazı arkadaşlarımız da ilgileniyor aslında.


- Görsellikle desteklemek gerekir yani…

Tabi, yani bunun için "Opera olabilir" diyenler de var. Tabi bunun icra edilmesi için, bizim de tekrar çalışmamız lazım ama yaparız onları.

 

 

© The Independentturkish

DAHA FAZLA HABER OKU