Ortaçağ'daki cadıların Türkiyeli torunları

Kampüs Cadıları, Ortaçağ'daki cadıların ismini almışlar ama bir yandan cadı avının güncellenerek, yeni yöntemlerle sürdüğünü savunuyorlar

Kolaj: Independent Türkçe

Şimdi dünyayı anlayabiliyorum. Öncesinde uyuyormuşum. Bunun olmasına böyle izin verdik. Meclis binasında katliam yaptıklarında, suçu teröristlere attıklarında, anayasayı askıya aldıklarında, hiçbirimiz uyanmadık. Geçici olduğunu söylemişlerdi. Zaten hiçbir şey bir anda değişmez. İçinde olduğun kazan yavaş yavaş ısınırken, farkında olmadan haşlanarak ölürsün.


Bu sözler Margaret Atwood'un 1985'te yazdığı distopik roman "Damızlık Kızın Öyküsü"nün kahramanı June'e ait.

Amerika Birleşik Devletleri'nde yaşanan Hıristiyan şeriatı sonrası, adı Gilead olarak değiştirilen ülkede kadınların ve kadınlığın nasıl yok edildiğini anlatan romanın ilham kaynağı 1970'lerde Amerika'da Hıristiyan sağın yükselişi ve 1979'da yaşanan İran İslam devrimi.

Gilead'da rejim değiştiğinde önce kadınların banka hesapları dondurulur, hesaplarındaki para onlardan alınır ve işlerinden kovulurlar. June, bunu şu sözlerle anlatır:

Bütün o kadınların iş sahibi olmaları: Şimdi inanması zor, ancak binlercesinin işi vardı o zamanlar, milyonlarcasının. Normal bir şey gözüyle bakılırdı buna.


Tüm bunlar adım adım gerçekleşir. Tıpkı şimdi Afganistan'da ya da yıllar önce İran'da yaşananlar gibi.

Ve en önemlisi kadınların isimleri alından alınır. Romanın kahramanı June artık Offred'dir, yani ait olduğu erkeğin adıyla anılır, Fredinki:

İsmim Fredinki değil, başka bir ismim var, artık kimse kullanmıyor bunu, çünkü yasak. Kendi kendime bunun önemli olmadığını, ismin telefon numaraları gibi olduğunu, sadece başkalarının işine yaradığını söylüyorum, ancak bu doğru değil, aslında önemli. İsmimin varlığını gizli bir şey gibi saklıyorum, geri dönerek günün birinde kazıp ortaya çıkaracağım bir hazine. Bu ismin gömüldüğünü düşünüyorum.


Adını İncil'den alan Gilead adlı bu ülkede hastalıklar, kısırlaştırma işlemleri ve radyasyon dolayısıyla doğurganlık azalmıştır.

Ve askeri teokrasi ile yönetilen ülkede, doğurgan özelliğe sahip bazı kadınlar ise yönetimden sorumlu yüksek rütbeli askerlerin emrine sunulmuştur, görevleri üremektir, yani damızlık kadın olmak.

June'in ağzından şöyle dile getirilir bu gerçek:

Üreme amaçları için varız biz: Odalık, geyşa ya da fahişe değiliz. Tam tersine: Bizi bu kategoriden çıkarmak için mümkün olan her şey yapılmış. (…) Biz iki bacaklı rahimleriz, hepsi bu: Kutsal tekneler, gezgin kadehler.


Damızlık kadınların asla özel mülk edinemediği, makyaj malzemesi, sigara ve alkol gibi kişisel ihtiyaçlarının yasaklandığı, hatta damızlık kadınların kendi aralarında iletişim kurmasının bile sınırlandırıldığı; rejime karşı gelirlerse sonucunun idam ya da kolonilere sürülmek olduğu bu distopik coğrafyada kadınlar arasında bile bir kast sistemi vardır.

Damızlık kadınlar kırmızı giysiler giyinirken, komutan eşleri mavi giysiler giyer. 


Gilead'daki değişimin nasıl ağır ağır yaşandığını ve insanların bunu sadece izlemekle yetindiğini ise şu satırlarla anlatır Atwood:

Elbette gazetede öyküler vardı, hendeklerde ya da ormanlarda bulunan cesetler, ölesiye dövülmüş ya da sakatlanmış, eskiden denildiği gibi saldırıya uğramış kadınlar; ancak bunlar başka kadınlar hakkındaydı ve bunları yapan erkekler başka erkeklerdi. Ne korkunç derdik, öyleydiler de ama inanılır olmaksızın korkunçtular. Gazeteye konu olmayan insanlardık biz.
 


İstanbul'da bir grup genç kadın, üstlerinde tıpkı Gilead'daki damızlık kızların giydiği kırmızı üniformalarla birden Kadıköy Bahariye Caddesi'nde belirdi.

15 genç kadını o giysilerin içinde gören Kadıköy'ün bu en işlek caddesi gözle görülür bir sessizliği büründü, bu kırmızılı yürüyüş karşısında.
 

eylem4.jpg
Fotoğraf: Independent Türkçe

 

Kendilerine 'Kampüs Cadıları' adını veren genç kadınlar, Gilead'ın artık distopik bir yer olmadığını, hayatlarımızın Gilead'a çok benzediğini ve Ortaçağ'da yakılan cadıların torunları olduklarını söyleyerek çıktılar sokağa.

Dört yıl önce de önce Polonya'da, sonra da Amerika'nın Teksas eyaletinde kürtaj yasağına karşı yine kadınlar Atwood'un damızlık kızları gibi giyinerek sokağa çıkmışlar ve yasakları protesto etmişlerdi. 
 

margaret atwood.jpg
Margaret Atwood / Fotoğraf: thevirallive.com


Orijinal adıyla The Handmaids Tale'in kahramanları gibi yaşamak istemediklerini ve yüzyıllar boyunca mahkûm edilen 'cadıların' devamcısı olduklarını söyleyen bu kadınların satırlarından ilham aldıkları Margaret Atwood gerçekten de Ortaçağ'da 'cadı' olduğu iddiasıyla asılan; ancak şans eseri sağ kalan bir kadının torunlarından.

Mary Webster adlı bu kadın, 17'nci yüzyılda New England'da yaşadı. Atwood'un anlatımına göre anne tarafından akrabası olan Mary Webster'in cadı olduğuna inanılıyordu.

Kendisi bu suçlamaya bir değil, tam iki kez maruz kaldı. İlkinde aylarını hapiste geçirirken ikincisinde az kalsın asılarak idam ediliyordu.
 

cadilar tarihce.jpg
Görsel: Historiek

 

Bir ilmeğin ucunda neredeyse boğulana dek sallandırılıp, ardından karların içine gömülmesine rağmen hayatta kalmayı başarmıştı.

1995'te ilk önce Mary Webster için "Yarım Asılmış Mary" şiirini yazan Atwood, aynı zamanda "Damızlık Kızın Öyküsü" romanını ona adadı. 
 

 

Peki, kimdi bu cadılar ve şimdi günümüzde genç kadınlar, neden onların torunları olduklarını söyleyerek sokaklara çıkıyorlar?

Antik çağlardan beri bir tür iyileştiricilik olarak var olan cadılık kavramı, Ortaçağ'da şeytanileştirildi.

'Cadılığın Tarihi: Ortaçağ'da Bilge Kadının Katli' kitabının yazarı tarihçi Louis Martine'e göre 15 ve 16'ncı yüzyıl cadı algısı "tamamen şeytanla işbirliği yapan, ruhunu şeytan satarak doğaüstü yeteneklerle elde eden kadınlar üzerinden kurgulanmış bir algı"ydı.

15'nci yüzyıl cadı avlama kılavuzu Malleus Maleficarum'da (Cadıların Çekici) adlı kitapta kadınlar şöyle tarif ediliyordu:

Kadınlar, kusurlarından ilki olan akılsızlıklarından ötürü yazgılarına karşı çıkmaya daha eğilimliler; böylece ikinci kusurları olan aşırı tutkuları nedeniyle intikamlarını büyücülük aracılığıyla almak istiyorlar. Bu nedenledir ki, bu cinsiyete mensup birçokları cadıdır.


Tarihsel araştırmaları göre birkaç yüzyıl devam eden cadı avları sürecinde 'cadılık suçunu' işledikleri iddiasıyla 14'üncü yüzyıldan 17'inci yüzyıla kadar 400 bin insan vahşi yöntemlerle öldürüldü.

Bu yıllarda Protestan ve Katolik kiliseleri, kadınları politik, din ve cinsel tehlike olarak gördü. Özellikle kırsal alanlarda bilinçlenen, feodal düzene ve kiliseye başkaldıran kadınlar cadı avının hedefi haline getirildi.
 

eylem5.jpg
​​​​ Fotoğraf: Independent Türkçe

 

25 Kasım Kadına Yönelik Şiddete Karşı Uluslararası Mücadele Günü vesilesiyle, Kampüs Cadıları'yla konuştuk.

Şimdi söz bu cadıların devamcıları olduğu söyleyen Kampüs Cadıları'nda. 

Gizem Alice, İstanbul'da yaşıyor, Marmara Üniversitesi'nde Sanat Tarihi okuyor ve iki senedir Kampüs Cadıları'yla birlikte.

Bahariye Caddesi'ndeki eyleme katılan ve organize edenlerden biri olan Alica, neden Damızlık Kızın Öyküsü'ndeki kadınlar gibi giyinmelerini şöyle anlatıyor:

Gilead'ı okurken ve diziyi izlerken de şimdiki hayatlarımızla çok benzerlikleri olduğunu biliyorduk. Kadınlar hem kamusal alanda bir erkek tahakkümüyle hem de özel alanda bir sıkıştırılma haliyle karşı karşıya. Neredeyse Gilead'daki gibi kırmızı pelerinler giydirip, at gözlüğü gibi o şapkaları taktırmadıkları kaldı.

Kadın hareketi olmazsa vardırmaya çalıştıkları yer orası. Bunu hissettiğimiz ve dizideki o kıyafetler çok tanıdık geldiği için, biz de o kıyafetleri giyip, 'biz yakamadığınız cadıların torunlarıyız, uykularınızı kaçıran feministleriz' demek istedik. Bu tabuları tanımayacağız, bu makbul kadınlık algısına girmeyeceğiz deyip o kıyafetleri çıkartacağımız bir eylem düşündük.

 

gizem alica.jpg
Gizem Alica / Fotoğraf: Independent Türkçe

 

Benzer eylemlerin daha önce Polonya ve Hollanda'da yapılmasını 'uluslararası kızkardeşlik' diye açıklayan Alica eyleme nasıl hazırlandıklarını ise şu ifadelerle anlatıyor:

Uzun bir zaman kırmızı kumaş aradık, çok pahalıydı. Sonra bir yerde daha uygun fiyata bulduk. Bir arkadaşımız pratik bir şekilde hemen 15 tane dikti. Ve giyip Kadıköy Bahariye'de sokağa çıktığımızda, hani sokağın bir sesi vardır ya, o ses bile sustu. Bahariye Caddesi'ne neredeyse dokunsanız hissedebileceğiniz, gerçek bir sessizlik hâkim oldu, hala hatırladıkça irkiliyorum.
 

fatma ardal.jpg
Fatma Ardal / Fotoğraf: Independent Türkçe

 

Fatma Ardal da bir Kampüs Cadısı, Antakya'da yaşıyor, Fizik Tedavi bölümü öğrencisi, birkaç aya kadar mezun olacak.

O da özellikle pandemi döneminde genç kadınların mağduriyetine dikkat çekerek sözlerine başlıyor:

Pandemiyle birlikte üniversiteli genç kadınların eve döndüğü, dönmek zorunda olduğu bir süreç başladı. Bu da genç kadınlar açısından daha fazla ev içi şiddet, daha fazla ev içi yeniden üretim sürecinin zorunlu öznesi haline dönüşme, bu çemberin dışına çıkamama halini getirdi. Hatta erken evliliklerin ve çocuk istismarının önü açıldı.

Yani pandemi aslında kadınlara daha çok şiddet ve daha çok özel alana sıkışma hali getirdi. Hasbelkader bu çemberin dışına çıkabilmiş kadınlar da pandemi koşullarında iyi şartlar da yaşayamadılar, maruz kaldığımız ekonomik şiddet ve çeşitli şiddet biçimleri bir türlü peşimizi bırakmadı.

Bu yüzden kendi tartışmalarımızda bu özel alana sıkışma ve umutsuzluğu, cadılıkla birleştirme ve cadı olduğumuzu birbirimize hatırlatmayı içeren bir kampanya başlatmaya karar verdik. Aslında bu eylem, kampanyamızın sadece başlangıcıydı.

dilan ipek.jpg
Dilan İpek / Fotoğraf: Independent Türkçe

 

Dilan İpek, Pamukkale Üniversitesi'nde Tarih bölümü öğrencisi. Üniversiteye başladığından beri Kampüs Cadıları grubunun içinde.

"Kitapta 'distopik' olarak geçen ve aslında artık distopik olmayan o süreç bizim için çok tanıdık" diye başladığı sözlerini şöyle sürdürüyor:

Kitapta bir savaş sonrası dönem var. Ve hem bu savaş sürecinden hem de savaş sonrasından en çok kadınların etkilendiğini görüyoruz. İktidarların hepsi, erkek egemen devlet sisteminin tamamı, ne zaman sıkışsa kadınların haklarına saldırıyor, ne zaman ekonomik kriz olsa kadınları hedef alıyor.

Bu hiç de tesadüfi bir şey değil. Ve dünyanın her yerinde böyle oluyor olması çok da bütünlüklü bir sistemin içerisinde yaşadığımızı anlatıyor. Örneğin bu eylemin Amerika'da bile yapılmış olması, oranın dahi kadınlar için güllük gülistanlık olmadığını gösteriyor. Sistematik olarak hayatlarımıza da, haklarımıza da göz diken bütünlüklü sistem var karşımızda.

 

eylem2.jpg
Fotoğraf: Independent Türkçe

 

Dilan İpek özellikle Afganistan'daki yeni Taliban yönetimi sonrası ise Türkiye'ye dair de benzer korkuların arttığını dile getiriyor: 

Taliban dediğimiz hareket tam olarak cihatçı, şeriatçı, kadın düşmanı, LGBTİ+ düşmanı, çocuk düşmanı bir zihniyetin ürünü. Sizce Afganistan'daki burkaların, Gilead'daki kırmızı giysilerden farkı var mı? Zaten biz de çok uzun süredir aslında siyasal İslam rejimiyle yönetilmeye ya da bu rejimin temellerini atılmaya çalışıldığı bir ülkede yaşıyoruz. O yüzden de hiç uzağımızda değil.


Peki neden kendilerine cadı diyorlar? Bu sorumuza Fatma Ardal, şöyle yanıt veriyor:

"Cadılık çok önemsediğimiz ve zaten adımızı da buradan aldığımız için çok sahip çıktığımız bir kavram ve tarihsel süreç. Bugün güncel biçimleriyle de cadı avı sürüyor. Yani bugün Afganistan'da kadınların doğrudan hedef alınması, hayatlarının gasp edilmeye çalışılması da cadı avının parçası diye düşünüyorum.

Yazar Silvia Federici'nin 'Caliban ve Cadı' kitabında belirttiği gibi kapitalizm aslında, kadınlara savaş açarak kendisini var etmeye ve kurmaya başladı. Yani tarımsal kapitalizmden ilkel sermaye birikimine geçiş aşamasında, kadınların özel olarak yaşlı kadınların üretimin bir parçası olamaması ve doğurganlık özelliklerine sahip olamaması gerekçesiyle toplumda şeytanlaştırılarak, cadı denerek, sistematik bir şiddet, öldürme ve katliama maruz kaldığı bir dönem.

Bize distopik ya da hayal gibi geliyor ama kadınların kazıklara oturulduğu, konuşmamaları için kafalarına çene kafesi takıldığı, dillerinin parçalandığı, kendi hayatlarıyla ilgili söz hakkı istedikleri için mülksüzleştirildiği, deli ilan edildiği, sonrasında da sistematik bir şekilde katledildiği birkaç yüzyıldan bahsediyoruz.

Bugün belki kadınlar kazıklara oturtulmuyor, ağızlarına kafes takılmıyor ama kendi hayatları için mücadele etmek isteyen, söz hakkı talep eden, kadın mücadelesinin bir parçası olan kadınlar bir şekilde marjinalleştirilerek, şeytanlaştırılarak toplumdan dışlanmaya çalışılıyor.

Cadı avları sadece kadınlar üzerine üzerinden yürütülen bir şey değil. O dönem kadınların yanında olan erkeklerin de şeytanlaştırıldığı, dışlandığı ve ibreti alem için toplum içerisinde cezalandırıldığı da bir dönem. Bugün Kadir Şeker'in bir kadın cinayetini engellemeye çalışırken, yıllarca hapse mahkûm edilmesinin bundan farkı yok.  

Biz bütün bunların tarihsel anı olarak hafızalarımızda yer tutmasını değil, şimdi de bir mücadele alanı ve nedeni olduğunu düşünüyoruz. O yüzden kendimize 'yakamadıkları cadıların torunları' diyoruz ve mücadelemizi de buradan aldığımız güçle sürdürüyoruz."
 

eylem3.jpg
Fotoğraf: Independent Türkçe

 

Kampüs Cadıları, Ortaçağ'daki cadıların ismini almışlar ama bir yandan cadı avının güncellenerek, yeni yöntemlerle sürdüğünü savunuyorlar.

Peki nasıl? 

Gizem Alica kendilerinin üniversiteli olmasının belki avantaj gibi gözükmesine karşın, üniversitelerin de cinsiyetçi yerler olduğu vurgusunu yaparak bu soruya yanıt veriyor ve sözlerini şöyle sürdürüyor:

Birçok politika güncel cadı avına denk düşüyor, mesela İstanbul Sözleşmesi'nin feshedilmesi, kadın üniversitelerinin açılması, af yasasıyla kadın katillerinin-istismarcıların sürekli aklanmaya çalışılması.

Kampüs Cadıları ismini alırken, toplumdan farklı ve tuhaf tepkilerle de karşılaşmışlar.
 

eylem.jpg
Fotoğraf: Independent Türkçe

 

Gizem Alica, bazı insanların kendilerine büyü yapıp yapmadıklarını da sorduklarını ekliyor.

Fatma Ardal ise, 'neden prenses' ismini almadıklarını dair sorularla karşılaştıklarını biraz da gülerek anlatıyor:

Cadılık hakkında yüzyıllardır oluşturulmuş algı o kadar oturmuş ki, yeni ilişkilendiğimiz her genç kadın neden ismimizin prenses değil cadı olduğunu soruyor. Gerçekten de cadıların yalnız yaşayan, büyü yapan, kötülük peşinde koşan, uzun burunlu çirkin kadınlar olduğunu düşünüyorlar.

Filmler ve dizilerde de böyledir, kendi hayatlarıyla ilgili söz söylemek isteyen kadınlar hep sanki arkadan iş çeviren ya da kendi arzularına sahip çıkan kadınlar hep kötü gösterilerek toplumda ciddi bir cadı karşıtlığı ve yanlış cadı algısı oluşturuluyor.


Sosyal medyada da benzer tepkilerle karşılaştıklarını söyleyen Dilan İpek ise 'cadı' ismine sahip çıkmakta kararlı olduklarını ve güçlerini de Ortaçağ'dan bugüne kadınların dik duruşundan aldıklarını söylüyor: 

Erkek egemen tarih yazımı kadınları ve cadıları hep kötü göstermiş. Çünkü o tarihin yazıcıları hep erkek aklı ve erkek kalemi olmuş. Bundan sonra da yapacağımız şey bu yanlış algıya karşı mücadele etmek ve doğru algıyı yerleştirmek olacak. Biz cadı ismine sahip çıkarak kadın tarihinin yazımına katkıda bulunduğumuzu düşünüyoruz.

 

© The Independentturkish

DAHA FAZLA HABER OKU