Angelopoulos'un sınırları ve göçmenlerin haysiyeti

Mustafa Orman Independent Türkçe için yazdı

Theodoros Angelopoulos / Fotoğraf: AFP

Bazı sözcükler, bazı cümleler insanın peşini bırakmaz. İnsan, onları da kendisiyle sürükler. Bazı yüzler ve bazı fotoğraflar gibi.

Ya da insan, bazı cümlelerden, bazı fotoğraflardan çıkmak ister; o cümlelere, fotoğraflara bir daha hiç geri dönmek istemez.

Sözcüklerden bir insan, fotoğraflardan bir kalabalık yaratmak da zordur. Ya da o fotoğrafları ve cümleleri bir araya getirip yan yana dizdiğimizde onlardan insanlar çıkarmak, hele hele de bu çağda daha zordur.

Sınırlara dolup taşan insanların fotoğrafları ve cümleleri aynıdır çünkü. Milyonlarca bedenin, yalnızca tek bir bedene giydirilmesi, milyonlarca sesin tek bir ağıza kapatılmasıdır dünyanın sınırları: Mülteci ya da göçmen.


Tarihin tüm betimlemelerinden, olaylarından, durumlarından, kişilerinden ve devletlerinden sıyrılarak, çağın çerçevesine uymayan birçok şeyle dolup taşmakta insanlık dramı.

Zaman, ölümü, sevinci, mücadeleyi, kederi, yalnızlığı ve kalabalığı iç içe geçirmiş durumda.

Umuda koşarken ölüme yakalanmanın hiç hesapta olmadığı bir yerde, korkunç olan dünya değil; korkunç olan sınırlar, devletler, politikacılar…

Kaderine terk edilen insanlık, yine onları bu duruma itenlere elini uzatmaktan öteye geçmiyor.

Ev ile vatandaşlık arasında sıkışmış insanlar, ne kendi evinde "ev" ne de "vatandaş" olabiliyorlar.

fazla oku

Bu bölüm, konuyla ilgili referans noktalarını içerir. (Related Nodes field)

Daha önce bir yazıda belirttiğim birkaç hususu burada da ifade etmek istiyorum. Dünyanın nerede başlayıp, nerede bittiğine dair birçok coğrafi terim dizilebilir.

Velhasıl, enlem ve boylamlara; paralellere ve meridyenlere dayanarak sayılar ve noktalar yardımıyla bir koordinat belirlenebilir.

Ama insan bunun neresinde, nasıl yaşar? Bir ev nereye kurulur?

Bir eve sahip olması için insanın sadece çalışması mı, yoksa bir evi ev yapabilmesi adına içine insanlar yerleştirmesi mi gerek?

Ahşaptan, kerpiçten, betondan, briketten, tuğladan, taştan dört duvarın hasretini mi çeker insan?

Kimse başka evlerin, başka ağaçların, başka toprağın büyüsünü keşfetmek için evinden ayrılmaz, insanların kendi sınırlarını aşıp başka sınırlara gelmesi sadece sesini duyurmaya yöneliktir.

Hiç kimse aşağılanacağını bile bile ait olduğu evi, toprağı terk etmez. Sesini duyurmak ister, insanca yaşamadığını, insanca yaşamamanın ne olduğunu gittiği yerlerde bağırarak değil, yaşadığı, itildiği, hırpalandığı yaşamla göstermek ister.

Sadece ve sadece birileri görsün, yaşamı onlara çok görmesin ister. İnsan evinden ayrıldığında, mutlaktır ki peşinden evinin lanetini götürür.

Hiçbir ev onun evinin yerini tutmaz, hiçbir uyku onun öz vatanındaki evinin uykusunun yerini alamaz. Evin hayaleti hep onunladır.

Ülkesinden uzaklara giden hiçbir zaman ilerleyemez hep aynı yerdedir. Yurtsuzluğun, vatansızlığın duygusunu, özlemini bir bekleyişin içindeki kemirici ıstırapla günden güne öldürür kendini.

Bu ölüm yetmediği gibi, başkaları da onların hayatını mahveder, ucuz çalıştırılır, delici bakışlara maruz bırakılır; bütün bunlarla sessiz sedasız bir şekilde öteki olduğunu kabullenir böylece.

Ev nedir, eve dönmek nedir?

İnsanın göğsünü baskılayan, onun ruhunu ele geçiren, çaresizliğiyle yollara düşüren şeydir ev.

İnsanın evi, kalbinin istediği yerdir, kalbinin başa çıkamadığı yerde, kalbinin evine dönme çabasına giriştiği el ve ayaktır ev.

İnsanın kalbini kalbine çevirdiği, gözleriyle kalbini doğrulttuğu gözdür ev. İnsanın kabul etmediği, karşı çıkışa geçtiği andır ev.

İnsanın hayallerini yaşamadığı yerden, hayallerine yer bulmak için uzaklaştığı zaman ve çabadır ev.

Eve dönmek ise, bunların hepsini bir arada yerine getirmek, haysiyetini koruduğunu bilmenin övüncüyle kendine dönmektir. 
 

afpp.jpg
Theodoros Angelopoulos / Fotoğraf: AFP

 

Angelopoulos'un filmleri ve sınırları 

Angelopoulos, Ağlayan Çayır filminde annesinin yüzyılını ölümlerle, kayıplarla, yitirilişlerle karalar giyinen kadınların yasını beyaz perdeye aktarıyordu.

Ölüm sonrası yaşamın, savaş sonrası geride kalanların yüzyılını, savaşın kadınlara yaşattığı acılar bir bir düşüyordu.

Ağlayan Çayır'ın anlatıcısının dilinden aktarılanlar, savaş sonrası karalar bağlayan kadınların arkasındaki hatta nehir kıyısında gövdeleri suya yansıyan mültecilerin zorluklarının da başlangıç noktasıdır.

Ölümün hafızasını ağıtlarla yüzyıla sabit tutarak insanlık dramından haber veriyordu.

Filmin anlatıcısı Eleni'nin ağıdı müzik eşliğinde duvara düştüğünde, geçmiş ile gelecek arasındaki sınır da derinleşir: 

Gardiyan… Hiç suyum yok… Hiç sabunum yok… Hiç kağıdım yok ki çocuklarıma yazayım…

Üniformalar değişti… Gri giyiyorsun, gardiyan… Gardiyan, siyah giyiyorsun. Adım Eleni. Bir devrimciye yataklıktan buradayım.

Şimdi nereye götürüyorsunuz beni? Üniformalar değişti… Almanlar yeşil giyer… Sen Alman mısın gardiyan? Aralık 1944'de ben de oradaydım, İnsanların kurtuluşu kutladıkları o meydanda.

Şimdi nereye götürüyorsunuz beni? Üniformalar değişti. Sen İngiliz misin gardiyan? Kaç para mermi? Ya kan ne kadar?

Bütün üniformalar aynı gardiyan… Gardiyan… Gardiyan… Sürgündeyim… Mülteciyim ve her yerden sürüldüm. Rıhtımda ağlayan üç yaşında bir kız...

 


Angelopoulos,  Zamanın Tozu filminde birçok ülkenin sınırlarını aşarak filmin karakteri Jacob'a "Tarih bizleri savurup attı" cümlesiyle insanlığın gidişatına ve bugününe dair derin bir hat çiziyordu.

Ülkelerden, sınırlardan, coğrafyalardan sıyrılıp sadece ve sadece tarihin tozlu rafları arasında insanı her daim fırlatan yasaları bir kez daha hatırlatıyordu.

Onun sisler arasında ördüğü, tarih ve zaman birbiri ardına sıralanmış, ama birbirinden kaçan iki sırtlanın ağzındaki dişler kadar keskin görünüyordu.

Tarih ve zaman, dişlerini sürekli insanlığa geçiriyordu. Angelopoulos, politik tutumuyla karşı çıktığı düzene de sesleniyordu.

Yönetmenin, neredeyse birçok filminde geçmişini ve birbirini arayan insanların hikayesine odaklanması bu yüzden tesadüf değildir. 
 

 

Ulysses'in Bakışı ve Leyleğin Geciken Adımı: Kürtçe ağıt

Angelopoulos, Ulysses'in Bakışı filminde de çizilen sınırlarla birlikte birbirlerinin hikayesinin peşine düşen insanların hayatlarını ele alır.

Ama sınır çizgisi her filminde ortaya çıkarak, kendi hikayelerini aramaya çıkarken başkalarının hikayelerini öğrenen karakterlerin sessiz yüzlerindeki anlam da görülür.

Balkanlardaki kanlı savaşın izlerini filmde anlatılmaya hazırlanırken, filmin hemen girişinde siyah şemsiyelerle film izleyen kalabalığa filmden yükselen Kürtçe ağıtlarla, hem mülteciliğe hem de yas kültürüne dair bir göndermede bulunuyordu.

Bu ağıt, Türkiye'de yükselmekte olan savaşı unutturmama çabasıydı. Virane yerler, toplanan kalabalıklar, yakılan ağıtlar yüzyıldan haber veriyordu. 
 

 

Angelopoulos, aynı zamanda Leyleğin Geciken Adımı filminde de Kürtçe bir ağıdı duvara düşürüyordu.

Savaşın ve savaşların sınırlara, istasyonlara, yollara sığdırdığı yeni bir çağ başlıyordu. Sınır, Leyleğin Geciken Adımı filminde dev bir bekleme salonundaki Kürt, Türk, Arnavut göçmenlere "ev" kavramını sorgulatıyordu.

Yol ve sınır göçmenler için kurtuluş olduğu kadar ölümü de simgeler. Filmin hemen girişinde gazeteciye komutanın söyledikleri, bir ihtardan çok, sistemsel bir tehdit olarak işitiriz:

Bu mavi çizgide Yunanistan bitiyor. Bir adım daha atarsam başka bir yerde olurum ya da ölürüm.


Mavi renkli, incecik bir çizginin üzerindeki insan haysiyeti, özgürlük, vatandaşlık, ölüm, çaresizlik donup kalır öylece orada.

Sınırların parçaladığı hayatların sessiz yankısı yükselir. Kimlik, ulus, hakikat kavramlarının temsiliyetini üstlenmeden, seyirciyi ötekinin varlığını anlamlandırmaya çalışan bir tavır takınır.

İranlı mültecinin kendi devletine dair cümlesi de, mültecilerin ve insanlığın ortak sorunu haline gelir, "Geçemeseydim arkamda bıraktığım yolla beni bekleyen ölüm eş anlamlı olacaktı."

Ayrıca rayların arkasında yükselen bir vinçte, asılı bir erkeğin arkasından yakılan Kürtçe ağıtlar da dörde bölünmüş bir halkın başından geçenleri hatırlatmaya yöneliktir.

Angelopoulos'un işaret ettiği ev, tarihin ve politikanın gölgesinde başka bir anlamın yanına düşer. Çünkü sorduğu soru, dünyanın sınırılarını, coğrafyalarını, yollarını, nehirlerini, denizlerini yararak yankılanan büyük bir sorudur:

Kaç sesi tanımalı insan, kalbindeki sesi bulmak için, kaç sınır geçmesi gerek, evine ulaşması için?


İnsanın arzusu eve dönmektir, ama iyimserlikle umudu harmanlayıp dünyayı romantize eden aptalların çağında, eve dönmek artık mümkün değildir; ev yıkılmıştır. Sadece kalıntıları vardır evin.

Eve dönmenin önündeki engel, insanı süreğen acıya boğan devlet ve acıları politize etmeyip romantize eden aptallardır.

Bu ev, ne dört duvar, ne pencere, ne kapı, ne sınır, ne ülke, ne de coğrafyadır; bu ev insanın yıktığı ama bir türlü toparlayamadığı kendisidir.

Adorno'dan hatırlayarak, "ev artık imkansızdır."

 

 

*Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Independent Türkçe'nin editöryal politikasını yansıtmayabilir.

© The Independentturkish

DAHA FAZLA HABER OKU