Edebiyattan sinemaya: Kahramanı küçük, ama etkisi büyük bir eser; Şeker Portakalı

Mehmet Erduğan, Independent Türkçe için Şeker Portakalı'nı yazdı

Hayatın belli dönemlerinde tekrar tekrar okuduğum, okurken zihnimde her anını canlandırdığım ve olağanüstü tasvirleriyle bir filmin içindeymişçesine sahne sahne hikayesinde yaşadığım bazı kitaplar var; Kabuk Adam (Aslı Erdoğan), Simyacı (Paulo Coelho) ve Şeker Portakalı (José Mauro de Vasconcelos) gibi…

Şeker Portakalı'nı ilk okuduğumda 90'lı yılların başıydı; belki de büyüdüğü zaman bilgin ve şair olmak, kelebek boyunbağı takmak isteyen Zezé'den sadece birkaç yaş büyüktüm.

Bu kitabı okurken kimi zaman kendimi Zezé'nin yerine koymuştum, kimi zaman da Zezé'ye kol kanat germek isteyen biri olmuştum.

Ama yıllar içinde bu kitabı kaç kez okumuş olursam olayım, gözyaşlarıma hâkim olmayı bir türlü başaramamıştım.

Günün birinde acıyı keşfeden bu küçük çocuğun öyküsünü ne aklımdan ne de kalbimden bir gün olsun çıkarmadım.


Kahramanı küçük, ama etkisi büyük bir eser; Şeker Portakalı

Yönetmen: Marcos Bernstein / Oyuncular: João Guilherme, José de Abreu, Caco Ciocler, Eduardo Dascar, Ricardo Bravo, Kathia Calil, Julia de Victa, Tino Gomes, Leônidas José, Eduardo Moreira, Adim Martins Monteiro Neto, Inês Peixoto, Emiliano Queiroz, Tadeu Silva Timote, Pedro Vale, Fernanda Vianna / Süre: 99 dakika
 

 

Tüm dünyada 16 dile çevrilerek 20'den fazla ülkede milyonlar satan, yirminci yüzyılın başyapıtlarından biri olarak kabul edilen, Brezilyalı yazar José Mauro de Vasconcelos'un Şeker Portakalı (O meu pé de laranja lima / My Sweet Orange Tree) adlı, 1968 tarihli çocuk romanından uyarlanan film, sevgiyi kendisi bulmak zorunda kalan küçük bir çocuğun öyküsünü anlatıyor.

Brezilya ve Güney Amerika edebiyatının en özgün yazarlarından olan, bugün yapıtları birçok ülkede büyük ilgiyle okunan ve hayata 24 Temmuz 1984'te veda eden José Mauro de Vasconcelos, 26 Şubat 1920'de Rio de Janeiro yakınlarındaki Bangu'da doğmuş; yarı Kızılderili, yarı Portekizli yoksul bir ailenin on bir çocuğundan biriymiş.

Ailesinin yoksulluğu nedeniyle, çocukluğunu Brezilya'nın kuzeydoğusundaki Natal kentinde, akrabalarının yanında geçiren Vasconcelos, burada okumayı tek başına öğrenmiş.

Edebiyat dünyasının en ilginç yazarlarından biri olan José Mauro de Vasconcelos yazarlık yeteneğini uzun yıllar keşfedemediği için birçok birbirinden alakasız işlerde sürüklenmiş.
 

José Mauro de Vasconcelos.jpg
José Mauro de Vasconcelos


Dokuz yaşında yüzme öğrenirken bir gün yüzme şampiyonu olmanın hayalini kuran Vasconcelos ilerleyen süreçte resim, hukuk ve felsefe alanında öğrenim görmek istemişse de sonradan bunlardan vazgeçmiş ve Natal'da iki yıl tıp eğitimi almış.

Bu süre içinde yazarlıkta karar kılıncaya kadar çeşitli işlerde çalışmış; boks antrenörlüğü, ressam ve heykeltıraşlara modellik, muz plantasyonlarında hamallık, gece kulüplerinde garsonluk, ırgatlık, balıkçılık yapmış ve bir süre de Kızılderililerin arasında yaşamış.

1942 yılında yazdığı ilk romanı Yaban Muzu'yla eşine az rastlanır anlatıcılık yeteneğini ortaya koymuş.

Ardından Şeker Portakalı, Güneşi Uyandıralım, Kayığım Rosinha, Kardeşim Rüzgâr Kardeşim Deniz, Delifişek, Çıplak Sokak, Kırmızı Papağan gibi romanlarıyla ünü Brezilya sınırlarını aşmış.
 


Her biri birbirinden yoğun duygulara sahip bu kitaplar arasında bir başyapıta dönüşen, bir üçlemenin ilk eseri olan Şeker Portakalı; yaşamın beklenmedik değişimleri karşısında büyük sarsıntılar yaşayan ve çok yoksul bir ailenin çocuğu olan küçük Zezé'nin yaşadığı olayları anlatıyor.

Ve tüm bu büyük sarsıntıların arasında kitabın her sayfasından bir çocuğun masumiyeti, umutları, iyimserliği, hayalleri ve yaşadığı hayal kırıklıklarının hüznü akıyor.


Bir çocuk kitabından öte…

"El ele, acele etmeden sokakta yürüyorduk; Totoca bana hayatı öğretiyordu…" cümlesiyle başlayan roman, okuruna bunun öyle sıradan bir çocuk kitabı olmadığının sinyalini daha ilk satırında veriyordu.

Evet, ana karakter tarafından birinci tekil şahıs ağzından anlatılan hikâyede Zezé, çocuk olmasına rağmen belki yaşına göre çarpıcı kelimelerle ortalama bir insanın zorlukla kuracağı cümlelerle konuşuyorsa da onun hayalperest olması ve hevesli bir şair ruhu taşıması bu durumu inandırıcı ve daha da meraklı kılıyor ve onu çabucak kabullenmemizi sağlıyor.
 


Brezilyalı yazarın tam on iki günde yazdığı ancak yazmadan önce hikayesini yirmi yıldan fazla bir zaman boyunca yüreğinde sakladığı, çocukluğundan derin izler taşıdığı bilinen hikâyede, çok yoksul bir ailenin oğlu olan Zezé, Minas Gerais'te yaşayan ve işsiz bir babası, duygusuz bir annesi, iki erkek kardeşi ve ona gerçekten bakan tek kız kardeşi olan fakir bir çocuktur.
 


Babası işsiz olduğu için annesi aşırılık derecesinde çalışmaya mahkumdur ve bu nedenle çocuklarınla ilgilenemeyecek kadar yorgundur, ablası ihmalkâr, ağabeyi ise küçüklerin masumiyetinden yararlanmak için arada bir onlara iyi davranan kendi başına buyruk bir delikanlıdır.

Ailesinin içinde Zezé ile en yakın olan ve ona yardım etmeye istekli davranan küçük ablası Glória ve küçük kardeşi Luís'dir, ama elbette onun gibi bir çocuk için bu yeterli değildir.

Sahip olduğu çok az şeyi oyunlara ve içeceklere harcamak için sık sık ortadan kaybolan, hayal gücü ve zekâsı çok gelişmiş olan Zezé çok yaramaz bir çocuk olduğu için mahalledekiler onun içinde bir şeytan olduğuna inanmaktadır.
 


Çok meraklı olan ve çevresindeki her şeyi keşfetmeye çalışan bu çocuğun diğer ilginç noktası ise okumayı yaşıtlarına göre çok erken çözmesidir.

Bu yüzden öğretmeni tarafından sevilen ve Zezé'nin bir şeytan olmadığına inanan bir tek o çok sevdiği öğretmeni ve kendisi gibi sarışın olan ablasıdır.
 

 

Küçük bir şeker portakalı fidanı

Zezé'nin babası işsiz olduğu için aile büyük bir fakirlik içindedir, bu yüzden taşınmak zorundalardır ve bu Zezé'yi çok üzmektedir.

Evde kardeşlerden her biri kendinden küçük kardeşiyle ilgilenirken Zezé Luís ile, Glória ise her ikisine birden göz kulak olmaya çalışıyordur.

Onu çok seven ablası yeni taşındıkları yerde onun üzüntüsünü azaltmak için Zezé'den bahçedeki ağaçlardan bir tanesini kendisi için seçmesini ister, ama talih bu ya yaşlı ve diken dolu birkaç ağaçtan başka bir şeyin olmadığı bahçede ona kala kala yine sadece cılız ve küçük bir şeker portakalı fidanı kalır.
 


Glória'nın telkiniyle isteksizce kaderine razı olan Zezé yine de bu küçük şeker portakalı fidanı kendi ağacı olduğu için ona ilgi gösterir.

Fakat bu şeker portakalı fidanının başka bir özelliği daha vardır; o da Zezé ile konuşmasıdır.
 


Zezé bunu fark ettiğinde çok sevinir ve ikili bu sayede çok iyi arkadaş olur, sonrasında da Zezé tüm gün yaptıklarını şeker portakalı fidanına anlatmaya başlar.

Yeni taşındıkları evlerinin arka bahçesindeki küçük şeker portakalı ağacıyla uzun uzun sohbet etme alışkanlığını edinen Zezé bir süre kardeşi Kral Luís ile birlikte hayallerle süslediği rutin bir hayat sürer ta ki bir gün ona yardım etmeye başlayan ve kısa sürede en iyi arkadaşı olan Portuga ile tanışana kadar.
 

 

Hassas bir yürek

Yeni ev, yeni bir hayat ve basit umutlar; yeni yıl yaklaştığında Zezé de her çocuk gibi babasından hediye bekler, fakat ailesinin durumunu da bildiği için pek umudu yoktur.

Buna rağmen pabuçlarını kapının önüne koyar, odasında beklemeye başlar ve bir süre sonra merakına yenik düşerek hediye var mı diye kapıyı açtığında, babasının ıslak gözleriyle karşılaşır.
 


Zezé o an babasının acısını hassas yüreğinde hisseder ve yaptığı hatayı anlar ama artık iş işten geçmiştir.

Yaptığı bu davranış ile babasını üzdüğünü anlayan Zezé bunu telafi etmek için babasına hediye almaya karar verir ve bunun için de ayakkabı boyama kutusunu alır ve yollara düşer.
 


İşler pek iyi gitmez ama yine de bir şekilde hediye için gerekli parayı bulmayı başarır; hediyeyi alıp babasına verdiğinde artık ondan mutlusu olmayacaktır.

Zezé bir taraftan yaramazlıkları yüzünden herkesten bela sövgüleri toplarken o diğer taraftan okuldaki öğretmeninin masasındaki vazo boş kalmasın, öğretmeni üzülmesin diye çabalayan ve her gün ona çiçek götüren hassas bir çocuktur.
 


En büyük hayallerinden bir tanesi ise yarasa gibi kasabanın en havalı arabası olan Portekizlinin arabasının arkasına asılarak rüzgârı yüzünde hissedebilmektir.

Bir gün cesaretini toplar ve bunu dener, fakat denemesi ile başarısız olması ve üstüne herkesin içinde Portuga'dan dayak yemesi bir olur.
Kendini o gün aşağılanmış hisseden Zezé büyüdüğünde Portuga'yı öldüreceğine dair yemin eder.
 

 

Baba şefkati

Fakat bilindiği üzere; en büyük aşklar nefretle başlar, Portuga'nın Zezé'nin dünyasında en az şeker portakalı ağacı kadar önemli bir hale gelmesi an meselesidir.

Çocuklar tarafından Portuga olarak anılan Bay Manuel Valadares, büyük ve şık bir arabası, harika bir evi ve güzel kıyafetleri olan biridir ve o etrafta dolaşırken onu fark etmemek mümkün değildir.
 


Zezé ondan dayak yedikten sonra günlerini artık Portuga'dan saklanarak geçirse de Portuga ona pek rahat vermez; arabası ile her defasında hava atarak yanından geçmesi Zezé'yi daha da kızdırır ama Zezé'nin elinden bir şey gelmez.

Zezé her zamanki gibi günlerden bir gün kendi başına oyun oynarken ayağını keser ve bunu dayak yememek için ailesinden gizler, okula toparlayarak giderken Portuga bunu fark eder ve onu arabasına davet eder.
 


Okula gitmek yerine Zezé'yi eczaneye götüren Portuga onun yarasını temizlettikten sonra ona limona ve pasta ısmarlar.

Portuga'nın kötü biri olmadığını anlayan Zezé onunla dost olmaya karar verir ve elbette bundan sonraki günlerini de sürekli onunla ve arabası ile geçirir.

Hayatında en çok sevdiği kişiye dönüşen Portuga ile öyle yakınlaşmışlardır ki artık onu babası gibi kabul etmiştir.
 


Portuga, Zezé'nin her zaman olmasını istediği karakterde bir arkadaştır ve aynı zamanda Zezé'nin gerçek babasında olmasını istediği konuşma, dokunuş ve şefkate de sahiptir.

Bu arada Zezé elbette yaramazlıklarına devam eder ve ailesi de onu sürekli dayakla terbiye eder; artık Zezé'yi olur olmaz her sebeple dövmek aile içinde sıradan bir hale gelir.

Fakat zamanla bu dayakların dozu kaçar ve ablası ile babası Zezé'yi bir gün çok kötü döver, öyle ki Zezé evden dışarı çıkamaz hale gelir.

Zezé'nin bu zorlu dünyasında artık istediği tek şey bir an önce ölmektir ve bunun için de tek yolun yakınlardan geçen trenin önüne atlamak olduğunu düşünmektedir.
 


Ama Zezé bu düşünceler içindeyken ve depresif bir ruh halindeyken birbiri ardına hiç duymak istemeyeceği kötü haberler kulağına gelir.

Zezé, bu süre içinde yaşadığı gerçeklikle şekillenir: Gerektiğinde daha saldırgan, uygun olduğunda daha sessiz olur, ancak hepsinden önemlisi, yoksulluk, sevgisizlik ve bolca darbeyle dolu bir yaşamla yıkılır.

Ve artık gerçek acının tam olarak ne olduğunu öğrenir; ayağını bir cam parçasıyla kesmek ve eczanede dikiş attırmak değildir bu.

Bu acı, insanın yüreğini paralayan ve sırrını kimseye anlatmadan birlikte ölmesi gereken bir şeydir. 
 


Kollarda, başta en ufak güç bırakmayan, yastıkta kafayı bir yandan öbürüne çevirme cesaretini bile yok etmektedir.

Ama Zezé'yi bir yaşayan ölüye dönüştüren bu haberlere rağmen o bir şekilde hayatına devam etmek zorundadır.
 


Çarpıcı bir hayat dersi

Biliyorum, bu kısacık özet ile çarpıcı bir hayat dersi veren bu eserin neden bu kadar çok sattığını ve insanları etkilediğini anlamanız emin olun mümkün olmayacaktır.

Bunu hissedebilmek için Vasconcelos'un büyülü bir sadelikle yarattığı o dünyayı küçük bir şairin gözünden okumanız, gözlemlemeniz ve seyretmeniz gerekir.

Hala okumamış ya da seyretmemiş olanlar için daha fazla detayına girmek istemediğim, ama her defasında boğazım düğümlenerek, gözlerimden yaşlar akarak okuduğum ve her evin kütüphanesinde mutlaka bulunması gerektiğini düşündüğüm bu eser her ne kadar bir çocuk edebiyatı olarak sınıflandırılmışsa da aslında tam anlamıyla yetişkinleri eğitmek için tasarlanmış bir çocuk kitabı olduğunu söyleyebilirim.
 

 

Çünkü bu kitap bir çocuk kitabı olamayacak kadar hüzünlüdür ve bir çocuğun kaldıramayacağı kadar acıyla doludur.

Öyle ki küçücük bir çocuğun gözünden anlatılan bu hikâyede; çocuk istismarı, dayak, linç, aşırı yoksulluk, saldırganlık ve hatta intiharla dolu bir dünyaya uzanan insana acı veren karanlık bir şeye nüfuz etmeyen tek bir tema yoktur.

Burada Zezé'nin hayatı değildir sadece anlatılan, çok çocuklu fakir ailelerde gelişen iletişimsizlik ve bu iletişimsizlik içinde bir başına her şeyle iletişim kurmaya çabalayan ve kendilerine bambaşka dünyalar kuran tüm çocukların hayatıdır.

Anlatılan dayak sahnelerinde dehşete düşmemek elde değildir, ama diğer taraftan dayak atanları yargılayabilmek de mümkün değildir; çünkü Vasconcelos tüm yaşananları Zezé'nin gözünden o kadar kusursuz anlatmıştır ki ailesinin her bireyiyle ayrı bir empati kurulması kaçınılmazdır.
 


Edebiyattan sinemaya

Bu kitapları her okuduğumda zihnimde canlananları bir film şeridinden yansıtabilmeyi çok istemekle birlikte, okurken bana hissettirdiklerini aktarmayı acaba başarabilir miydim diye de düşünürüm her seferinde kendi kendime.

Ama 60'ların sonlarında yayınlanan bu eserin, tüm eleştirel riskleri göze alarak 1970 ve 2012 yılında iki film uyarlaması yapıldı, Marcos Bernstein imzalı 2012 uyarlaması, 2014'ün mayıs ayında Türkiye'de gösterime girdi.

Kısıtlı bir salonda gösterime giren bu filmi izlemek için Galleria Prestige Sineması'na doğru heyecanla giderken, bir taraftan da acaba izlemesem mi diye çelişki içindeydim.

Çünkü defalarca okuduğum ve yıllarca hayalimde canlandırdığım o karakterlerin, o atmosferin bir anda bozulmasında da korkuyordum.

Acaba hiç çekilmeseydi, hep sayfalarda kalsaydı, sadece okuyarak hissetseydik daha mı güzel olurdu diye düşünmeden duramıyordum.

Ve doğruyu söylemek gerekirse; evet film, tam anlamıyla bir hayal kırıklığı olmasa da benim için yine de hayalimdekine pek yakın değildi.

Ama bu film kötü olduğu için, bu özel kitabın herkeste bambaşka duygular ve dünyalar yaratma gücüne sahip olduğu için, edebiyattan sinemaya uyarlanabilecek en zor eserlerden birisi olduğu içindir.

2014 yılına ait olan versiyonunda film; José Mauro de Vasconcelos'un bitmiş romanının bir baskısını almasıyla başlar ve ardında film, hikâyeyi yazarın anılarından geriye dönüşlerle anlatmaya devam eder.

Brezilya'da geçen hikâyede küçük Zezé şehir dışında bir kasabada, oldukça büyük ekonomik sıkıntılar çeken bir ailenin çocuğu olarak kadraja girer.

Kitapta olduğu gibi son derece hassas ve olgun bir çocuk olan Zezé'nin filmde de en sevdiği şey hayal gücüyle baş başa kalıp yeni hikayeler üretmektir.

Yeni taşındıkları evde karşısına çıkan portakal ağacı onun hayalperest dünyasında tam anlamıyla sığınabileceği tek varlıktır.

Karşısına çıkan zorlukları aşabilmenin tek yolu portakal ağacının dallarının altındadır; bu ağaç güvenebileceği, sırlarını, korkularını ve sevincini paylaşabileceği tek şey olmuştur.

Ve izleyiciyi hayat, aile ve arkadaşlık değerleri hakkında düşündüren bu görsel deneyimde Zezé'nin o hüzün dolu çocukluk dönemi, dostlukları ve hayalleri güzel bir sinematografi ile filmde kendine yer bulur.

Birçok yönden bu dokunaklı ve hatta ağır konulu bu hikâyeyi film, en ağır kısımları biraz yumuşatmak istercesine içinde bir miktar nostalji ve hayal gücü öğeleriyle de doldurmuştur.

İnsanların küçükken çok daha duyarlı ve hassas olup daha sonra bunu unuttuğunu hatırlatan, insanı hem bazı şeylerle yüzleştiren hem de çocukların o küçücük dünyasında ne kadar ayrıntılı düşündüğünü gösteren eserin ayrıca 1970 yılında sinemaya çekilmiş bir versiyonu daha var.

Aurélio Teixeira'nın hem yönetmenliğini üstlendiği hem de Portuga'ya hayat verdiği bu filmde Zezé'yi canlandıran Júlio César Cruz aslında benim hayalimde yarattığıma daha yakın bir karakter ki performansı da ikinci versiyonda Zezé'yi canlandıran João Guilherme'den bence daha iyi.

Eğer hayallerim yıkılmaz diyorsanız ve bu hikâyeyi iki farklı yönetmenin bakışıyla seyretmek istiyorsanız bu iki filmi de seyretmenizi her şeye rağmen tavsiye ederim.

 

 

*Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Independent Türkçe'nin editöryal politikasını yansıtmayabilir.

© The Independentturkish

DAHA FAZLA HABER OKU