Nelson Mandela, Atatürk Barış Ödülü'nü reddetti mi?

Dr. Halim Gençoğlu Independent Türkçe için yazdı

Fotoğraf: Reuters

Güney Afrika'nın efsanevi lideri Nelson Mandela, 27 senelik uzun bir hapis hayatından sonra 1990 yılında özgürlüğüne kavuştu.

1964 yılında organize suç örgütü kurmak ve anarşi yaratmak suçundan yedi arkadaşıyla birlikte müebbet hapse mahkum edilmiş ve zindanlarda geçen hayatı boyunca mücadeleye devam etmişti.

Çileli ve mücadelelerle dolu hapis hayatının sonunda dünya gözlerini bu kocamış kurta dikmiş, saygı ve hayranlıkla onu ödül ve iltifata boğmuştu.


Diğer taraftan bazı devlet liderleri, düne kadar 'terörist' diye andıkları Güney Afrika'nın belki son özgürlük savaşçısıyla ilişkiler kurmaya başlamıştı.

Mandela ise daha ziyade kendine benzeyen Fidel Castro, Yaser Arafat ve Muhammer Kaddafi gibi devlet adamlarıyla yakın arkadaşlıklar kurmuştu.

Türkiye hükümetlerinin ise Apartheid döneminde Güney Afrika ile sağlıklı diyaloglarla kurulamayan münasebetleri gelişmişti. 1

Bu konuyu tarihi bağlamda analiz ederken tabiri caizse öncelikle iğneyi kendimize çuvaldızı başkasına batırmamız icap eder.
 

Mandela’nın Atatürk Barış Ödülünü reddettiğine dair gazete haberi, Herald Journal 11 May 1992.jpg
Mandela'nın Atatürk Barış Ödülünü reddettiğine dair gazete haberi, Herald Journal 11 May 1992

 

1980'lerin sonlarında dünya basınında hapisteki Nelson Mandela'ya özgürlük nidaları yükselirken dönemin Türk hükümeti 80 ihtilalinin travmasından kurtulup Güney Afrika'daki dinamikleri takip edemedi.

Ne Mandela'nın özgürlük mücadelesini ne de Apartheid rejimin sağlıklı analiz edebildi.

Atatürk adına düzenlenen Barış Ödülü'nü almayı reddeden Mandela'nın halet-i ruhiyesini anlamak için onun aslında neyi reddettiğini ve bu sancılı dönemin geçmişini bilmek gerekir.

Güney Afrika toplumunda halen travmaları devam eden Apartheid dönemi neydi?


Mandela'yı hapseden rejim: Apartheid

Güney Afrika'da Apartheid (1948- 1994) Apartheid rejimi, Güney Afrika'daki halklar arasındaki eşitliği tamamen ortadan kaldıran ve hak üstünlüğünü beyazlara (Avrupa asıllı milletlere) veren 1948-1994 yılları arasındaki ırksal ayrımcılık dönemine verilen addır (Welsh, 2009: 20).

Esas itibarıyla Güney Afrika'da 1948 yılında Ulusal Parti'nin seçimleri kazanmasıyla başlayan anayasal ayrımcılık dönemi, 1954 yılına kadar başbakanlık görevini ifa eden Dr. Daniel François Malan tarafından şekillendirilen ırkçılığa dayalı yönetim şeklidir.

Apartheid devri, sadece Güney Afrika tarihi açısından değil aynı zamanda tüm dünyada ayrımcılığın zirveye çıktığı bir ırkçılık dönemi olarak tarihte yerini almıştır (Cape Times, 6/2/1952: 9).

Birçok kaynağa göre Güney Afrika'daki ırkçılığın temelleri, Hollanda'nın 1652 yılında Güney Afrika işgalinde kurduğu hâkimiyet anlayışıyla ilişkilendirilir.

Öyle ki, kiliseyi de yanına alan Hollanda asıllı işgalci güçlerin bir taraftan misyonerlik hareketleriyle yerli halkı Hristiyanlaştırmaya çalıştırırken diğer yandan onlara itaat etmeyen yerlilere karşı kendilerini tehdit altında hissetmeleri sebebiyle Güney Afrika'da "Afrikaner milliyetçiğini" başlattıkları kaydedilmiştir. (Wilson, Thompson, 1975: 365). Hakikaten Dutch Reform Kilisesi'nin Apartheid hükümetini desteklediği vakidir. (Louw, 2004: 28).


Irkçı Apartheid hükümetleri döneminde Güney Afrika'yı destekleyen ülkelerin başında İsrail geliyordu.

İsrail Devleti'nin 1948 senesinde kurulmasından beri iki devlet arasındaki siyasi ve ekonomik ilişkiler kayda değer bir oranda gelişmişti.

Özellikle iki ülke arasındaki nükleer silah anlaşması ve ticari münasebetler, Sinoyist İsrail Devleti'nin Güney Afrika'daki ırkçı uygulamalarını ve ülkede yasallaşan ayrımcılığı dikkate dahi almadığına işaretti. 2


21 Mart 1960 yılında Transvaal eyaletinin Sharpeville kasabasında adilane bulmadıkları bir kanunu protesto eden yerli vatandaşların üzerine rastgele ateş açan Güney Afrika polisi, 70 kişinin ölümüne ve yüzlerce kişinin yaralanmasına sebep olmuştu.

Hemen hemen bütün dünya devletleri ve Birleşmiş Milletler tarafından kınanan bu olay, Apartheid rejimi hükümetinin ikinci sınıf muamelesine maruz bıraktığı yerli halkını nasıl acımasızca katledebildiğini ortaya koymuştu.

Buna benzer olaylar sebebiyle Apartheid hükümeti dış basının tepkisine karşı en azından yakın komşu devletlerle arayı iyi tutmaya azami gayret sarf ediyordu (Time Magazine, 4 April 1960: 1).

Mesela o dönemde Zambiya, Tanzanya ve hatta Sovvet Rusya'nın Apartheid hükümetine askeri destek sağladığı biliniyordu.

1974 yılına kadar Güney Afrika'nın Zimbabve veya Zambiya gibi komşuları genellikle beyaz sömürge hükümetler tarafından yönetildiği için Apartheid hükümeti kendini güvende hissediyordu.

Bostvana, Lesotho veya Svaziland (eSwatini) gibi küçük devletler ise ekonomik olarak Güney Afrika'ya bağımlı olduklarından herhangi bir boykottan uzak hareket ediyorlardı.

Fakat 1974 yılında Portekiz'in Mozambik ve Angola sömürgelerinden çekilme kararı almasıyla birlikte Güney Afrika sınırları güvensiz olmaya başlamıştı.

Akabinde Zimbabve'nin da buna katılmasıyla durum Apartheid rejimi için daha tehlikeli bir hal aldı (Louw, 2004: 362).

Öte yandan tüm bu ırkçılık uygulamaları nedeniyle dünya devletlerinin ambargolarıyla yüzleşen Güney Afrika'nın Apartheid hükümetleri, dünya genelinde ciddi eleştirilere maruz kalmıştı.

Bu denli protesto ve ambargolara kulak asmamakla birlikte Apatheid Rejiminin idari kesimi sözkonusu tehditlere karşı ekonomik olarak fevkalade gelişme ortaya koymuş, ülke içinde kendine yeten bir terakki göstermişti.

Kendi nükleer santralini ve karayollarını Avrupa standartlarında geliştiren Apartheid hükümetinin para birimi olan rent (ZAR), 1960-70 yılları arasında Amerikan dolarından daha değerli bir seviyede uluslararası düzeyde değerini korumayı başarabilmişti.

Karayolları, demiryolları, baraj ve tünel gibi büyük devlet yatırımlarının yanında Apartheid Hükümeti yurt dışına gıda ve ağır sanayi ürünleri satabilecek ekonomik bir gelişim gösterebilmişti.

Suç oranı boykotlar haricinde neredeyse yok denecek kadar az olup sağlık hizmetleri gayet muntazam işlemekteydi.

Dünya'da ilk kalp naklinin 1967 yılında Cape Town Üniversitesi'nin Tıp Fakültesi'nde Prof. Christiaan N. Barnard tarafından yapıldığı da hesaba katıldığında Apartheid döneminde ilmi sahadaki ilerlemelerin de meydana geldiği söylenebilir.

Tabi şüphe yok ki tüm bu müspet gelişmeler ırksal ayrımcılığın insanlık dışı uygulamalarını örtecek faktörler olarak algılanamazlar (Med, (48) Dec 30, 1967, 1271-74).


Apartheid döneminde ırksal ayrım, genel olarak halkın ten rengine göre belirlenmiş olsa da bu sınıflandırmalarda bazı yaftalamalara dayalı ırkçı adlandırmalar da yapılmıştı.

Mesela Afrikalı siyahilere tembel, yavaş ve kötü kokan halk denirken, Melezler için kaba, kavgacı ve neşeli deniliyordu.

Bunun yanında Hintliler içinse kurnaz ve dalavereci ibareleri kullanılmıştı. Beyaz adamın gözünde Güney Afrikalı halkların genel karakteristik yapısı bu minvalde şekillenmişti (Wilson&Thompson,1975: 402).

Ten rengi beyazımsı olan melezlere yapılan bu testte (Pencil Test) saçların arasına sokulan bir kalem şayet yere düşerse saçı düz sayılıyor; fakat kalem takılırsa kıvırcık melez olarak sınıflandırılıyordu.

Ten rengine göre alışveriş merkezlerine farklı kapılardan giriş ve kalitesine göre ürün almak yine bu uygulamalardan biriydi.

Diğer bir ifadeyle Apartheid döneminin toplumdaki ırkçı politikalarına misal gösterilecek uygulamalardan, siyah-beyaz olmayan ayrımı için saçlara uygulanan kalem testi, beyaz olmayan kesim için başka kapılardan alışveriş etme, başka otobüs ve hatta ambülanslara binme, belli başlı semtlere herhangi bir sebep için girememe gibi son derece insanlık dışı uygulamalar içeriyordu.

Bu ırkçı uygulamaları ve Güney Afrika'da Apartheid rejiminde vuku bulan ırkçılığı destekleyen Dutch Reform Kilisesi'nin varlığı ise tarihte Hristiyan dünyasında dinin siyasetteki rolü hakkında kayda değer bir misaldir (Wilson &Thompson, 1975: 365).


Tüm bunlarla birlikte Apartheid rejiminin sosyal travması toplum içerisinde kahraman kişiliklerin ortaya çıkmasına sebep olmuştur.

Archie Gumede, Oscar Mpetha, Albertina Sisulu ve idareci kesimden başpiskopos Desmond Tutu, Dr. Allan Boesak, Helen Joseph ve Nelson Mandela gibi isimler halk arasında Apartheid'e karşı bir mücahit olarak bilinen eylemleriyle itibar gören kimselerdi.

1983 yılında Apartheid karşıtı olan bu liderler demokratik bir Güney Afrika için Birleşik Demokratik Hareketi'ni (United Democratic Front) kurdular.

Nelson Mandela hapisteyken ona dışardan destek olan İmam Abdullah Harun, Ahmed Katrada, Şair İsmail Tatamkhulu Afrika ve Mahmud Efendi gibi Müslüman liderler de tehditlere ve hayati tehlikelere aldırmadan verdikleri mücadelerle tanındılar.

Bunların yanında Helen Suzman, Colin Eglin ve Harry Schwarz gibi beyaz kesimden Hristiyan ve Yahudi liderlerin Apartheid rejimine karşı gelmekten ötürü tutuklandıkları hatta bazılarının suikast sonucu katledildiği bilinmektedir (The Guardian, 1 Jan 2009: 3).


1980'lerin sonuna gelindiğinde Apartheid Rejimi dış baskılara dayanamaz bir hale gelmişti.

Bu ırkçı rejimin mimarı Dr. Malan'ın Milli Parti'nin politikacıları Sovyet rejiminin de çökmesiyle Batı Dünyasının ve basınının ciddi tenkitlerine maruz kalmıştılar.

Partinin ılımlı muteber politikacılarından Frederik Willem de Klerk, içerde ve dışarda sürüp giden bu huzursuzluğa karşı hapiste tutulan siyahi liderlerle temaslarda bulunmaya başlamıştı.

Onun 1989 yılından 1994 senesine kadar devletin başına geçerek bu ikili diyaloğu bizzat idare etmiş olması, demokratik döneme geçişte hali hazırdaki süreci müspet yönde hızlandırmıştı.

Hakikaten De Klerk, Apartheid döneminin yedinci ve sonuncu devlet başkanı olarak Nelson Mandela ile anlaşma yoluna gitmeyi tercih etmişti.

Ülkedeki bu pozitif gelişmeler dışardan da dikkatlice takip ediliyordu. Karşı tarafı anlamaya yönelik bu politikaları, 1991 yılında ona, Félix Houphouët Boigny Barış Ödülü'nü, 1992'de Asturias Prensliği Ödülü'nü ve 1993 senesinde Nelson Mandela ile birlikte Nobel Barış Ödülü'nü getirdi.

1994 genel seçimleriyle büyük çoğunluğun oyuyla başkan seçilen Nelson Mandela tüm Güney Afrikalıları kucaklayıcı barışçıl konuşmasıyla yeni bir dönemin başlamasına ve Apartheid devrinin kapanmasına vesile oldu (Mandela, 2009: 521).


Apartheid dönemi Güney Afrika-Türkiye ilişkileri

Cumhuriyet öncesi Osmanlı-Güney Afrika ilişkileri, çok derin tarihi meselelere ve sıcak ilişkilere dayanmasına rağmen daha sonraları bu münasebetlerin yerini uzun yıllar süren bir sukûnete bıraktığı görülmüştür.

Cumhuriyet döneminden sonra İkinci Dünya Savaşı'na kadar yeni kurulan Türkiye'nin ekonomik kalkınması hususunda içerdeki meseleler halledilmeye çalışıldığı için komşu ülkelerin haricinde yabancı devletlerle yakın ilişkilerin kurulması zaman almıştır (Aydın, March–May 2003: 1: Kirk, Joakin, Chesley, Spencer; (Vol 91) Nov.-Dec 2003: 534- 531).

Buna rağmen Mustafa Kemal Atatürk'ün emriyle 1925'de Kahire'de, 1926'da Cape Town'da ve 1933'de Etiyopya'da konsolosluklar aracılığıyla Afrika ülkeleriyle münasebetler kurulmaya çalışılmıştı.

1948 senesi itibarıyla Apartheid Rejimine geçen Güney Afrika Devleti, almış olduğu radikal kararlarla uzun yıllar sürecek olan kendine özgü ırkçı politikalarının ve içe kapalı bir diplomasinin miladını atmış oluyordu.

Bu siyasi karar da Güney Afrika'nın sadece Türkiye ile değil, tüm milletlerle arasına bir duvar örmüş denilebilir (Barney, Cardiff, 1978: 31).

Apartheid döneminde toplumun geçirdiği evreler ve sosyal yapının bu faktörlere göre devinimini tarihi hakikatlere dayalı bazı misallerle anlatmakta fayda vardır.

Zira tarihin hiçbir evresinde benzer bir idari yapıya veya muameleye maruz kalmamış olan Türk halkının bu vesileyle konuyu daha somut olarak kavraması mümkün olabilir.

Apartheid devrinin en azılı zamanlarında Kahire'den Cape Town'a uzun bir geziye çıkan Türk genci Mehmet Arif Demirer, 1960 yılında Johannesburg'a ulaşır.

Mehmet Arif Bey'in Apartheid Rejiminin belki en acımasız senelerinde Güney Afrika'ya gidip oradaki yaşam tarzına ve toplumsal yapıya bir Türk nazarıyla bakarak gözlemlerini paylaşması konumuz açısından fevkalade önem taşır.

Demirer'in hatıralarına göre Türkiye'de doğan vatandaşlar, Güney Afrika'da Avrupalı beyaz olarak muamele görüyorlardı.

Johannesburg'da beni (evet, beni) karşılamaya gelen gazeteciler vardı. Ertesi gün manşetlerdeydim:

Tutuklanan Türk Bakanın Oğlu Ülkemizde!

Bu gazete haberi işime yaradı. Hem bir Türk ailesi (Rüştü Atala, eşi ve iki oğlu) beni altı hafta boyunca evlerinde misafir olarak ağırladılar hem de Pakistan kökenli bir kız arkadaşı edindim: mühendislik öğrencisi Fatima.

Fatima, varlıklı bir Müslüman ailesinin tek ve özel otomobili olan kızı idi. Birlikte Drive In sinemalara giderdik. Onun dışında bir lokantaya gitmek yasaktı. Güney Afrika kanunlarına göre ben beyazdım, Afrikalılar 'Siyah, Hindistan kökenliler ve melezler' (her türlüsü) 'Renkli' (Coloured) idiler.

Herkesin yeri, otobüsü, lokantası vs. ayrı idi. Türklerin 'Beyazlığı' 40'lı yıllarda çıkan özel bir kanunla tescil edilmişti. Ülkenin karizmatik Dışişleri Bakanı Eric Louw bir Türk hanımla evlenmiş ve derhal bir kanun çıkartarak eşinin beyazlığını sağlama almıştı.


Mehmet Demirer'in hatıralarında bahsettiği bu bilgiler, o dönemde Güney Afrika'da genel yaşam tarzını yansıtan önemli gözlemlerdir.

Tabi Güney Afrika'da doğan Türk kökenli Müslümanlar bu kadar şanslı değillerdi. Erzurumlu Müderris Ebubekir Efendi'nin torunlarından Hişam Nimetullah Efendi aynı senelerde Cape Town'da evine giderken yolda yaralı yatan bir beyaz vatandaşın hayatını kurtarmak için ambulansı aramış, fakat yanlışlıkla melezler için tahsis edilen ambulans gönderilince yaralı hastaneye sevk edilemediği için kan kaybından ölmüştü.

Mavi gözlü ve sarışın olmasına rağmen Hişam Nimetullah Efendi dini inancından ötürü ikinci sınıf vatandaş olarak sınıflandırılmıştı.

Osmanlı kökenli Türklerin maruz kaldıkları bu insanlık dışı muamelelere karşı dönemin Türkiye hükümetleri ne yazık ki kayıtsız kalmıştır.


Bu bağlamda Apartheid devrinin başlamasından hemen hemen sonuna kadar, münferit bazı olayları hariç tutarsak iki ülke arasındaki ilişkilerin yok denecek kadar az olduğunu söylemek mümkündür.

Bu dönemde Cumhuriyet Arşivi'nde bulunan bir kayda değer belge, 1967 tarihinde Birleşmiş Milletler Genel Kurulu'nun ırk ayırımı Apartheid ve sömürgeciliğin tasfiyesi konularında düzenlenen seminere katılacak heyetle alakalıdır (Cumhuriyet Arşivi, 208-48-4- 01.07.1967).

Bu seminerin temel sebebi yukarıda arz edildiği üzere Güney Afrika'da ırkçı bir rejimin hüküm sürmesini kınamak için düzenlenmişti ve Türkiye makamlarınca o dönemde resmi olarak bir tepki verilmişti.

Fakat bunun haricinde kaydadeğer bir eylem yada politika izlenmemişti. 


Mandela ödülü neden reddetti?

Apartheid rejiminin 1990'ların başında Nelson Mandela ile barışçıl bir yol izleyerek mevcut beyaz hükümetin Milli Partisi'nin masaya oturmasıyla Türkiye Devleti de 1992 yılında Güney Afrika'ya başkonsolos olarak Sami Onaran'ı atamıştı.

Fakat aynı yılın 14 Mayıs günü, Nelson Mandela'ya layık görülen Atatürk Barış Ödülü'nü Mandela'nın kabul etmemesi, iki ülke arasındaki ilişkilerin bir skandal olay ile başlamasına sebep olmuştu (Wheleer, 2005: 9).

İki devlet arasında vukua gelen bu talihsiz olayın sebep ve sonuçlarına kısaca değinmek Apartheid sonrası Türkiye-Güney Afrika münasebetlerini anlamak açısından önemlidir.

Nelson Mandela'nın Güney Afrika-Türkiye ilişkileri açısından bu menfi davranışını analiz etmeden önce, Türkiye Cumhuriyeti'nin genellikle tarihten beri süregelen mağdurların yanında olma ve onlara destek olma politikasının aksine Nelson Mandela'nın hapisteyken dahi liderliğini yürüttüğü Güney Afrikalı yerlilerin ırkçı Apartheid rejime karşı olan mücadelelerinde gerektiği desteği veremediği, dolayısıyla konuyu gerektiği gibi takip edemediğini görmek gerekir.

Zira Güney Afrika ile esasında tarihte kayda değer bağları olmuş olan Türkiye Devleti'nin o bölgeyi Osmanlı vatandaşları ile birlikte uzun yıllar ihmal etmiş olması Afrika konusunda zayıf bir Hariciye politikası güdülmüş olduğuna delalet eder.

Öyle ki, Apartheid döneminin başından sonuna kadar Türkiye'de birkaç gazete haber hariç hiçbir ciddi yayının yapılmaması buna delil teşkil eder.

Halbuki 150 yıl önce Güney Afrika'ya gidip Ümit Burnu'nda Afrikansça öğrenerek ülkedeki ilk ilmihali kaleme alan ve orada vefat eden Erzurumlu Müderris Ebubekir Efendi'nin eseri Beyânü'd-Din gibi, Güney Afrika'da Osmanlı Devleti'nin inşa ettiği cami ve okulların tamamen unutulması ya da görmezden gelinmesi diplomasi adına büyük gafletti.

Bunun yanı sıra Apartheid döneminden bu yana Türk politikacılarının, diplomat ve istihbaratının Güney Afrika'da olan bitenden bihaber olduğunu da görmemiz gerekir. 3

Güney Afrika'da İkinci Dünya Savaşından beri yerleşmiş olan Türkiye aleyhtarı Güney Kıbrıslı Rumların aleyhteki propagandalarını ve yine 1980'lerden bu yana Türkiye aleyhine düşmanca eylemler yapan PKK terör örgütünün faaliyetleri göz ardı edildiği için dönemin Türk bürokratlarının Nelson Mandela'ya olan yaklaşımı pek yüzeysel ve gayri samimi kalmıştır (Wheleer, 2005: 40).

Aksi takdirde ne Nelson Mandela'nın tüm insanlığı kucaklamış Mustafa Kemal Atatürk gibi bir dünya liderinin Barış ödülünü reddetmesi mümkündür ne de şahsi çıkarları için dünyanın her bir yerinde Türkiye aleyhine düşmanlık yapan bir grubun propagandalarına inanıp Güney Afrika'nın Türkiye'yi gözden çıkarması imkan dahilindedir.

Nelson Mandela şayet Kürtçülük yapan Güney Afrika'daki PKK uzantısı mensuplarının propagandalarına tam manasıyla itibar etseydi altı yüz küsur sayfalık meşhur hatıratında, Kürtlerin de Afrika'nın yerli hakları gibi ezildiği ya da haklarını aramaları yönünde en azından bir cümle sarf ederdi.

Halbuki Mandela'nın hatıratında gerek Filistinlilerin, İsrail Devleti ile olan mücadelesi gerekse Fidel Castro'nun Amerikan kapitalizmine karşı olan eylemlerini destekleyici onlarca ifadesi vardır (Sean, 2015: 273).

Bu olayın tarafsızca analizini yapacak olursak esasında Atatürk Barış Ödülü'nün kabul edilmeyişinin altında yatan sorun PKK terör örgütünün Mandela çevresine kadar yaklaşıp propaganda yaparken Türkiye dış ilişkileri temsilcilerinin bu tür propagandalara kayıtsız kalmasından kaynaklanmaktadır. 4

Zira 27 yıl haksız yere hapiste yatmış ve ömrü boyunca horlanmış 70 küsur yaşındaki bir siyahi lidere bu hususta hata bulmak, ancak acemi politikacıların gaflarına mazeret bulmaya meyyal bir davranış biçimi olarak addedilebilir.

Türkiye aleyhine Güney Afrika'da yapılan propagandaların bir analizini yapan Ataöv, bu meseleyi şöyle ele almıştır:

PKK sözcüleriyle onların yandaşlarının kimi Güney Afrikalılara ve Batılılara Kürtlerin Türkiye'deki yaşamlarının ezici çoğunluktaki yerli siyahların Güney Afrika'daki Apartheid dönemi yazgılarına çok benzediğini söylemişler ve dinleyenler içinde bu benzetmelere inananlar çıkmıştır. Bu önyargılı ve orantısız değerlendirmelerin kaynağı Nelson Mandela'nın yakınındaki danışmanlarına sokulmuş olan birkaç Kürt kökenli kişiler ve onlar adına konuşan Türk düşmanı Avrupalılardı (Ataöv, 2010: 55).


Türkkaya'nın tespiti tam olarak konunun hakikatini ortaya koyan bir özet mahiyetinde olsa da kanımızca meselenin nazari dikkatten kaçan başka bir tarafı daha vardır.

Kuruluşundan sonuna kadar Türk medyası Güney Afrika'daki Apartheid döneminin ehemmiyetini, belki biraz da Güney Afrika'nın coğrafik olarak çok uzakta olmasından ötürü kavrayamamıştır.

Halbuki Avrupa devletlerinde Apartheid ile alakalı birçok kitap yazılmış veya tercüme edilmiştir.

Bunun bir sebebi de Avrupa devletlerinin hemen hepsinin halen ekonomik ve siyasi münasebetlerini yürüttüğü Afrika topraklarında sömürgelerinin mevcut olmasıdır.

Fakat bu faktör dahi Türkiye'nin Güney Afrika'da olan biten terörden ve siyasi gelişmelerinden uzak kalmasına bir mazeret oluşturmaz.

Güney Afrika'nın Türkiye Büyükelçisi Tom Wheleer, iki ülke arasındaki tarihi ilişkiler hususunda kaleme aldığı hatıratında Güney Afrika'da propaganda yapan PKK sempatizanlarının Abdullah Öcalan'ı bir özgürlük savaşçısı olarak anlattıklarını ifade etmiştir (Wheleer, 2005: 21).

Bu durumda Türkiye aleyhine Güney Afrika'da yıllardır propaganda yapan PKK'lıların terör faaliyetlerinin Türk diplomatları tarafından Güney Afrika'da anlatılmadığını ve zaten tarihi geçmişlerinden ötürü azınlık hakları hususunda hassas olan Güney Afrika kamuoyunun zayıf tarafı kullanılarak bu sayede halk genelinde Türk Hükümetlerine karşı bir yanılgının oluştuğunu söylemek mümkündür. (Wheleer, 2005: 30).

Zira elçilik aracılığıyla şimdiye kadar Öcalan ve örgütünün bir katil olduğu ve hayatı boyunca ikinci sınıf vatandaş olarak görülen Mandela'nın özgürlük hareketinin aksine Türkiye'de her vatandaş gibi demokratik haklara sahip hatta başbakan dahi olabilen Kürtlerin Güney Afrikalı yerlilere reva görülen muameleye maruz kalmadıkları yanında, Öcalan'ın binlerce masum vatandaşı çocuk ve kadın ayırmadan öldürdüğü belgeleriyle teşhir edilseydi, bu konunun Güney Afrika'da bir insan hakları ihlali olarak lanse edilmesine olanak verilmemiş olacaktı.

Bu haliyle Ermeni meselesi gibi, Kürt meselesi de siyasallaşarak başka bir boyut almıştır demek hakikate aykırı bir saptama olmasa gerektir. 5

Bu sebeplerden ötürü kendileri gibi ezilmişlik iddiasındaki toplumlara hapiste dahi olsa barış ve dayanışma mesajları gönderen Nelson Mandela'nın PKK ve Türk düşmanı Yunanlıların politik propagandalarına inanıp Atatürk Barış Ödülü'nü almaması hususundaki menfi davranışı sadece ona mal edilebilecek bir hata olarak algılanamaz. 6

Zira bu olayın arkası her ne kadar Güney Afrika'da meskûn olan Türk aleyhtarları tarafından doldurulmuş olsa da, iki ülke arasındaki ilişkilere ve Türkiye Devletinin imajına zarar veren bu meselenin oluşumunda Türk diplomasisinin incelikten uzak bir yaklaşımla Mandela ve onun özgürlük mücadelesine yüzeysel bakmış olduğunu görmek gerekir. 7

1990 yılından itibaren Mandela dünya liderleriyle görüşürken Türkiye olarak Mandela'ya ülke adına bir tebrik mesajı dahi göndermeden ona bir ödül vermek ne kadar doğruydu?

Halbuki Mandela'nın çevresinde Türkiye dostu Müslüman liderler ve hatta o zaman genç bir aktivist olan Ebubekir Efendi'nin torunlarından İbrahim Patel vardı.

Günümüzde Güney Afrika'nın Sanayi ve Ticaret Bakanı olan Patel, bizzat bize vermiş olduğu röportajında Mandela'nın siyasi duruşu gereği o dönemde yapması gerekeni yaptığı fakat her daim Filistin'in yanında duran Türk milletine muhabbet beslediğini ifade etmişti.
 

Mandela skandalının sorumlusu esasında dönemin Türk diplomasisiydi, Hürriyet 15 Mayıs 1992.jpg
Mandela skandalının sorumlusu esasında dönemin Türk diplomasisiydi, Hürriyet 15 Mayıs 1992

 

Bu konuda son olarak bahsedilmesi gereken mesele ise Atatürk Barış Ödülü'nün esasında bir devlet kurumu tarafından ortaya konulmuş bir ödül olmayıp Kenan Evren tarafından meydana getirilen ihtilal politikalarının bir ürünü olmasıdır.

Hatta 1990 yılında bu Atatürk Barış Ödülü'nün bu ödülü ortaya çıkaran fikir babası Kenan Evren'e verilmiş olması hayrete şayan bir garabet olarak tarihe geçmiştir.

Hal böyle iken Mandela'nın bu barış ödülünü reddederken aslında Atatürk ismi altında fakat altı boş bir ödülü reddettiğini anlamak gerekir.

Aksi halde Mandela'nın gerçekten 'Yurtta Sulh Dünyada Sulh' diyen bir dünya lideri Atatürk adına düzenlenen barış ödülünü reddetmesi imkansızdır.  

Kaldı ki Güney Afrika'nın Ankara'daki Türkiye büyükelçisi Vika Mazwi Khmalo'nun "Mandela'nın Barış ödülünü almaması zamanın doğru olmamasından dolayıydı", şeklindeki resmi açıklaması yukarıda izah ettiğimiz gibi bu davranışın Atatürk'le alakası olmadığına delalet eder.

Özetle esas reddedilen Atatürk Barış Ödülü değil, dönemin dinamiklerini yakalayamayan Türk dış diplomasisiydi. 

 

 

Notlar

  1. 1990’larda PKK terör örgütünü siyasi bir  tabana oturtmak için Mandela’nın özgürlük mücadelesinin bu işe nasıl alet edilmeye çalıştığına dair özet bir analiz için şu yazıma bakabilirsiniz.   https://uwidata.com/tr/13087-guney-afrikada-pkkyi-mandela-ile-aklamak/, 27 Temmuz 2021 tarihinde erişildi.
  2.   Bu konuda ‘Güney Afrika-İsrail Projeleri: Sahipsiz Topraklar Bantustan’ yazɪma bkz, https://afam.org.tr/guney-afrika-israil-projeleri-sahipsiz-topraklar-bantustan/, 27 Temmuz 2021 tarihinde erişildi.
  3.   1950’lerde Nelson Mandela’nın hapiste olduğunu Türk halkının birçoğu Fikret Kızılok’un ‘Demirbaş’ şarkısından öğrenmiştir demek abartı olmasa gerektir.
  4.   O dönemde Güney Afrika’nın Türkiye büyükelçisi Sami Onaran’ın pasif bir temsilcilik yaptığı anlaşılıyor.  2018 yɪlɪnda cenazesine katɪldɪğɪm Onaran Cape Town’da bir Hristiyan mezarlɪğɪna defnedildiğinde cenaze töreninde sadece beş kişi vardɪ. Bu sebeple ancak yɪllar sonra Jacop Zuma’nın Türkiye ziyareti ile iki ülke arasında diplomatik ilişkiler gelişme göstermiştir. Bu minvalde dönemin Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu’nun Cape Town ziyareti ve akabinde TİKA’nın Cape Town’da Osmanlı dönemine dayanan bazı eski tarihi yapıların onarımı hususundaki faaliyetleri ile resmi ilişkiler bir noktaya gelmiştir denilebilir. Tüm bunların yanında 2013 yılında İzmir Büyükşehir Belediyesi’nin Cape Town Belediyesiyle kardeş şehir anlaşması imzalamaları ve buna binaen iki belediyenin idari kadrosunun birbirlerini ziyaretleri kayda değer gelişmeler olarak addedilebilir. Yine Erzurumlu Müderris Ebubekir Efendinin memleketi Erzurum’da düzenlenen konferanslar ve Erzurum Büyükşehir Belediyesi’nin Cape Town Belediyesi’ne gönderdiği hediyeler ikili ilişkilerin hem resmi hem de basın yayın yoluyla halk arasında ilgi uyandırmasına vesile olmuştur. Bu minvalde ikili münasebetlerin son on beş yıl içerisinde rayına oturduğunu söylemek yerinde olacaktır.
  5.   Amerika Birleşik Devletleri’nin 10 yıl önce beraber çalıştığı Saddam Hüseyin’i, Yaser Arafat’ı hatta Usame Bin Ladin’i çıkarları için nasıl terörist ilan edip türlü bahanelerle öldürttüğü artık tüm dünyanın kabul ettiği bir hakikat olduğuna göre yarın kimi terörist kimi kahraman ilan edeceğine itimat edilemeyeceğini anlamak gerekir. Halkuki Türkiye’deki birçok tanınmış gazetecinin haberin kaynağına ineceği yerde Avrupa ve Amerika’da peyda edilen haberleri çevirip Türk halkına sunduğu gazetecilik adɪna bir talihsizlik olsa gerektir.
  6.   Güney Afrika’ya gelip Johannesburg’daki Apartheid müzesini ziyaret etmiş olan Cengiz Çandar gibi bazı gazeteciler ile Halil Berktay gibi akademisyenlerin kaleme aldıkları köşe yazılarında ciddi bilgi ve analiz hataları mevcuttur. Cengiz Çandar Güney Afrikadaki halkların birbirleriyle yaşamalarını nasıl başardıklarına vurgu yaparak Türklerin de bundan örnek almaları gerektiğini yazmıştır. Halbuki tarihi bağlamda hiçbir millet Anadolu’da olduğu kadar birbirine karışmış ve samimi bir münasebet içerisinde yaşamamıştır. Öyle ki PKK terör örgütü zuhur edene kadar bazı münferit olaylar hariç Kürtlerle Türklerin arasında bir nefret söz konusu olmamıştır. Nefret şüphe yok ki halklar arasında birlik beraberliğe itibar etmeden bağımsız Kürt devleti kurma uğruna yaşadığı ülkenin polisine ve masum halkına saldıran bir oluşumun (PKK) ihanetinden ileri gelmiştir. Tarihte benzer ihaneti yapan radikal Ermeniler de, Osmanlı İmparatorluğu’nun en zayıf zamanında sömürgeci güçlerle bir olup onlara vadedilen Doğu Anadolu’da kurmak istedikleri hayali devletleri için Türk köylerine saldırmışlardır. Tarihin tekekkür ettiği günümüz terörü de PKK yanlısı Kürtler tarafından yapılmaktadır. Bu durumda asıl mağdurlar vatanına milletine bağlı masum Kürtlerle aynı kaderi paylaşan tüm Türkiye halklarıdır. Hal böyle iken Apartheid Rejimini tetikleyen dinamikleri irdelemeden Halil Berktay, Talat Paşa’nın tehcir kararını Apartheid’ın asıl ve en radikal mimarı sayabileceğimiz Hendrik Verwoerd’in politikalarıyla karşılaştırmaktadır. Bu minvalde yazık ki Berktay’ın, Osmanlıca kaynaklara hâkim olamadığı için yalnız tehcir kararının kapsam ve içeriğini değil, Aparheid Rejiminin de altında yatan gerçekleri analiz edemediği anlaşılıyor. Zira Apartheid Rejiminin teorik yapısını Ermeni tehciriyle mukayese etmek, Yahudi Haham Sabatay Sevi’nin Osmanlı Devleti tarafından 1672’de Ülgün’e sürülmesiyle A. Hitler’in İkinci Dünya Savaşı’nda yüzbinlerce Yahudiyi soykırıma uğratması gibi bir mantık dışı karşılaştırma olacaktır. Bkz, https://serbestiyet.com/author/yazarlarserbestiyet-com/page/39/, 29 Temmuz 2021 tarihinde erişildi.
  7.   İsrail’de Filistinli Müslümanlara uygulanan haksız müdahele ve zulmün de günümüz Türk entellektüel ve tarihçi kesimi tarafından yeteri kadar konu edilmemesi uluslararası diplomasiden yana zayıf olduğumuzun bir göstergesidir. Cape Town’da dahi bir Filistin müzesinin olması ve her daim İsrail politikalarının boykot edilmesi bu hususta örnek alınacak bir hassasiyetti

*Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Independent Türkçe’nin editöryal politikasını yansıtmayabilir.

© The Independentturkish

DAHA FAZLA HABER OKU