Avrupa seçimleri: Yeni “kurucu babalara” doğru mu?

Sinan Baykent Independent Türkçe için yazdı

Fotoğraf: Reuters

İkinci Dünya Savaşı’nı müteakip Avrupa’nın önde gelen siyasetçileri “birleşik ve müreffeh bir Avrupa Kıtası” gayesiyle bir araya geldiler ve Avrupa Birliği’nin (AB) 1951-1952 yıllarındaki öncülü sayılan Avrupa Kömür ve Çelik Topluluğu’nun kuruluşu için çalıştılar. 1957 yılında Roma Antlaşması’yla ise Fransa, Batı Almanya, İtalya, Belçika, Hollanda ve Lüksemburg devletlerinin ortak inisiyatifiyle günümüz Avrupa’sının çekirdeğini teşkil eden Avrupa Ekonomik Topluluğu vücuda geldi.

Avrupa’da 1950’li yılların bu büyük dönüşümüne önderlik eden siyasetçiler “kurucu babalar” şeklinde tanımlanırlar. Aralarında Robert Schuman, Jean Monnet, Konrad Adenauer, Johan Willem Beyen, Alcide De Gasperi ve Joseph Bech gibi figürlerin de bulunduğu kurucu babalar, Avrupa halklarının demokratik kurumlar ile ekonomik entegrasyon ortak paydalarında buluşmasını ve uzun savaş yıllarının yarattığı acıları bir araya gelmek suretiyle birlikte aşmasını amaçlıyorlardı. 

Dahası, Avrupalı siyasetçilerde Avrupa’nın Amerika Birleşik Devletleri’ne (ABD) olan bağımlığını aşmak ve Sovyet Sosyalist Cumhuriyetleri Birliği’ne (SSCB) karşı organik bir dayanışma örneği sergilemek niyeti hâsıl olmuştu. Yıllar içinde Avrupa Konseyi, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi (AİHM) ve Avrupa Parlamentosu (AP) gibi “uluslar-üstü” siyasî kurumlarla donatılan Avrupa Ekonomik Topluluğu, “savaşsız Avrupa” idealini büyük ölçüde toplumlara aşılamayı başarıyor gibi duruyordu.  

Nihayet 1992 yılında Maastricht Antlaşması’yla AB tam manasıyla ete kemiğe büründü. Birleşik Federal Almanya’ya ek olarak Büyük Britanya, İspanya, Portekiz, Yunanistan, İrlanda Cumhuriyeti ve Danimarka da böylece AB’nin kuruluşunda somut katkıda bulunuyordu. 1995 yılında yürürlüğe giren Schengen Antlaşması’yla birlikte ise kurucu babaların adeta hayalleri gerçekleşiyor ve Avrupa kıtasında sınırlar kademeli olarak kaldırılıyordu. Özellikle 1995-2013 yılları arasında uygulanan genişleme politikası sayesinde bugün itibariyle AB -en azından görünürde- 28 üye ülkeden müteşekkil dişli bir teşkilât konumuna yükselmiş vaziyettedir.

Diğer yandan, her ne kadar sayıca büyüse ve güçlense de, AB aynı zamanda derin çelişkilerin ve çatışmaların yaşandığı bir platformu simgeliyor. Kurucu babalarının ezici çoğunluğu Hristiyan-demokrat çizgiyi benimseyen AB uzun yıllar boyunca merkez sağ ile merkez sol partilerin dönüşümlü olarak iktidara geldiği ülkelerden kuruluydu. Gerçekten de bu durum genel mantığa uygundur zira yukarıda da ifade edildiği üzere Avrupa Birliği’nin temelleri bizzat “her türden siyasî aşırılıkla mücadele” çerçevesinde atılmıştı. Dolayısıyla iktidar değişiklikleri tutturulan vasat çizgiyi bozmuyor, merkez akımlar “demokratik nöbetleşme” yöntemiyle iktidarı devralıyor ve devrediyordu.
 

ap-kurucular-aa.jpg
Avrupa Birliği’nin 6 kurucu ülkesi Almanya, İtalya, Belçika, Fransa, Hollanda ve Lüksemburg’un Dışişleri Bakanları / Fotoğraf: Reuters


2000’li yılların başından itibaren ise AB içindeki rüzgârlar tersten esmeye başladı. Fransa’da Jean-Marie Le Pen liderliğindeki Ulusal Cephe (“Front National” - FN), Avusturya’da Jörg Haider’in başını çektiği Avusturya Özgürlük Partisi (“Freiheitliche Partei Österreichs” - FPÖ) ve Hollanda’da Pim Fortuyn Listesi gibi partilerin oy oranlarında yaşanan patlama Brüksel bürokratlarını endişeye sevk etti. O yıllarda 11 Eylül 2001 tarihindeki “İkiz Kuleler” saldırılarının izdüşümlerini AB ülkelerinde de hissetmek mümkündü. 

Avrupa’daki göçmen nüfusta artan işsizlik toplumda körüklenen ayrımcılıkla birleşmiş ve Eski Kıta’nın her köşesinde ciddi bir emniyet sorunu baş göstermişti. 2002 yılında düzenlenen Cumhurbaşkanlığı seçimlerinde Jean-Marie Le Pen ilk defa ikinci tura kalmış ve merkez siyasetin geleneksel işleyiş çarkına çomak sokmuştu. Avusturya’da Jörg Haider 1999 yılında düzenlenen parlamento seçimlerinde %21,9, aynı yılda düzenlenen AP seçimlerinde ise %23,6 gibi bir orana ulaşmıştı. Hollanda’da ise Pim Fortuyn kendi adını taşıyan listeyle 2002 yılındaki parlamento seçimlerinde %17 gibi önemli bir skor elde etmişti.

Avrupa’da adeta bir deprem etkisi yaratan söz konusu sonuçlar, dönemin merkez siyasetçileri ile merkez medyanın söz birliği etmişçesine iddia ettiği gibi “geçici” karakterde bir olgu değil, aksine olacak olanlara dair bir “prelude” mahiyetindeydi. 2002-2012 yılları arasındaki süreçte nispeten “sindirilen” ve görmezden gelinen milliyetçi akım, AB sahnesindeki büyük dönüşünü 2014 yılındaki AP seçimleriyle birlikte yepyeni bir zırh kuşanarak yaptı. 

“Totaliter”, “antisemit” ve “revizyonist” olarak takdim edilen klasik Avrupa milliyetçiliği yeni nesil siyasetçilerin zuhur etmesiyle birlikte kabuk değiştirdi. Söz konusu değişim aslında hem zoraki hem de iradî idi. Zoraki idi, çünkü 20.yüzyıl sürümünden ilham alan milliyetçi profil merkez medyada yeterince yer bulamıyor ve çoğunlukla sansür süzgecinden geçiyordu (veya geçemiyordu). 

Şüphesiz ki “eski tüfek” liderler de bu anlamda sansürü aşmak adına pozitif bir rol oynamıyorlardı. Medyada yer almak ve sesini duyurabilmek için tarihin “iblislerinden” kurtulmak, tabuları yıkmak ve yeni bir söylem icat etmek lazımdı. Değişim başka bir yönüyle aynı zamanda iradî idi zira yeni nesil siyasetçiler artık “ebedî muhalefet” ve/veya “küçük koalisyon ortağı” statüsünde takılıp kalmayı reddediyorlardı. Onlar için nihaî amaç iktidarı elde etmek, sistemin “merkezler arası nöbetleşme” sarmalını bitirmekti.

Yeni nesil siyasetçiler ve milliyetçilikten popülizme geçiş

Surda gediği eski tüfek liderler açmıştı belki ve fakat göreve gelen yeni nesil liderler surun tamamını alaşağı etmek niyetini taşıyorlardı. Klasik milliyetçilik Avrupa Birliği tasavvuruna cepheden karşıydı. Tıpkı 2016 yılında başarıya ulaştırılan Brexit süreci misâli, Avrupa’nın milliyetçi liderleri ülkelerinin Avrupa Birliği’nden koşulsuz olarak çıkmasını istiyorlar, bu uğurda mücadele ediyorlardı. Avro’nun yerine ulusal paralar yeniden tedavüle sokulacak, mutlak sınır denetimi yeniden sağlanacak ve ulusal üretimde öncelik ulusal olana verilecekti. 

Oysa Avrupa halklarındaki eğilim biraz daha farklıydı. AB’nin diktasına çoğu ülkede itiraz etmekle beraber Avrupa halkları bir şekilde “Avrupalılığı” ve “Avrupalılık üst kimliğini” benimsemişti ve bu anlamda klasik milliyetçilik sunduğu argümanlarla halkların derin katmanlarına yeterince nüfuz edemez olmuşlardı.

Yeni nesil siyasetçi sınıfı ise yukarıda sıralanan sorunları, çıkmazları ve tıkanıklıkları - kendince - doğru teşhis etti: Milliyetçiliğin dili, ilkeleri ve hedefleri değişmeliydi. Hatta milliyetçilik bir kenara itilebilir, yepyeni bir formatla halk iradesinin huzuruna çıkılabilirdi. Avrupa Birliği’ne cepheden tavır almak yerine onu içeriden değiştirmeye ve/veya çökertmeye çalışmak daha akıllıca olabilirdi. 

Başka bir deyişle “federal” Avrupa tasavvuruna karşı örgütlenen “koşulsuz çıkış” seçeneğini “uluslar Avrupa’sı” teziyle değiştirmek daha az hasara yol açabilirdi. “Antisemit” olunmamalı, Avrupa’nın 1945 yılından sonra benimsediği “Hristiyanî-Yahudi” değerler manzumesine dokunulmamalıydı.

Yeni nesil siyasetçi sınıfı için tehlike Yahudilerden ve/veya Siyonizm’den değil, İslâm dininden ve Müslüman göçmenlerden geliyordu. Hâl böyle olunca tatbik edilen sansürün başlıca sebebi olan antisemitizm İslâm karşıtlığıyla ikame edilebilirdi. 

Emperyalizmin karşısına dikilmek anakronik bir tutumdu, hem ABD hem de Rusya’da belli müttefikler bulunabilirdi pekâlâ. Buharlaşmaya zorlanan milliyetçilik ise içten ve dıştan yenilenecekti. Yeniliğin ve kabuk değişiminin kilidini ise sağ popülizm veya siyasal bilimler literatüründeki bir diğer adıyla “ulusal popülizm” anahtarı açacaktı.

Fransa’da Ulusal Cephe’nin liderliğine Jean-Marie Le Pen’in kızı Marine Le Pen, Avusturya’da FPÖ’nün liderliğine Heinz-Christian Strache geldi. 

Hollanda’da Pim Fortuyn’in ölümünden sonra bayrağı Geert Wilders devraldı. 

İtalya’da tarihsel milliyetçiliğin sözcülüğünü ve temsilciğini yıllar boyunca üstlenen İtalyan Sosyal Hareketi (“Movimento Sociale İtaliano” – MSİ) parçalara bölündü ve bu bölünmüşlük hâlinden Kuzey Ligi’nin (“Lega Nord” – LEGA) yeni lideri ve İtalya’nın hâlihazırdaki İçişleri Bakanı Matteo Salvini sonuna kadar faydalandı. 

Almanya’da Ulusal Demokratlar’dan (“Nationaldemokratische Partei Deutschlands” – NPD) ve Hristiyan-demokratlardan ayrılan bir grubun kurduğu Almanya için Alternatif Partisi (“Alternative Für Deutschland” – AfD) Alman siyasetindeki boşluğu bu anlamda çok yoğun bir biçimde değerlendiriyor. 

İspanya’da falanjistlerin yıllardır gündeme getirdikleri ve fakat bir türlü oya dönüştüremedikleri maddeleri “zamanın ruhuna” uygun bir şekilde yoğurup yeni bir dille halka sunan VOX (Latince “ses” anlamına geliyor), İspanya’da son olarak 28 Nisan 2019 tarihinde düzenlenen erken seçimde oyların %13’ünü almayı başardı. 

Keza Bratislava’dan Prag’a, Budapeşte’de Varşova’ya uzanan Doğu ve Orta Avrupa coğrafyasında da durum Batı Avrupa’dan farksızdır.

2014 yılındaki AP seçimlerinde Marine Le Pen’in Ulusal Cephe’si %24,86’lık bir oy oranıyla Fransa’da birinci parti olmuştu. Almanya’da AfD ilk defa katıldığı seçimlerde %7,1 oy almıştı. 

İtalya’da “ne sağ ne sol” felsefesiyle kurulan ve bugün LEGA’yla iktidar ortağı konumunda bulunan 5 Yıldız Hareketi (“Movimento delle 5 Stelle” – M5S) ilk defa girdiği seçimlerde %21,2 gibi bir oy oranına ulaşmıştı. Büyük Britanya’da Birleşik Krallık Bağımsızlık Partisi (“United Kingdom Independence Party” – UKİP), Macaristan’da Daha İyi Bir Macaristan Hareketi (“Jobbik Magyarorszagert Mozgalom” – Jobbik) ve Yunanistan’da Altın Şafak (“Chrysi Avgi”) 2014 seçimlerinin büyük sürprizleri arasında yer alıyordu. 

2014 seçimlerinde milliyetçi/sağ popülist ayrımı henüz tam olarak netleşmemiş, netleştiği yerlerde dahi tam olarak keskinleşmemişti. Oysa 2014 yılından bu yana tecrübe edilen gelişmeler söz konusu ayrımı çok berrak bir biçimde ortaya koymuş, açığa çıkarmıştır.
 

ap-aa.jpg
Fotoğraf: AA


Seçimleri hangi etkenler belirleyecek?

Peki, 2014 yılından bu yana neler oldu ve neler değişti? Önümüzdeki 23-26 Mayıs 2019 tarihlerinde düzenlenecek olan AP seçimlerinde Avrupa’yı ne bekliyor?

Geride bıraktığımız son beş yılda önümüzdeki AP seçimlerine ve belki de AB’nin geleceğine etki edebilecek pek çok etkenle tanıştık. 2016 yılı bu anlamda bir dönüm noktası olmuştur. 23 Haziran 2016 tarihinde düzenlenen Brexit referandumunda Büyük Britanya halkının verdiği ayrılık kararı ile 8 Kasım 2016 tarihindeki ABD başkanlık seçimlerinde Donald Trump’ın seçilmesi olayları yaklaşan AP seçimlerine mutlaka etki edecektir. 

Brexit sürecinin bir kördüğüm şeklini alması ve İngilizlerin söz konusu süreçle ilgili duydukları genel hoşnutsuzluk, Büyük Britanya özelinin haricinde Avrupa Birliği’nden resmen çıkmayı talep eden partilerin zor bir dönem yaşayacağını şimdiden ilân eder gibi duruyor. 
Avrupa Birliği’nden resmen çıkmayı değil ama Birliği’ni içeriden terbiye etmek, ehlileştirmek ve dönüştürmek isteyenler partiler için ise yollar bütünüyle açılmış vaziyettedir, zira hâlihazırdaki Brüksel bürokratları ile Avrupa’nın irili-ufaklı merkez partilerin temsilcileri dahi Birliğin mevcut ölçülerde doğru işlemediğini, işletilemediğini kabul ediyorlar. 

Merkez partilerin sorunlara radikal ve sistematik çözümler önerememesi en çok sağ ama aynı zamanda sol popülistlerin de işine yarıyor. Yine Trump’ın seçilmesinden sonra görevinden istifa eden (yahut istifaya zorlanan) eski kampanya danışmanı Steve Bannon’un Avrupa’daki sağ popülistleri tek çatı altında birleşmeye ve beraber hareket etmeye yönelik attığı adımlar da ciddi bir etken olacağa benziyor. 

Son olarak İtalya’nın başkenti Roma’nın yaklaşık 70 kilometre doğusunda bulunan Collepardo kasabasındaki Certosa di Trisulti Manastırı’nı kendine mesken tutan Bannon, burada kurduğu “Hristiyanî-Yahudi Değerler Akademisi”nin Avrupa popülistleri için bir “Gladyatör Okulu” şeklinde hizmet vereceğini açıkladı. Matteo Salvini ve Marine Le Pen’le çok sık görüştüğü bilinen Bannon’un sırtladığı “popülistlerin akıl hocası” unvanıyla Avrupa’yı bir “bahara” zorlamak istediği fevkalade aşikârdır.

2017 yılındaki Fransa Cumhurbaşkanlığı seçimlerinde elde ettiği başarıyla - seçilememiş olsa dahi - Marine Le Pen Avrupa’daki sağ popülistlere kısa süreliğine bir “momentum” kazandırmıştır. Ne var ki popülistler en büyük ivmeyi şüphesiz 2018 yılındaki İtalya seçimlerinde yakalamış ve LEGA lideri Salvini’nin İçişleri Bakanı olmasıyla zirve noktasına taşımışlardır. 

Gerçekten de Salvini önderliğinde LEGA seçimlerde elde ettiği %37’lik oy oranıyla sağ popülistlere ilk defa “büyük koalisyon ortağı” ve “iktidar” olma fırsatını vermiştir. Sağ popülistlerin de kitlesel bir dalgayla iktidara gelebileceklerine ve bir koalisyon kurulacaksa bile bu koalisyonda “büyük ortak” olabileceklerine dair ciddi anlamda bir beklenti aşıladı. 

Başka bir deyişle 2017 yılında Marine Le Pen’le acıkmaya başlayan sağ popülistler 2018 yılında Matteo Salvini’yle birlikte iştahlarını iyiden iyiye kabarttılar.

2014-2019 yılları arasında Avrupa’da Brüksel, Paris, Nice, Berlin, Londra ve Barselona dâhil onlarca şehirde, onlarca DAEŞ bağlantılı terör saldırısı yaşandı. Bu anlamda söz konusu saldırıların da bir “etken” olarak önümüzdeki AP seçimlerinde rol oynayacağı sugötürmez bir gerçektir. 

Bu anlamda Suriye Savaşı’nın ve bu savaşın doğurduğu küresel etkilerin dolaylı bazı yansımalarının da, hem AP seçimlerinde hem de belki de AB’nin geleceğinde hissedilebileceği önemli bir not olarak düşülmelidir.

Son anketler üzerinden Avrupa’dan projeksiyonlar
 

app-reu.jpg

Fotoğraf: Reuters


Fransa’da bugün itibariyle anketler Marine Le Pen’in Ulusal Birlik (“Rassemblement National – RN) partisini ortalama %22,5 seviyesinde gösteriyor. Aslında bu oran, partinin 2014 yılında elde ettiği oranın (%24,86) gerisinde kalıyor. Ne var ki Fransa’daki anket firmalarının Le Pen’leri genelde 1-2 puan kadar aşağıda gösterdiği de bilinen bir gerçek. 

Bu seçimde de Le Pen’in AP listesinin birinci sıraya oturacağını tahmin etmek mümkündür. Her ne kadar Le Pen’in son seçime kıyasla belli bir oy kaybı yaşayacağı ifade edilse de, topyekûn Avrupa Birliği’ne karşı veya en azından kritik bir pozisyon benimseyen sağ popülist partilerin toplam oy oranı son seçimdeki oy oranını yakalıyor hatta geçiyor. 

Bir dönem Marine Le Pen’in “sağ kolu” olan ve fakat sonraları parti çizgisiyle ilgili tasarruflarda ayrı düşen Florian Philippot’nun başında olduğu Vatanseverler (“Les Patriotes”) partisi ilk defa katılacağı seçimlerde %2-2,5 bandında seyrediyor. Keza 2017 yılındaki Cumhurbaşkanlığı seçimlerinin ikinci turunda Marine Le Pen’le ittifak yapan Nicolas Dupont-Aignan’ın Ayağa Kalk Fransa (“Debout La France” – DLF) partisi de anketlerde %4,5-5 seviyelerinde dolaşıyor.

Geçtiğimiz seçimde söz konusu blokun toplam oy oranı %29 iken, yapılan projeksiyonlarda bu oranın (diğer küçük partilerin de dikkate alınmasıyla) %30’u geçmesi öngörülüyor.

Almanya’da AfD’nin oy potansiyeli %12 olarak ölçülüyor. 2014 yılındaki AP seçimlerinde %7,1’lik bir oran yakalayan partinin %5 kadar büyüyeceği anketlerde ifade ediliyor. Son seçimlerde Avrupa Parlamentosu’na bir üye göndermeyi başaran NPD’nin ise %1’lik eşiği geçip geçemeyeceği henüz belli değil. 

Almanya özelinde bir başka şaşırtıcı veri de ortaya çıkıyor ki, o da satirik bir hüviyete sahip olan PARTİ (“Die Partei”) partisinin %3’leri zorlayacağıyla ilgili. PARTİ’nin programında Liechtenstein’a savaş açılması gibi absürt maddeler yer alıyor. 

PARTİ ayrıca AP seçimlerine yönelik hazırladığı listede Bormann, Eichmann, Keitel, Goebbels ve Speer gibi Hitler Almanya’sında önemli sorumluluklar üstlenmiş kişilerle aynı soyadlarına sahip kişileri aday gösterdi. Oluşumun nasyonal-sosyalist ideolojiyle hiçbir ilişkisi ve ilgisi bulunmamasına karşın “kara mizah” adına bu tarz bir girişimde bulunduğu paylaşılıyor.

İtalya’daki koalisyon ortakları LEGA-5 Yıldız Hareketi ikilisinin ise toplam oy oranları %50 bandına yaklaşmış durumda. Avrupa’da sağ popülizmin tartışmasız lideri olan Matteo Salvini’nin bu seçimlerden de büyük bir zaferle ayrılması doğal karşılanacaktır. 

İtalya’da ayrıca Yeni Güç (“Forza Nuova”), “CasaPound Italia” (ünlü şair Ezra Pound’un isminden ilham alınarak kurulmuştur) ve İtalya Kardeşliği (“Fratelli d’Italia” – FI) gibi irili ufaklı milliyetçi (bazen neo-faşist) ve popülist partilerin muhtemel oy oranları da göz önünde bulundurulduğunda AB karşıtı sağ partilerin oranı İtalya’da ezici bir çoğunluğa ulaşıyor. 

Yeni Güç lideri Roberto Fiore 2009 yılındaki AP seçimlerinde seçilmeyi başarmış ancak 2014 yılında yeniden seçilememişti. İtalya’nın Kardeşliği ise Mayıs ayındaki AP seçimleri için Benito Mussolini’nin küçük torunu Caio Mussolini’yi listelerinden aday gösterdi. Yaklaşan seçimlerde LEGA ve 5 Yıldız Hareketi’nin yanı sıra İtalya Kardeşliği ile eski MSİ’nin mirasçılarından sayılan CasaPound’un da Avrupa Parlamentosu’na üye göndermesi beklenmedik bir gelişme olmayacaktır.

Her ne kadar İspanya’da VOX Nisan ayındaki erken seçimlerde %13 gibi oldukça yüksek bir oranı fethetmişse de, AP seçimleri için anketler VOX’u %8-9 seviyesinde gösteriyor ki, aslında bu oldukça ilginçtir. AB kurumlarını hedef tahtasına oturtan bir partinin içeride AP seçimlerinden daha yüksek oy alması diğer örneklere nispetle bir istisna teşkil ediyor. 

İspanya’da milliyetçi falanjistler de uzun zamandan sonra ilk defa AP seçimlerine giriyorlar. Her Şeyden Önce İspanya (“Ante Todo España – ADÑ) adlı ortak listede buluşan dört farklı falanjist parti Avrupa Parlamentosu’na ilk “Franco’cu” üyeyi yollamak için kampanya yürütüyor. ADÑ’nin daha önce bu tip bir seçim çalışması ve tecrübesi olmadığından psikolojik eşik olan %1’i geçip geçemeyeceği şimdilik meçhul. 

Brexit referandumunun başarıya ulaşmasının ardından UKİP’teki görevinden ayrılan Nigel Farage süreçte yaşanan sancıların ardından Büyük Britanya’da siyaset sahnesine geri döndü. Farage bu defa seçimlere yeni kurduğu Brexit Partisi (“Brexit Party”) ile birlikte giriyor. 

Yürüttüğü agresif seçim kampanyasının meyvelerini anketlerde şimdiden toplayan Farage’ın listesinin sandıktan büyük bir farkla birinci çıkması şimdiden kesin gibi duruyor. Anketlerde %30’luk bir oranda konumlandığı ifade edilen Brexit Partisi’nin İngiliz Parlamentosu üyelerine ve Brexit’e karşı çıkan yöneticilere zor günler yaşatacağı kesin.

Polonya’da Yeni Sağ Kongresi (“Kongres Nowej Prawicy” – KNP), Çek Cumhuriyeti’nde Özgürlük ve Doğrudan Demokrasi Hareketi (“Svoboda a prima demokracie” – SPD), Slovakya’da Biz Bir Aileyiz (“Sme Rodina”) ve Bulgaristan’da İrade (“Volya”) gibi partilerin performansı da bu seçimlerde çok yakından takip edilmesi gerekecektir. 

Gerçekten de AP bünyesindeki dengeleri altüst edebilecek niteliği haiz çoğu yeni kurulan söz konusu bu partilerin performansına göre belki de sağ popülist partiler Parlamento’da ikinci en büyük grubu oluşturacak güce erişecektir. 

Avrupa Birliği’nin paradoksu ve “yeni kurucu babalar”

Avrupa’nın kurucu babalarının hayal ettikleri “barışçıl ve müreffeh Avrupa Kıtası” öyle veya böyle hâlâ yaşıyor ve ayakta. Burada sorulması gereken esas soru şudur: Mevcut hâliyle Avrupa Birliği daha ne kadar yaşayabilecektir?

1945 yılı sonrasında zuhur eden kurucu babalar Avrupa Birliği’nin temellerini, ABD’nin Avrupa üzerindeki hâkimiyetini azaltmak (veya en azından dengelemek) ve SSCB’nin yayılma politikalarına karşı bir set oluşturmak için atmışlardı. Oysa bugün gelinen aşamada Avrupa Birliği tasavvuru ABD’li Steve Bannon’un birleştirmeye çalıştığı ve bir kısmı Rusya tarafından finanse edilen sağ popülist partilerin iktidar yürüyüşüne tanıklık ediyor.

23-26 Mayıs 2019 tarihlerinde düzenlenecek olan Avrupa Parlamentosu seçimleri, Avrupa Birliği’nin kaderini tayin edebilecek cinsten bir seçim olabilir. Genel sonuç ne olursa olsun, Avrupa bir değişim sürecinden geçiyor ve geçecek. 

1950’li yıllarda milliyetçi ideolojiye karşı kurgulanan Avrupa Birliği çekirdeğini evvela bizzat milliyetçiler çatlattılar. Bugün ise sağ popülistler ile sistem karşıtı partiler Birliğin yapısını, değerlerini, kurumlarını velhâsıl çehresini içeriden dönüştürmek için harekete geçmiş durumdalar. 

Yolun sonu nereye varır bilinmez ancak gidişatın “yeni kurucu babalar” meydana getirebileceği artık olasılık dâhilindedir.

© The Independentturkish

DAHA FAZLA HABER OKU