Cira Garcia Kliniğinden çıkıp dışarıda beni bekleyen Tony'nin arabasına bindim. Tony -gerçek adı bu değil tabi ki- bir Kübalıdan çok Ortadoğu'luya benzeyen esmer ve kısa bir adamdı.
Birkaç medikal ürün almam gerekiyordu. Hastanede çalışanlar beni ona yönlendirmişlerdi. Karaborsa işleri yürüten oydu. Yolda giderken pazarlık yaptık.
"Peki" dedim; "sahte çıkmayacağının garantisini verebilir misin?"
Tony, dikiz aynasından bana öfkeli bir bakış attı ve şöyle dedi:
Bak arkadaş, burası Küba. Burada tek bir patron var; o da Fidel. Burada hiçbir şeyin sahtesi olmaz!
"Havana Libre"nin önünde Tony'nin küçük Asya malı taksisinden inmemin üzerinden bir hayli zaman geçti. Artık Fidel hayatta değil.
Ama tanıdığım merkez komite üyelerinden diplomatlara, askerlerden kurum başkanlarına onca Küba Komünist Partisi yöneticisi arasında Fidel hakkında duyduğum en anlamlı söz karaborsacı Tony'ninkiydi.
Fidel, Küba'nın benzersiz istisnai varlığının kanıtı ve garantisiydi. Dün, bunun aksini hiç kimse iddia edemezdi.
Bugün canlılığından bir şey yitirmeden devam eden mirası bize aynı şeyi söylüyor: Küba halen "Fidelce" düşünüp, öyle hareket ediyor.
Küba'nın özgünlüğü bundan mı ibaretti?
Yani olup biten her şey Fidel'in kendine duyduğu sarsılmaz inancın eseri miydi?
Bir ülkenin kaderinin liderin kişiliğine bu derece bürünmüş olması, kulaklara kahramanca gelse de pek iyi bir şey sayılmaz.
Onun ve ülkesinin tarihini ayrıcalıklı kılan şey sadece dışarıya karşı sergilenen direniş değildi; kendisini yarım asırdan uzun süre ABD'ye karşı tek alternatif taraf haline getirebilmesiydi.
Bu yüzden yaşadığı çağda onun kadar sevilen ya da nefret edilen bir başka lider olmadı. O tüm felaketlerin sebebi "Deccal" ya da insanlığın kurtuluşunu müjdeleyen bir "Mesih"ti.
Her iki kesimin de üzerinde mutabık olacağı bir Fidel portresi yapsak, herhalde yüzünün yarısı Batista diktatörlüğüne karşı savaşan gerilla komutanı ve ABD'ye direnen anti emperyalist lider olurdu.
Diğer yarısı ise elli yıl boyunca iktidarda kalmak için toplumu kapatan tiran.
Küba halen; basının, matbaanın, alternatif bir yayının olmadığı, tek partinin ve katı bir bürokratik idarenin kendini toplumun üstünde gördüğü, her şeyin güvenlikçi bir bakışla yorumlandığı bir ülke.
Oysa Batista'ya karşı mücadele ederken 1940 anayasasını reform, demokratik çok partili sistemin tesisi ve serbest seçimlerin sözünü veriyordu.
Bunların hiçbirisi gerçekleşmedi. Daha doğrusu gerçekleşmemesi için ABD gerekli koşulları sağladı.
Belki de bu sebepten onu acımasız bir diktatör olarak görenler bile cesaret ve kararlılığına saygı duyuyorlardı.
Hiç kimse onun kadar doğrudan ve açıkça "Amerikan İmparatorluğu"nun düşmanlığını üzerine çekmemişti.
ABD'nin tehdit ve saldırıları karşısında asla geri adım atmadı. Sayısız suikasttan ve kendisini devirme hayali kuran on ABD başkanından kurtuldu.
Bu öyle bir karşıtlıktı ki ne Komünist Bloğun yıkılması ne de Fidel'in ölümü ABD'nin düşmanlığını ve Küba'nın ona karşı direnişini kırabildi. Bu açıdan yaptığı iş hiçbir zaman kolay olmadı.
Aslında kolay bir yanı vardı.
Fidel, düşmanının zayıflıklarını iyi bilen bir entelektüeldi. Onun için fikirsel planda Batı'yı temsil eden herkes kolay lokmaydı.
Çünkü Avrupalılar ya da Kuzey Amerikalılar hiçbir zaman -bugün Venezuela'da görüldüğü gibi- Küba halkının gerçekliğiyle ilgilenmiyorlardı.
Küba'daki toplumun sancıları, özlemleri ve hayal kırıklıklarının neler olduğunu bulma zahmetine girişmiyorlardı. Onlar için önemli olan sadece siyasi takıntıları ve kültürel önyargılarıydı.
Sayısız defa Fidel'le uluslararası toplantılara katılan "Büyülü Gerçekçiliğin" usta kalemi Gabriel Garcia Marquez, şöyle bir gözlemini aktarıyor:
Barbar bir şefle tanışmaya hazırlanmış gelenlere gerçek yüzünü göstererek etkilemekten başka hiçbir şey onu eğlendirmiyor.
Haksızlık yapmayayım, Atlantik entelektüellerinin tavrı her zaman aynı değildi.
Örneğin 1957'de Herbert Matthews, New York Times adına Sierra Maestra dağlarına gidip onunla röportaj yapmasaydı belki de bugün çok az kişi Fidel'i tanıyacaktı.
O sırada Fidel'in 26 Temmuz Hareketi adaya gerçekleştirdiği başarısız bir çıkarma harekatının yaralarını sarmaya çalışıyordu.
2 Aralık 1956'da ülkenin doğusunda Los Cayuelos kıyılarına oturan ve içinde Che'nin de olduğu 82 devrimciyi taşıyan "Granma" yatı su almıştı.
İçindeki silah ve mühimmatı çıkarmaya çabalarken Batista'ya bağlı kuvvetlerce pusuya düşürüldüler.
New York Times muhabiri iki ay sonra yanlarına vardığında grupta yalnız 17 savaşçı kalmıştı. Moralleri bozuk ve dağınık durumdaydılar.
Ama ABD'de Batista'nın aşırılıklarından memnun olmayan önemli bir kesim vardı. Bu yüzden gazeteci Matthews, kalabalık ve iyi donatılmış bir gerilla hareketinin Sierra Maestra'da Batista'yı yıkmaya hazırlandığı izlenimini vermeyi tercih etti.
O tarihten itibaren Fidel "isyancı lider" olarak tanındı.
"Comandante en Jefe" yani 'Başkomutan'ın özel hayatı Küba'da en iyi saklanan sırlardan biridir. Siyasal ünü ve her daim görünürlüğüne karşın Fidel, kişisel hayatını özenle saklayan bir liderdi.
Fakat bu hiçbir şey bilmediğimiz anlamına gelmiyor.
Fidel güçlü bir erkek figürüydü. Fazlasıyla cinsel çağrışım uyandıran bir vücut dili vardı.
Her zaman bir beyefendiydi. Asla kaba bir adam olmadı. Mesela onun kaba saba konuştuğu hiç duyulmamıştır.
Toplantılarda kadınlara olan ilgisini de gizlemezdi. Bildiğimiz kadarıyla birkaçı evlilik dışı dokuz çocuğu var.
Onun hakkında düşmanları tarafından yayılmış bu saydıklarımdan çok fazla skandal vardır. Ayrıca adada halkın ağzından duyabileceğiniz dedikodular da cabası.
Yine de onunla ilgili söylenen şeyler büyük oranda sübjektif yargılar, eksik ya da yanlış bilgilere dayanır. Fidel'in şahsında yaratılan "kahraman" da çoğu zaman bir masaldan ibarettir.
Fidel, Küba Devrimi'ne öncülük eden diğer karakterler gibi sıra dışı yetenek ve kişiliğe sahiptir. Ama o tarihe rağmen yaşadığı çağı ve toplumu sürüklemiş istisnai bir lider değildir.
Ancak geriye baktığımızda rahatlıkla görebileceğimiz şey zaman ve mekan açısından sonucu belirleyen kritik aşamalarda onun yeri doldurulmaz varlığıdır.
Fidel, Alejandro Castro Ruz, lehte ve aleyhte söylencelerle kurulmuş tarihin en önemli mitlerinden biridir. Bu mitin özüne yönelik her türden sorgulama ise bizi kaçınılmaz biçimde onun kişiliğiyle yüzleştirir.
İktidarı ele geçirip ona yapışmış bir siyasetçiden çok daha fazlasıydı.
Fidel Castro ile görüşerek ilk tam biyografisini yazan anti komünist gazeteci Tad Szulc, onu şöyle tanımlamıştı:
O tarihteki en önemli diktatörlerden biriydi. Fakat Latin Amerika ve Soğuk Savaşt'aki etkisi çok büyüktü. Unutulacak birisi değil.
Fidel'le ilgili dost düşman herkesin kabul ettiği bir gerçek varsa, o da liderlik yeteneğidir. Kitleleri ardından sürükleme, toplumun öncü kesimlerini ikna etme kapasitesi en yüksek liderlerden biridir.
Onun liderliği daima bir ahlak zırhıyla örülüydü. Bu zırh sadece varlığını kuşatmıyor aynı zamanda ülkeyi liderin belirlediği "kutsal" amaçlara doğru yöneltiyordu. Söz konusu kutsal değerlerin başında da özgürlük ve adalet vardı.
Fidel'in elinde bu değerler toplumu yönetmek için gerekli bir dümene dönüşüyordu. Kutsal değerlerin insanları yüksek amaçlar uğruna, canları dahil her türden fedakarlığa motive ettiğini gittiği Cizvit Okulu'nda öğrenmişti.
Onun liderliğinin gücü de bir ölçüde buradan geliyordu: İnsanları, idealleri için ölüme meydan okumaya ikna etmeyi erken yaşta öğrenmişti.
Henüz 26 yaşında milletvekili adayı bir avukatken Batista'ya karşı silahlı mücadeleye girişti. Başarısız Moncada Kışlası Saldırısı'nı yönetti.
Ayaklanmaya katılan 131 gençten 55'i öldürüldü.
Eylemden sonra ordu Santiago de Cuba'da büyük bir operasyon başlattı. Onları bulan astsubay Pedro Sarria'nın Fidel'in öldürülmesini engellediği bilinir.
Hikayenin daha az kişi tarafından bilinen yanı ise Santiago Baş Piskoposu Enrique Perez Serrantes'in saldırıdan sağ kalanları ordunun katletmesine engel olmak için harcadığı çabadır.
Hemen hiç bahsedilmeyen şey ise Fidel'in diktatör Batista'nın Ulaştırma Bakanı Rafael-Diaz Balart'ın kızıyla evli olduğudur. Ayrıca yine eşi tarafından İçişleri Bakan yardımcısıyla da akrabadır.
Castro kardeşler yakalanan 28 eylemci arasındaydılar. Fidel 15, Raul 13 yıl hapse mahkum oldu.
İnsanlık binlerce yıldır kutsal saydığı kişilerin zor anlarındaki mucizevi kurtuluşlarına dair öyküler anlatır. İşte "Fidel'in Moncada'dan Kurtuluşu" da aslında bu çok bilinen bir anlatının onun hayatına uyarlanmasından ibarettir.
Fidel'i kurtaran ise gerçekte kilise ve nüfuzlu akrabalarıdır. Zaten onun 22 ay gibi kısa bir sürede hapisten kurtulması da kayınbabası Rafael Diaz Balart'ın mecliste yaptığı konuşma sonrası çıkarılan afla mümkün olabilmiştir.
Dava sayesinde bu cesur genç avukat tanınmıştı. Zengin bir aileden gelen zeki ve bilgili bir liderdi. Onun tutkulu konuşmalarını dinleyen herkes etkisinde kalıyordu.
Fakat başlangıçta yoksulların değil Batista'dan canı yanan zenginler ve aristokratların dikkatini çekmişti.
Bugün Küba'daki rejimden kaçanların sığınağı olan Florida, o zamanlar Batista'nın muhalifleriyle doluydu. Hapisten çıkan "26 Temmuz Hareketi" lideri başlatacağı savaşın finansmanını buradaki zenginlerden aldı.
Aslında onun başlangıçtaki önerisi "her şeyi kendi tarzında" yapmaktan ibaretti. Bununla beraber sayısız yerde "komünist olmadığına" dair taahhütler verdi.
Bunlardan birinde, Washington'daki Amerikan gazete editörleri toplantısında şöyle demişti:
Komünizmle ilgili olarak sadece diyebileceğim şey, ne bir komünistim ne de komünistler ülkemde belirleyici bir güç. Bu komünist değil hümanist bir devrim.
(17 Şubat 1959)
Fidel'in sırf iktidar hırsı sebebiyle Küba'yı komünist kampa sürüklediği iddiası pek gerçekçi durmuyor. Zira devrimi radikalleştiren o değil iktisadi durum, sınıfsal dengeler ve emperyalizmin baskısıydı.
Küba halkı devrime giden süreçte tam anlamıyla proleterleşmişti. Zincirlerinden başka kaybedecek bir şeyi olmayan bu ulusun kamulaştırma gibi radikal hamlelere destek vermesi şaşırtıcı değildi.
Üstelik bu politikaları gözünü kırpmadan uygulayacak dipdiri savaşçı bir kadro Fidel'e bakıyordu. Kübalılar kaybettikleri ulusal zenginliklerine kavuşmak için onu cesaretlendirdiler. O da bunu emperyalizme karşı bir meydan okumaya dönüştürdü.
Yine de genel kanının aksine Fidel Castro bir maceracı değildi. Evet, şansını sonuna kadar zorlardı; ama hayatındaki herhangi bir meydan okumayı güçlü bir desteğe dayanmaksızın başlatmadı.
Onun başından bu yana kafasındaki plan Sovyetlerin desteğini çekme üzerine kuruluydu. İki sebepten ötürü:
İlki, ABD'nin özelde Küba ve genelde Latin Amerika politikalarının temelinde mandacı bir mantığın yatmasıydı.
Hatırlanacağı gibi Küba 1899'da ABD tarafından işgal edilmiş ve sonrasında manda yönetimine girmişti. Bu tarihsel geri plan ABD'nin Küba'ya patronluk yapma arzusunu besliyordu.
İkincisi, elbette Castro kardeşlerin uzun yıllardır Sovyetlerle bağlantıları vardı. Kardeşi Raul 1953'te Moncada Saldırısından önce Sosyalist Gençlik üyesi olarak Viyana ve Bükreş'teki Uluslararası Sovyet Gençlik buluşmalarına katılmıştı.
22 yaşındaki Raul bu ziyaretlerinde gelecekte KGB'nin başına gelecek olan Nikolay Leonov'la tanışacaktı.
Tesadüf odur ki Sovyet ajanı Leonov tam da Castro kardeşlerin Meksika'da sürgünde bulunduğu 1955 yılında bu Aztek ülkesinin başkentinde akademik eğitim almaktadır.
Küba'nın Sovyetler için öneminin artmasıyla Leonov'un KGB içindeki yükselişi arasında bir paralellik vardır.
Hiç kuşkusuz ki Küba Sovyetlerden sayısız yarar gördü. Bugün Küba'da ayakta duran yol, köprü, okul, tiyatro salonu, sinema hemen her şeyin SSCB'nin desteğiyle yapıldığını söylemek abartı olmaz.
Ayrıca Sovyet danışmanları kendi rejimlerini mükemmel biçimde Küba'ya adapte ettiler. Böylece parti örgütlenmesi, bürokrasi, yargı, ordu, istihbarat, eğitim ve sağlık gibi diğer tüm kurumlarla uyumlu bir bütün oluşturdu.
Ancak manzara şu ki ABD mandasını şiddetle reddeden Küba, Sovyetlerle ilişkisinde benzer bir tuzağa düşmekten kaçınamamıştır.
Bunun en trajik örneği "Füze Krizi"nde Küba'nın ve dünyanın bir nükleer felaketin eşiğine getirilmesidir.
Fidel Castro, İspanyol yazar Ignacio Ramonet'le yaptığı söyleşide düştükleri durumu açıkça ifade ediyor.
Ramonet'in asıl adı "Cien Horas Con Fidel" olan ve Türkçe'ye "Fidel Castro: İki Ses Bir Biyografi" başlığıyla çevrilen bu görüşmelerde Küba lideri nükleer füzelerin ülkeye geldiğinden bile haberdar olmadıklarını iddia etmektedir.
Fidel, Sovyet yetkililerin füzelerin varlığını reddettiğini, kendisine açıkça yalan söylediklerini ifade ediyor.
Daha da kötüsü Küba yönetimi topraklarına yerleştirilen nükleer füzelerin kaldırılması için ABD'de kurulan pazarlık masasına da hiç oturmamıştı.
Fidel bu yüzden Kruşçev'i suçluyordu. Küba bu krizden hiçbir şey kazanmamıştı.
Sovyetlerle ilişkili bir başka konu da Afrika ve Latin Amerika'da Küba'nın yürüttüğü askeri müdahalelerdi.
Küba ordusu "Fuerzas Armadas Revolucionarias" FAR, önce Sovyet yanlısı Etopya ve Yemen güçlerine destek için savaştı.
Sonra Angola'da uzun bir savaşa girişti. O tarihte bu batı Afrika ülkesi Portekiz'den bağımsızlığını yeni kazanıp iç savaşa sürüklenmişti.
1974'te Agustinho Neto liderliğindeki bağımsızlık hareketi MPLA Sovyetler Birliği'nden yardım istedi. Ruslar elinde nükleer bomba bulunan Güney Afrika ırkçı rejimiyle karşı karşıya gelmeyi istemiyorlardı.
Ayrıca bölgeye doğrudan bir Sovyet müdahalesi Batının tepkisini doğuracağından Küba üzerinden bunu gerçekleştirdi.
Sayıları tam olarak bilinmese de 1989'a kadar süren savaşta toplam 300 bine yakın Küba askeri Angola için mücadele etti. FAR üç bin dolayında asker kaybetti.
Binlerce Kübalı muharebelerde yaralandı ve sakat kaldı. Fakat bu savaş sayesinde Küba ordusu anakarada çok büyük bir askeri deneyim kazandı ve Güney Afrika'yı yenerek savaş yeteneğini kanıtladı.
Angola ölçüsünde olmasa da Nikaragua ve Grenada'da Sovyetlerin hesabına müdahalelerde bulundu.
Gerçi Latin Amerika bölgesi Küba'dan sorulurdu ama burada Sovyetlerin desteği olmaksızın ne savaşı finanse etmesi ne de silah-mühimmat edinmesi mümkündü.
Nikaragua'da Küba'nın desteklediği "Sandinist Hareket" zafere ulaştı. Ama Venezuela sahillerine yakın Britanya Milletler Topluluğu'na bağlı küçük bir ada devleti olan Grenada'da savaş 638 Küba askerinin Amerikan donanmasına esir düşmesiyle sonuçlandı.
25 Ekim 1983'de gerçekleşen muharebede 700 mevcutlu Küba Askeri Birliği, ABD kuvvetlerine fazla direnemeden teslim oldu.
General Pedro Tortolo komutasında diz çöken birlik 1984'te Havana'daki 1 Mayıs geçit töreninde "Grenada Kahramanları" pankartının ardında yürüyordu.
Fidel tarzı bir liderliğin sürdürülebilmesinin tek yolu da buydu sanırım: Yenilgileri bile zafer olarak insanlara kabul ettirebilmek.
Hiç şüphesiz Fidel birçok açıdan istisnai bir yere ve üstün özelliklere sahip bir liderdi. Küba halkı onun liderliğinde tarihlerinin en büyük kahramanlıklarını sergiledi.
Peki, Küba tüm bu dış savaşlarda ne kazandı?
Bunca bedel büyük insanlık ideali için mi ödendi?
Yoksa özgürlük ve adalet tutkusuyla yanıp tutuşan bir ulusu disipline etmek için mi?
Fidel Castro, 1953'te Moncada Baskını davasında yargılanırken savunmasının başlığını "Tarih Beni Beraat Ettirecektir" koymuştu. Ve tarih Batista'ya karşı onu beraat ettirdi.
En büyük meydan okuması ne Batista'yı devirmesi ne de "Füze Krizi"nde ABD'nin nükleer tehdidine kafa tutmasıydı: Sovyetlerin çöküşüyle beraber tüm yaşam kaynakları kesilen ve ABD kuşatmasında açlığa mahkum edilen ülkesini ayakta tutmayı başarmasıydı.
O şartlarda bile halkçı ideallerinden ödün vermedi. Bütçesinin yarıdan fazlasını sağlık ve eğitime ayırdı. Dünyanın en iyi kent tarımcılığıyla sebze-meyve ihtiyacını karşıladı.
Elindeki az kaynakla dünyanın sayılı biyoteknoloji endüstrilerinden birini yarattı.
Her şeyden önemlisi bir sosyalizm projesinin ve antikapitalist bir düzenin, ABD'nin 90 mil açığında gerçekleştirilebileceğini kanıtladı.
Fidel uzun zaman önce özgürlük davasının adamı olarak kendini tarihe yazdırdı. Aradan geçen 60 yıl bile onun bu imajını silemedi. Ve artık ölümsüzler arasında yerini aldı.
Şimdi yarattığı tecrübeler üzerinden bizimle konuşuyor.
Daha çok uzun süre de konuşmaya devam edecek.
*Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Independent Türkçe'nin editöryal politikasını yansıtmayabilir.
© The Independentturkish