Leyla penceresinden (2)

Prof. Dr. Mehmet Çelik Independent Türkçe için yazdı

Fotoğraf: AA

"Bana da bu yapıldı işte" diye devam etti Leylâ:

Ruhlarımız yaratıldığında ikrar verip kavilleştik Kays ile... Henüz Mecnûn denilmemişti ona. O Kays idi... Ben Leylâ.


Sözleşmiştik dünyada buluşacaktık. Buluştuk da çölün yasası gereği ben ondan sonra gelecektim ve sonrasında gidecektim.

Zaten erkekler kadınlardan önce gelip önce gitmezler mi? Kadının anlamı sonradan gelen değil mi?

fazla oku

Bu bölüm, konuyla ilgili referans noktalarını içerir. (Related Nodes field)

Havva, Adem'den sonra geldi... Ona oğullar verdi acılarını aldı. Kovulmuşluğun sancısını içinde hep barındıran o değil miydi?

Ya doğum sancısı çekmek... Toprak adamın büyük düşüşüne katlanmak...?


Bize de böyle oldu işte! Mecnûn'un ruhu benden birgün önce indi çöle, çölü hazırlamaya yeni bir sevdanın başlangıcına...

Çölün derinliğindeki sevdalar, bize yer açmak için kumları tepretti yerinden; vahalarda çiçekler renk değiştirdi. Kuyularda bekleyen sular coşup yer üstüne çıktılar. İndik bir gün arayla yeryüzüne o benden önce gelmişti.

Demiştim ya erkekler önce gelir önce gider diye... Yine öyle oldu... O inince yeryüzüne beni bekledi. Bir gün sonra ben gönderildim, onun alınyazısına eklenmiş bir şerh, bir açıklama gibi...


Ruhlarımız inince beden kafesine, büyümeye başladığımızı zannetti ebeveynlerimiz. Oysa biz biriktirdiğimiz ölümlerden çölde yeni bir sevda oluşturmak için acele ediyorduk sadece...

Öyle de oldu... Çölün dilini öğrendik diye okula verdiler bizi... Aşk kitabının fani sayfasına orada başladık... Benim resmimi çiziyordu sürekli önündeki ceylan derisinden tabakaya Mecnûn.

Alfabenin sadece benim adımda geçen harflerini öğrenmişti. Hesap derslerinde öğrendiği ise; Leylâ + Leylâ=Leylâ; Leylâ - Leylâ = Leylâ; Leylâ x Leylâ = Leylâ'dan ibaretti.

Bölme, öğrenmeyi reddediyordu. "Leylâ'dan başka dünyada ne var ki onu niye böleyim, kiminle bölüşeyim; Leylâ'yı bölmek şirk değil mi?" diyordu.


Anlaşıldı artık onun bana sevdası, benim ona sevdam...

Çölde dolaşan yalnız; rüzgarlar, kervanlar ya da ceylanlar değil... Asıl dolaşan rivayetlerdir. Dolaşmaya başladı aşkımıza dair rivayetler... Dolaştıkça genişleyen rivayetler...

Dedim ya Mecnûn'un işi kolaydı... Sorguya çektiler bizi...

 "Doğru mu Leylâ'ya aşık olduğun?" diye sordu hocamız Mecnûn'a:

"Leylâ" dedi Mecnûn.

"Siz daha çocuksunuz, büyüyüp ergen olmadan bu tür işler ayıp değil mi?" dedi.

Mecnûn:

"Leylâ" dedi.

"Sen hangi aşirettensin?" diye sordu.

Mecnûn:

"Beni Leylâ" dedi. (Leylâ oğulları)
 

İşte o zaman da bana düştü bütün yük... Onun adına yemin etme işi... Yalan söyleyip sevdalanmadığımı söylemek işi…

Çöl kendi zaman dizgesinde yaşamaya devam ede dururken beni okuldan aldı ebeveynim. Kays, artık Mecnûn olmuştu. Aşkı durum değiştirmiş, rahatlatmıştı onu...

O benim adımı söyleyip gezerken, benim onun adını anmaya bile hakkım yoktu... Adı içimde büyüdükçe büyüyor her nefesim bir sancıya dönüşüyordu.

Yıllarca böyle devam edip gitti. Mecnûn çölde ceylanlara benim adımı öğretmekle meşguldü. Söylüyor ve ağlıyor.

İçindeki ateş, gözünün yaşıyla sönüyordu zaman zaman. Ya da hafifliyordu. Bense ondan uzakta kalbimdeki sevda çocuğunu doğuramamanın sancılarını çekiyordum.


"O, aklını yitirip, beni kendi içinde bulmuşken, ben hem ona hem kendime yanıyordum. Bizim kavuşamamıza üzülen Ebu Nevfel'in kabilemize açtığı savaşta da önce gelen erkekler, kılıçlann keskin ağızları altında ölüp gittiler, kadınlarından önce...

Bunun azabını çekmek yine bana düştü..."

Şimdi anladın mı anlatıcıların bana haksızlık ettiklerini söylemekle ne kastettiğimi?...


Şahin Hoca'nın, bu kadim hikayeyi bir de Leylâ'nın ağzından başından sonuna kadar yazmayı düşündüğünü zannediyordum.

Ama sözü burada bitiriyordu... Leylâ'nın dönüştüğü çiçek ne olmuş, Şahin Hoca neden konuyu burada bırakmıştı acaba?

Bunları düşünerek acaba ileriki sayfalarda konuya dönecek miydi? Ben bu düşüncelerle okumaya devam ederken faslın değiştiğini anladım.

Şahin Hoca konu değiştirmişti:

Sana sırdan sorarlar. Onlara de ki: Sır sedefın inciyi kusmamasıdır. Gökyüzü sedefın içine sırrını yağmur tanesiyle bırakır. O da onun etrafına kendi bedeninden parçalarla bir hazine sandığı örer.

Cânı pahasına içinde tutar onu. Ya da denizin bahşettiği bir kum tanesi de sedef için cânıyla koruyacağı bir emanete dönüşür. Emanetin bir değeri yoktur. Onun önemi emaneti verenin azizliğidir.

Gökyüzü sana sözünü indirdiyse bir yağmur zerresinde, ya da deniz bir kum tanesinde artık onu korumak için etrafında Çin Seddi örsen ancak eda edebilirsin o cömertliğin pahasını, şükrünü...


Çünkü bir sır hep hatırlanmak ve hiç söylenmemek içindir...


Şahin Hoca'nın sırra yüklediği bu manalar bana abartılı gelmişti... Çocukluğumun o mümtaz kişiliğinden ya da onun bu aklın sınırlarını zorlayan açıklamalarından onun deliliğine hükmedecekken sorunun devam geldi?

Peki, sır neden saklanır?

"Çünkü hazineleri sokaklara saçmazlar. Onun yeri hazine odalarıdır."

"Körler çarşısında ayna satılmadığı gibi, şalgam pazarında inci de bulunmaz."

Çünkü herşeyin erbabı için değeri vardır. Sırrını kimseye açma demiyorum. Sen-ben ortadan kalkınca, birlik oluşunca söyle onu.

Yoksa ağzından sırrını ateş suretinde kaçıran Ankâ ölür... 

 

 

*Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Independent Türkçe'nin editöryal politikasını yansıtmayabilir.

© The Independentturkish

DAHA FAZLA HABER OKU