İşte milli kriz derinleşerek sürüyor… Yeni Osmanlıcı-yeni İttihatçı devlet etme biçimi çözüm olmuyor (2)

Celalettin Can Independent Türkçe için yazdı

Bir önceki makalemin son cümlesinden devam edelim;

Aslında modern zamanların alt emperyalist ülkesinden öte, yeni Osmanlıcı, yeni ittihatçı, Türk-İslam milliyetçisi, güvenlikçi, devlet kutsiyetçisi, bir kanadının iç söylemlerinde 'töre devleti' amacının da dillendirildiği bir tür geçiş süreci yaşanıyor.


Evet, 'bir tür geçiş süreci' yaşanıyor.

fazla oku

Bu bölüm, konuyla ilgili referans noktalarını içerir. (Related Nodes field)

Anlaşıldığı kadarıyla Mustafa Kemal Atatürk'ün Batıyı emsal alan, müesses uygarlık düzeyini amaç edinen, çağdaş, laik, hukuk devleti esprisinden, daha doğrusu Türkiye Cumhuriyeti'nden bir başka 'cumhuriyet'e geçiş süreci yaşanıyor.

Bu cumhuriyetin ismi ne olacak, tam kestirmek mümkün değil, karar odağında olanların da bu konuda netleşmiş olduğunu ifade etmek, zorlama bir yorum olmasa da erken bir yorum olur.

Gelişen süreçte, güç dengeleri belki de isim koyma ihtiyacını ortadan kaldırır.

Ancak söylem, tarz, Osmanlı'nın son dönemlerindeki siyaset ve devlet etme biçiminin güncellenmesine tekabül ediyor.

Bu bakımdan yeni Osmanlıcı-yeni İttihatçı siyaset ve iktidar ya da 'devlet etme biçimi'nden doğru kavramlaştırma uygun düşüyor.

 
Geçiş süreci içinde yeni rejim inşa edilirken

Genel seçimlerden sonra, özellikle son bir yılda geçiş süreci artan ölçüde hızlandı.

Örneğin,

- İnfaz yasasının göstere göstere "taraflı" uygulanması rastlantı mı?

İçeride tutulanların ve salıverilenlerin kimlikleri yanı sıra Bodrum'da poz veren 'dörtlü'nün yarattığı çağrışım üzerinde bir düşünelim…
 

twitter.jpg
Organize suç örgütü liderliğinden hüküm giyen Alaattin Çakıcı, eski İçişleri Bakanı Mehmet Ağar, emekli Korgeneral Engin Alan ve emekli Albay Korkut Eken Bodrum'da bir araya geldi / Fotoğraf: Twitter


- Baro yasası 'bölme yasası' mı sadece?

1838 Tanzimat Fermanı, batılılaşma çerçevesinde şeri hukuka paralel -kısmen- seküler hukuku getirmişti. İki yüzyıla yakın bir süre sonra, tersinden benzeri model üzerinden yürünüyor gibi.  

- Mustafa Kemal'in Ayasofya'yı müze yapması akıllıcaydı. Böylece İslam'a aykırı bir tutum içine girmemiş olduğu gibi ulusal ve uluslararası ilişkileri ve dengeleri kollamış oluyordu. Turist ve döviz akışı da cabasıydı.

Ayasofya'nın camiye dönüştürülmesini ise, çekirdek oyları toparlama ve yeni kurulan Gelecek ve DEVA gibi partiliere dağılmasını engelleme, dünya ve Ortadoğu ölçeğinde İslam dünyasına mesaj verme yanı sıra, bir türlü kırılamayan Atatürk kültünün kırılması atağı olabileceği üzerinde de bir düşünelim.

- Kadın taciz, tecavüz ve cinayetlerinin engellenemeyişi bir yana, katlanması, mahkeme kararlarının caydırıcılıktan uzak olması, kadının eve kapanması sonucunu yaratma anlamına gelmiyor mu?

Kadını taciz, tecavüz ve cinayete karşı koruma amaçlı, İstanbul Sözleşmesi'nin kaldırılmasının başka bir sonucu var mı?

- Türk Tabipler Birliği gibi on binlerce doktor üyesiyle koronavirüse karşı halkın sağlığı mücadelesi veren, halka güven duygusuyla misyonu gereği süreci şeffaf yürütme çabası içinde olan bir kamusal kuruluşla bile oynanmaya başlandı. 

Yani bu düzeyde bir halkın sağlığından, adaletten ve hukuktan uzak bir siyasetin, aslında neyin siyaseti olduğuna dair sorgulanmayı hak etmiyor mu?

Bütün bu örnekler "eski" denilen müesses nizamın kurumlarının doğrudan ya da dolaylı olarak, 'içini boşaltma' ve 'işlevsizleştirme' yolu ile tasfiyesi anlamına gelmiyorsa, ne anlama geliyor?..

...


Muhalefet ne yapıyor?

Muhalefet bu uygulamalara itiraz etmiyor değil, ediyor.

Ancak…

Parlamentarizmin -etkisi sınırlanmış- dar sınırları içinde itiraz ediyor. Bu birincisi.

Bir düzen değişikliğiyle, bu bağlamda bir geçiş süreci ile karşı karşıya olmakla birlikte, temelde değişen bir şey yokmuş gibi normali yaşıyormuş gibi klasik muhalefet yapıyor, bu ikincisi.

Her uygulamaya 'eski' düzende yaptığı gibi 'anayasaya aykırı', 'demokratik değil' biçiminde demeçler vermekten, konuşmaktan başka, sınırlı sayıda katılımlı mitingler düzenliyor.

Halbuki düzen değişiyor ve tamamlanması hedeflenen bir geçiş süreci yaşanıyor.

...

Bilelim ki geçiş sürecinin devre başındaki irade, değiştirmeyi dayattığı düzenin anayasasını ve yasalarını tanımıyor.

Güçler dengesi uygun düşerse 'eskiyi' silip süpürmesi işten bile olmayacak.

Ancak yeterince uygun olmadığından, türlü manevralarla, kuvvetler ilişkisine göre 'ileri-geri adımlarla', yani 'helezonik' çizgide ileriye doğru mevzi kazanarak ilerleme tercih ediliyor.

Kısacası geçiş süreci yeri geldikçe anayasa ve yasa tanımamazlığa tekabül ediyor.

'Kabullük' hali ise, an'ın kuvvetler ilişkisiyle ilgili olduğundan, istisnai oluyor.

İşte en son yeni düzenin anayasaya aykırı uygulamaları, kendilerinin seçtiği Anayasa Mahkemesi'nin sınırlarına takıldıki mahkeme üyelerine karşı bir tavır geliştiriliyor.

 
Milli kriz sürüyor...

Bu ülkede milli kriz bünyesel olarak hep vardı, var oldu.

Başka bir ifadeyle dönemsel olarak yumuşayan ve artan biçimde, ekonomisinden, sosyal-kültürel hayatına, siyasetine ve devlet etme biçimine kadar sürekli bir milli kriz içinde oldu.

Ancak çok eski olmayan zamanlarda 'ip' askerin elindeydi. Asker, milli krizin her derinleştiği, kendince devletin 'kırmızı çizgilerinin' her yıprandığı ya da aşıldığı durumlarda, darbelerle bu gibi çizgi dışı gelişmeleri kontrol altına aldıktan sonra kışlasına dönerdi.

27 Mayıs 1960, 12 Mart 1971, 12 Eylül 1980 darbesi buydu. 28 Şubat 1997 postmodern darbesi de bir yerde buydu.

Ancak 21'nci yüzyılın başlarından itibaren başka bir gelişme ortaya çıktı.

Yazılması başlı başına bir çalışmanın konusu olabilecek gelişmeler içinde, bir biçimde siyasal İslamcı siyasetler iktidar oldu, içeride ve dışarıda siyasal İslamcı ittifaklar kuruldu, askerin belirleyici gücünü kırdılar ama sonrasında iktidar paylaşımı hırsıyla birbirine darbe yaptılar…

Ülke milli kriz içindeydi.

Ancak bu krizden halkçı/devrimci bir iktidar arayışı çıkmayınca, çıkış yolu siyasal İslamcı iktidarlaşma kavgasının sonuçlarına kaldı.

Siyasal İslam'ın bir kanadı süren milli krizi, Amerikancı/faşizan bir darbe girişimi ile aşmayı ve tek başına iktidar olmayı deneyecekti.

Bu uğursuz darbe girişimi, krizin daha bir derinleşmesini getirdi;

Darbe girişimi, öncesinde olduğu gibiyeni Osmanlıcı iktidarlaşma sürecini tamamlayabileceğinin getireceği sevinci ile "Allah'ın lütfu" olarak selamlandı.

1930'ların tek lider, tek ideoloji, tek parti türünden, tekçiliği ve muhalefetsizliğini özleyen İttihatçı 'derin muktedirler' içinse tarihsel bir fırsat olacaktı darbe girişimi.


Sözün özü

Darbeler ve karşı darbeler çözüm olmadı, olmuyor.

Yeni Osmanlıcı-yeni İttihatçı siyaset ve devlet etme biçimi de çözüm olmadığı gibi milli krizden çıkışı daha bir olanaksızlaştırıyor.

İşte milli kriz derinleşiyor...

 

Halk kendi öz çözümüyle baş başa...

Çözüm halkta...

 

 

*Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Independent Türkçe'nin editöryal politikasını yansıtmayabilir.

© The Independentturkish

DAHA FAZLA HABER OKU