Toprağa güvenmek

Prof. Dr. Mehmet Çelik Independent Türkçe için yazdı

Fotoğraf: Pixabay

Rızka sebep olan toprak
Gözlerine dolar bir gün

Seyrânî


Ateşten söz ediyorduk. Ateşin yüklendiği o yakıcı anlamlar üzerinde dolaşıyorduk.

Derken Seyda, şöyle dedi:

Allah'ın rahmeti gazabını aşmıştır.


O yüzden Kur'an'da Cennet’in sekiz adı anılır, Cehennem ise yedi isimde kalır. Bundan dolayı bazı gönül erleri, cehennemin sonlu olduğuna kanaat getirmişlerdir. Kim bilir belki de...?

"Bütün bunlar için ölüm gerekli değil mi, ölüm sevdanın neresinde?" dedim.

"Onu toprak bahsine saklayamadın mı?" dedi;

"Madem sabredemedin söyleyeyim: Ölüm mutlak hakikattir. Ölüm, yeşermek üzere toprağa ekin ekilmesi gibidir. 'Sen toprağa hangi tohumu attın da toprak onu yeşertmedi? İnsan tohumuna güvenin yok mu?' diyen bilge toprağın anamız kadar aziz ve doğurgan olduğunu bilmiyor muydu?

"Toprak sizden bazı şeyleri, yutar, bazılarını yutmaz" diyor Yüce Kitap...

O halde biz toprağın rahminde yeniden yeşereceğimiz güne kadar uyuyacağız. "Kalk" emrine kadar...

Sonra Rabb’im ölümü de öldürecek, oradan kesintisiz bir hayata başlayacağız."


"Ama ölmek acı bir şeydir yine de" dedim.

"Doğru" dedi;

"Allah'ın huzuruna çıkmak çok zordur. Hele hele zulm ile öldürülmüş ise kişi... Rivayet ederler ki Hz. İsa bir testi satın aldı bir gün bir testiciden... Bir pınara vardı. Testiyi suyla doldurup içti. Su acıydı.

Döktü suyu; yeniden doldurdu. Su yine acıydı, İsa pınarın suyunun acı olduğunu zannetti. Suyu bir de avucuna doldurup içmek istedi... Testi dile geldi:

'Ben haksız yere öldürülmüş bir adamın toprağından yapıldım. Üzerimden yedi kere su geçti; ama ölümün acısı hâlâ içimden çıkmadı' dedi.


"Toprak, küllî ruhun tenezzül ettiği ilk madde değil mi? Adem'i balçıktan yaratan Rab, ona kendi ruhundan üflemedi mi?

O halde toprak yok edici değil saklayıcıdır. Toprakla nöbetleşir her insan... Önce o toprağın üstünü olur, sonra da toprak onun üstünü...

O yüzden 'Gülü yeşertmenin yolu toprağın yüzünü yırtmaktan geçer' diyor, bir bilge."


"Ama" dedim; "Üstâdım! Erenlerin çoğu ölümsüzlüğün yolunun topraktan geçtiğini söylemelerine rağmen ben hâlâ ölümden, toprağın altına girmekten korkuyorum. Bunu nasıl izah edeceksiniz?"


"Seni korkutan ölüm değil, neyle karşılaşacağını bilmemen" dedi.

"Yoksa ölüm seni yaratıldığın ilk andaki saflığına, temizliğine götürmekten başka ne yapar ki? Mevlânâ, hayatın devr-i daiminin topraksız olamayacağını bak nasıl izah ediyor:

Toprak idim; nebat oldum.
Nebat idim; hayvan oldum.
Hayvan idim; insan oldum.
Yeniden toprak olacağım
Neden üzüleyim ki ben"


Üstâd sonra Yunus Emre'nin şu mısralarını okudu:

Ölümden ne korkarsın; korkma ebedî varsın
Ölür ise ten ölür; cânlar ölesi değil.


Sonra bana dönüp; "Sesin güzeldir, Âşık Veysel'in 'Benim sadık yarim kara topraktır' türküsünü okusana" diye emretti.

Türküye gah başını sallayarak gah el çalarak eşlik etti...

Bir haftalık iştiyak günlerimin sonuncusu da sabahla birlikte sona eriyordu.

Su, hava, ateş, toprak...

Kiminin dört unsur; kiminin dört anasır (anasır-ı erbaa) diye adlandırdığı bu kavramlar beni diyardan diyara sürüklemişti.

Nuh'un Tufân'ını yaşamış, İblis'in azabını, Mevlânâ'nın coşkusunu tatmıştım.

Yunûs ile dergaha odun taşımıştım.

Ruhumun yavaş yavaş huzura doğru evrildiğini; kırk yaşına doğru yol aldığım o günlerimde yanımda bir mürşidimin varlığından ne kadar hoşnut olduğumu hissediyordum.

Sonra Ehmedê Xanî’nin şu dizelerini okudu:

Yarî û birayî û muwaxat
Nabit bi riyaî û meqalat

Yarî ne hêsanî ye, cefa ye
Meqsud-i ji yarîyê wefa ye

Axir  tu eger nekî wefayî
Ewwel mede ber xwe wê cefayê

Dostluk,kardeşlik kardeşliğe kabul
İki yüzlülükle, sözle olacak şey değil

Dostluk kolaylık değildir; cefadır
Dostluğun amacı. maksadı vefadır

Sonunda göstermeyeceksen vefa
Baştan kendine de etme sen


"Bunlar ulu bilgenin nasihatleri" dedi;

Unutma ki sen de birçokları gibi bu yolda sadece kendini ikna etmek için uğraş veriyorsun. Bulduğun her ateşi güneş sanma belki de o, bir ateş böceğidir.


Her yolun bir sonu olduğu gibi, her hazzın da bir sonu vardır.

Müstesna bir haftadan sonra İstanbul'a döndüğümde anladım ki ben artık "Merkep ayağı izinde su görüp, derya gördüm" sananlardan olmayacaktım.

Bir üç aylık zaman geçmişti. Üstad, bir gün beni arayıp, beni özlediğini İstanbul'a geleceğini söyledi.

Yağmurlu bir ekim gününde havaalanından aldım onu. Ne güzel, kaldığımız yerden devam edecektik!

 

 

*Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Independent Türkçe'nin editöryal politikasını yansıtmayabilir.

© The Independentturkish

DAHA FAZLA HABER OKU