Ev sinemasından vizyona bu hafta: Postmodern bir diktatörlüğün yükselişi; Bina

Bina; her bir katın farklı bir sosyal tabakayı temsil ettiği bir apartmanda görevli olarak çalışan Mehmet'in binadaki bazı gariplikleri fark etmesiyle birlikte başından geçenleri anlatıyor

Medyanın her geçen gün tekelleştiği günümüzde bu sorunun etkileri dünyanın her yerinde ortada, ancak özellikle bağımsız medyanın kaderinin giderek trajik bir hale dönüştüğü Türkiye'de elbette bu konu daha da endişe verici bir boyuta ulaştı.

Geçmişten günümüze otoriter hükümetlerin giderek artan despotik yönetimlerin medyayı kitle manipülasyonu amacıyla kullanma girişimleri ne ilk ne de son.

Çağdaş bir dünya portresi çizilirken ülkelerin medyaları aracılığıyla kendi devlet propagandalarını yapmaları ve gerekçelerle sansürü normalleştirmeleri kabul edilmese de bir gerçek.

Bu otoriterlerin, müdahalelerini haklı göstermek amacıyla önümüze koydukları "sahte haber" olgusuna karşı uyarıda bulunanlar, gerçekte bu tekelleşme sonucunda kitlelere düzenli olarak servis edilen şeyin tam da önümüze gerekçe olarak koydukları şeye doğru dönüştüğü gerçeğini bir türlü kabul etmek istemiyorlar.

Son yıllarda yüzlerce medya kuruluşunun kapanması, muhalif görüşleri nedeniyle gazetecilerin hapislere atılması ve bu baskıyla gazetecilerin hükümet yanlısı bir çizgide durmaya zorlanması ne yazık ki tüm dünyada vatandaşlarını "tek vücut gibi hareket edecek" ve "ideal düzeni" koruyacak bir topluluk haline getirmeyi amaçlayan postmodern diktatörlerin yükselişini gözler önüne seriyor.

Haliyle direnişin beyhude olduğu böylesi bir yükselişte sistemin içindeki herkes; endişeleri, umutları ve hayalleri olan tüm bu insanlar medyamızı kontrol eden bu otoriterlere nihayetinde istese de istemese de bir şekilde yardım ediyor.

Devletin ideolojisini takip ederek otorite herhangi bir şeyi kaldırmadan önce kendi oto-sansürünü uygulamaya başlayan bu yeni düzenin insanları toplumun her ne kadar tembel ve kayıtsız olabileceğine dair bir metafor olsa da böylesi bir toplumda şüphe duymayan vatandaşlar var olan böylesi güçlerin nihayetinde kurbanı oluyor.


Postmodern bir diktatörlüğün yükselişi; Bina

Yönetmen: Orçun Behram / Oyuncular: İhsan Önal, Gül Arıcı, Levent Ünsal, Enis Yıldız, Işıl Zeynep, Elif Çakman, Murat Sağlam, Eda Özel, Mert Toprak Yadigar / Süre: 115 dakika
 


Bu hafta sinemalarda gösterime giren Bina; belli ki kaliteli bir yaşam vadeden bir dönüşüm projesiyle gelişmekte olan fakat gelişmeye fırsat bulamadan çürümeye başlayan bakımsız ve eski bir sitede, her bir katın farklı bir sosyal tabakayı temsil ettiği bir apartmanda görevli olarak çalışan Mehmet'in binadaki bazı gariplikleri fark etmesiyle birlikte başından geçenleri anlatıyor.
 


Bir Türkiye distopyası olan film; sıkıntılı ve depresif ruh halinden birbirinin tekrarı olduğu sıkıcı günlerden birine gözlerini açtığı anlaşılan Mehmet'in kaldığı müştemilatın kırık, dökük, bakımsız ve pis görüntüsüne tezat bir şekilde dolabından çıkardığı üniformasını titizlikle ütülediği bir sahne ile başlıyor.

Bu arada Mehmet radyoda, bilgi akışının devlet denetiminde olacağı yeni bir televizyon kanalının yayıma başlayacağı ve böylelikle ülkenin yeni bir döneme girdiğinin ilan edildiği bir ajans haberini dinliyor.
 


İletişimde yeni bir çağ başlatacak bu teknolojinin lansmanı öncesinde devlet ülke çapındaki tüm yayımları birleştirmek için tüm evlere bir yayın sistemi kurmaya başlar.

Amaç, ülke genelinde dolaşan bilgilerin tek bir sistem üzerinden takibinin yapılabilmesidir.

Devlet, başlangıçta günlük bir gece yarısı bülteni yayınlayacak, ancak sonunda 24 saatlik yayın içeriğiyle birlikte genişleyecek olan yeni bir merkezi yayın sisteminin başında olacaktır.


Güzel bir gün ölmek için

Mehmet'in her zamanki rutiniyle yürüyerek bezgin bir şekilde işe gittiği bir gün devletin talimatıyla onun görevli olduğu binaya da bu yayın sistemini kurmak için siteye bir memur gönderilmiştir.

Memur anteni takabilmek için Mehmet'in iş başı yapmasını beklemektedir.

Mehmet, devletle arası oldukça iyi olan ve kendisinin de şu anki işine girmesinde yardımcı olan; rejimin tek, totaliter bir TV kanalıyla ilk yayına başlayacağı bugün her şeyin kusursuz yapılmasını ve açılışın aksamadan gerçekleşmesini isteyen apartman yöneticisi Cihan Bey'in talimatıyla kendilerine empoze edilen bu çanak antenin kurulumunu takip etmekle görevlendirilir.
 


Oysa binanın çürüyen altyapısına rağmen Mehmet'in çok ihtiyaç duyduğu bazı onarımları yapmasına izin vermeyen Cihan Bey binanın aşikâr bu ihtiyaçlarını görmezden gelirken bu yeni televizyon anteninin kurulmasını hevesle ve ivedilikle emretmektedir.

Devletin tüm medyayı kontrol etmek amacıyla geliştirdiği ve tekelleştirdiği bu yeni yayın sistemini yaşadığı binaya kurdurmak için seferber olan apartman yöneticisinin yanında gelen bu devlet memurunun montaj sırasında beklenmedik ölümü apartman sakinlerini kısa süreliğine meşgul etse de kimse bu ölüm karşısında öyle çok da endişeli görünmüyordur.
 


Hatta neredeyse ölmek için bundan daha güzel bir gün olmayacağını düşünüyorlarmış gibi memurun ölümünü "olur böyle şeyler" diyerek normalleştiriyorlardır.

Ancak bu durum en çok bu ölüme şahit olan Mehmet'i etkilemiştir.

Mehmet antenin montajını yapan memur öldüğünde, uydunun düzgün bir şekilde kurulup kurulmadığını kontrol etmek zorunda kalır ve cihazdan siyah bir yapışkan maddenin sızdığını görür.
 


Normalde de sürekli uyumaya meyilli olmasının üstüne, bu ölüm sonrasında gerçeklikle bağı iyice kopmaya başlayan Mehmet yeni takılan antenin ve antenden gelen yayının apartman sakinleri için bir tehdit oluşturduğunu düşünmeye başlar.

Hatta en son teknolojiye sahip bu yeni yayın ağının bir parçası olarak tanıtılan bu antenin aslında gerçek işlevinin herkesi gözetlemek olduğuna inanır.


Karanlık düşünceler

Çok kısa bir süre sonra anten, binanın sıhhi tesisat sistemi üzerinden bina sakinlerinden birine bulaşana kadar binanın duvarlarından ve tavanlardaki çatlaklardan mürekkep gibi, yapışkan bir maddeyi sızdırmaya başlar.

Mehmet, tesisattan sızan bu yapışkan maddeyle ilgili bina sakinlerinden şikâyet alır.
 


Kiracılardan biri de evinin banyosunda ortaya çıkan bu siyah yapışkan şeyin temizlenmesini rica ederek Mehmet'ten ona bakmasını ister.

Yeni antenin gelmesinden bu kadar kısa bir süre sonra meydana gelen bu tür olaylar elbette pek de tesadüf değildir. Ama Mehmet ilk anda ne olduğunu çok sorgulamadan daireye sızmış olan bu maddeyi temizleyerek sadece kendinden istenileni yapmakla yetinmeyi tercih eder.

Ancak sızıntı kısa süre sonra tüm binaya yayılır ve Mehmet uğursuz bir şeyden şüphelenirken, kiracılar farkında olmadan hayatlarını kontrol ederek değiştiren bu şeyin etkisine maruz kalır.

Aslında bu durum bir sızıntıdan çok daha kötüdür, çünkü, bu sıvıyla yakın temasta bulunan herkesi yüzü olmayan, canavarca bir post-insan haline dönüştürüyordur.
 


Karanlık güçlerin iş başında olduğuna dair bunun erken bir ipucu olduğuna kanaat getiren Mehmet apartman yöneticisi Cihan Bey'e bu karanlık düşüncelerini aktardığında ve binada bir sorun olduğunu söylediğinde, karşılığında; "Bina sağlam, sen zayıfsın" cevabını alır.

Elbette bunun tercümesi; "Haşa! Devlet güçlüdür, sadece birey zayıf olabilir" anlamına gelmektedir.

Otoriter bir devletin bireyden beklentilerini somutlaştıran bu cevap karşısında içinde bulunduğu pozisyonda, devletin kendisi gibi insanları suçu omuzlamak için nasıl kullandığını anlamaya başlayan Mehmet kendini bu olayı sorgularken bulur.

Daha da ötesi Mehmet içgüdüsel olarak apartmana musallat olduğuna inandığı bu kötü niyetli varlığın peşine düşer ve bir süre sonra apartman sakinlerini tehdit eden açıklanamaz iletimlerin arkasındaki bu şeytani varlıkla yüzleşmek zorunda kalır.
 


Sansür ve kontrollü medya

Orçun Behram'ın açık bir şekilde hayranlığını dile getirdiği David Lynch ve David Cronenberg'ın izinden giderek Kafkaesk bir atmosferle hikayesini anlattığı bu ilk uzun metrajlı filmi; her ne kadar siyasi göndermeleri görsel ihtişamın gölgesinde kalmışsa da devlet sansürü ve kontrollü medyanın ardındaki korkunun sebeplerini ve verdiği zararları kendine has yenilikçi tarzıyla ele almayı başaran dikkat çeken bir çalışma.

Günümüz dünyasında kör göze parmak misali tüm gerçekliğiyle bilfiil yaşadığımız bunca olaylardan sonra filmin ele aldığı dünyayı bir distopya olarak düşünmek aslında artık pek mümkün değil.

Üstelik henüz bu baskı ve manipülasyonların bu kadar şeffaf ve görünür olmadığı dönemlerde bu konunun cesurca ele alınarak çekilmiş olduğu da bir gerçek.

Ama öyle olsa bile vakti zamanında bir distopya olarak önümüze konmuş olan şeylerin üzerinden yıllar geçmiş olmasına karşın bu durumun bir şekilde artık içinde yaşıyor oluşumuz bunu kabullenmemiz gerektiği anlamını taşımıyor.
 


Ve bu durumun hala güncel ve eleştirilmeye açık olduğu gerçeğini de ne yazık ki değiştirmiyor.

Dolayısıyla Behram'ın otoriter bir devletin bilgi iletişimine yönelik uyguladığı sıkı politikalara gönderme yaptığı sansür sistemi ve medyayı tekelleştirme girişimine yönelik metaforik anlatımı konu itibariyle yenilikçi olmasa da anlatım itibariyle Türk sinemasında neredeyse tek tipleşmiş korku filmi türü içinde yaratıcı tarzıyla emsallerinden farklılaşarak kendine ustalıklı bir yol çiziyor.

Pratikte bu konunun gerçekçi bir tarafı varsa da bunu gerçeküstü bir anlatımla ele alış biçimi, otoriterlerin herhangi bir yanlış uygulamadan nasıl sorumlu olmaktan kaçındıkları ve bir yanlışın sonuçlarını, sorumluluklarını vatandaşlarına nasıl aktardıklarını etkili bir şekilde yansıtıyor.

Behram, gerçeküstücülüğü önemli sosyal temalarla birleştirerek rahatsız edici görüntüleri ürpertici ve sembolizm yüklü bir hale getiriyor.
 


Övgüyü hak eden avangart bir bakış

Orçun Behram'ın gerçekten insanın zihninde yer eden unutulmaz görüntüler sunduğu övgüye değer avangart bir bakışla hikayesini anlatmak istediğini gösteren pek çok an var.

Behram'ın çarpıcı görsel dokunuşlara sahip filminde tekrara dayanan ve olması gerekenden çok daha uzun süre tuttuğu sahneler olsa da antenin sembolizmi, abartısız ama etkili efektleri ve ses kullanımı şüphesiz dikkat çekicidir ve geçer not alması için yeterlidir.
 


Ufuk Bildibay'ın son derece stilize edilmiş özenli prodüksiyon tasarımı, Engin Özkaya'nın statik kamera çekimlerinin atmosferik kullanımı, Can Demirci'nin gergin müzikleri ve İsmail Hakkı Hafız'ın gümbür gümbür insanın içine işleyen ses tasarımı filme ekstra dramatik bir gerilim katıyor.

Dolayısıyla güçlü sinematografisiyle yavaş yavaş inşa ettiği gerilim ve korkusuyla bu tür deneysel filmleri sevenleri memnun edeceğini düşündüğüm, sinemada kendisine alternatifler arayanlara tavsiye edebileceğim Bina, Başka Sinema'nın özel seçkisiyle filmlerini bu hafta beyaz perdeye taşıdığı David Lynch ile bu ustanın izinden giderek ona olan hayranlığını gösteren Orçun Behram'a da bu usta yönetmenle aynı hafta sinemaseverlerin karşısına çıkma şansını elde etmesini sağlıyor.
 


Oyunculuğunun yanı sıra belki de çoğumuzun aklına ses tonunun mükemmelliğini ortaya çıkaran seslendirme sanatçılığı ile kazınmış olan, radyoculuk adına değerli işler yapmış olan, sosyal medyadaki derinlikli ve hiciv yüklü paylaşımlarını bile severek takip ettiğim fakat bir süre önce geçirdiği kalp kriziyle bizlere veda eden Levent Ünsal'ın filmin kadrosunda olması ise benim için filme kıymet katan bir diğer sebeplerden.
Değerli sanatçının kendisinin de dile getirdiği gibi "Ne zor kabulleniliyorsun ölüm!.."

 

Haftanın diğer filmleri

Geriye Kalanlar

Yönetmen: Aisling Chin-Yee / Oyuncular: Heather Graham, Sophie Nélisse, Abigail Pniowsky, Jodi Balfour, Charlie Gillespie, Tameka Griffiths, Inga Cadranel, Gregory Ambrose Calderone, Kelly Martin, John Clifford Talbot, Emily O'Kane, Brendan Brady, Liam Siebolt    , Deborah Kimmet, Kim Tran, Chris Farquhar, Marina Waterhouse, Sean Gallagher / Süre: 80 dakika
 


Bu hafta sinemalarda gösterime giren The Rest of Us, beklenmedik şekilde birlikte yaşamak durumunda kalan iki kadının hikayesini anlatıyor.

Boşanmış bir anne olan Cami kızı Aster'ın ergenlik sorunlarıyla baş etmeye çalışmaktadır.

Çocuk kitapları yazarak kendine güzel bir düzen kurmuş olan genç kadın, eski kocasının yeni eşinden gelen bir haberle sarsılır.

Ani bir kalp krizi sonucu eski eş vefat etmiştir. Üstelik ikinci eş Rachel 8-9 yaşlarındaki küçük kızını da yanına alarak, beklenmedik bir şekilde Cami'nin yanına taşınacaktır. Çünkü ortak paydaları olan erkek geride sadece borç bırakmıştır.

Ayrıldığı eşinin ölümünün ardından, eşinin şu anki karısı ve kızıyla aynı evde yaşamak zorunda kalan Cami ve kızı Aster'i zor günler beklemektedir.

Bu dörtlüyü birbirine bağlayan tek kişi artık hayatta değildir, ancak onların hayata tutunmaları ve birbirleriyle geçinmeleri gerekiyordur.

Yönetmen Chin-Yee, bu bir arada yaşamak durumunda kalan iki kadının ve onların kızlarının hikayesini izleyiciye, dudaklarının kenarına bir gülümseme yerleştirerek izletiyor.

İki kısa filmin ardından ilk uzun metrajına imza atan Aisling Chin-Yee, 2019'da Kanada'nın yükselen yıldızları listesinde yer aldı.

Dünya prömiyerini Toronto Film Festivali'nde yapan filmin senaryosu Alanna Francis'e ait.


Kadaver

Yönetmen: Jarand Herdal / Oyuncular: Gitte Witt, Thomas Gullestad, Thorbjørn Harr, Kingsford Siayor, Jonatan Rodriguez, Maria Grazia Di Meo, Trine Wiggen, Tuva Olivia Remman / Süre: 86 dakika
 


Bizi insan yapan ve zor zamanlarda bizi hayvanlardan farlı kılan nedir? Sevgi mi? Acı mı? Umut mu?

Bu sorulara cevap vermek için Netflix'in Sosyal Konulu Dramalar kuşağında bu hafta gösterime giren Cadaver adlı bu Norveç yapımı korku filminde bir nükleer felaketin sebep olduğu kıyamet sonrasındaki kıtlıkta bir otelde düzenlenen tuhaf gösteriye kitleler akın eder. İnsanların amacı yaşanılan bu korkutucu hayata kısa bir ara vermektir.

Nükleer bir felaketin ardından açlık çeken bir aile de bu gösteriyi düzenleyen otel sahibinden umut bulur. Otel sahibi aileyi ücretsiz bir akşam yemeğine davet eder.

Kendilerine verilen bir maske ile otelde gerçekleşen eğlenceye dahil olan ve akşam yemeğinin cazibesine kapılan aile bir süre sonra tuhaf durumlarla karşı karşıya kalır.

Hikayenin merkezindeki bu aile kendilerine iyi geleceğini düşünerek gittikleri bu otelde çok geçmeden performans ve gerçeklik arasındaki sınırların bulanıklaştığını ve bu gösteriye giriş ücretinden daha büyük bir bedel ödemeleri gerektiğini fark eder.


Palm Springs

Yönetmen: Max Barbakow / Oyuncular: Andy Samberg, Cristin Milioti, J. K. Simmons, Peter Gallagher, Meredith Hagner, Camila Mendes, Tyler Hoechlin, Chris Pang, Jacqueline Obradors, June Squibb, Jena Friedman, Tongayi Chirisa, Dale Dickey, Conner O'Malley, Clifford V. Johnson / Süre: 90 dakika
 


Bir Başka Sinema etkinliği olan Fişekhane Tarihi Bina Gösterimleri Türkiye ve dünya sinemasından seçkin yapımlarla ekim ayı boyunca sinemaseverleri buluşturmaya devam ediyor.

Palm Springs - Yarın Yokmuş Gibi adlı film de açık hava tadında tarihin dokusunda gerçekleşen sinema günlerinde bu hafta 21 Ekim'de yeniden gösterime giriyor.

Harika bir düğün günü. Ama o da ne! Böylesi özel bir günde filmin baş kahramanları Nyles ve Sarah için bugün, yarın hepsi birbirinin aynı…

Max Barbakow'un yönetmen koltuğuna oturduğu, uluslararası film eleştirmenlerinin "zeki", "eğlenceli", "delice", "tatlı" ve "uçuk" bir film olarak tanımladıkları bu romantik komedi; Palm Springs'te gerçekleşen bir düğünün olduğu günü tekrardan yaşadıkları bir döngüde hapsolan Nyles ve Sarah'nın hikayesini anlatıyor.

Kaygısız görünen ve oldukça rahat bir insan olan Nyles ve nedime olmaya pek de istekli olmayan Sarah, Palm Springs'te bir düğünde karşılaşır ve tanışırlar.

Ancak Sarah, Palm Springs'ten ne zaman ayrılmaya çalışsa kendini yeniden aynı yerde bulur.

Aralarındaki romantik çekime engel olamayan ikili kendilerini düğün mekanından ve birbirlerinden kaçamaz durumda bulduklarında ise işler içerisinden çıkılmaz bir hal alır.

Uykuya daldıkları anda yeniden en başa döndükleri bir sonsuz döngü içinde yaşamın anlamını bulmaya çalışan ikili nihayetinde hiçbir şeyin önemli olmadığı gerçeğini kabul ederek, yarın yokmuş ya da sanki yaşamaktan başka seçenekleri yokmuş gibi hayatlarını çılgınca eğlenerek yaşamaya çalışırlar.


Polaroid

Yönetmen: Lars Klevberg / Oyuncular: Kathryn Prescott, Tyler Young, Samantha Logan, Keenan Tracey, Priscilla Quintana, Javier Botet, Mitch Pileggi, Davi Santos, Katie Stevens, Grace Zabriskie, Madelaine Petsch, Erika Prevost, Shauna MacDonald, Rhys Bevan-John, Emily Power, Kolton Stevens, Sam Davison, Nathaniel Dooks, Kansas Gallagher, Don Ritchie, Elisa Moolecherry, Riley Raymer, Rob Mars, Matthew Lumley, Michael Chandler, R. J. Decoste, Juan Arboleda, Sam Humphreys, Glenn Lefchak, Chaz Libby, Janna MacDonald, Ned the Dog, Steve Wohlmuth / Süre: 88 dakika
 


Bu hafta sinemalarda gösterime giren Lars Klevberg'in yönetmenlik koltuğunda oturduğu Polaroid, eski bir polaroid fotoğraf makinesiyle fotoğrafı çekilen herkesin korkunç bir şekilde öldürülmesini konu alıyor.

Arkadaşları tarafından çoğunlukla dışlanan lise öğrencisi Bird Fitcher çalıştığı antika dükkanında eski bir fotoğraf makinası bulur.

Arkadaşlarıyla gittiği bir partiye bu fotoğraf makinasını getirerek hep birlikte bir fotoğraf çekerler.

Ancak Bird, kısa bir süre sonra makinede bir şeylerin yanlış olduğunu anlar. Kimin fotoğrafını çekse, çektiği kişiler trajik bir şekilde ölmeye başlar.

Çektiği fotoğrafta bulunan herkesin tek tek ölmeye başlaması üzerine Bird, kendini ve arkadaşlarını kurtarmak için bu laneti durdurmaya çalışır.

Genç kız ve arkadaşlarının yaşadıkları tecrübelere göre hayatta kalabilmek için bir günden az zamanları vardır ve lanetli makinenin sırrını en kısa zamanda çözmek zorundalardır.

"Halka" ve "Son Durak" filmlerini eğer sevdiyseniz bu filmi de heyecanla ve severek seyredeceğinizden eminim.


Rebecca

Yönetmen: Ben Wheatley / Oyuncular: Lily James, Armie Hammer, Keeley Hawes, Kristin Scott Thomas, Sam Riley, Ann Dowd, Bill Paterson, Mark Lewis Jones, Tom Goodman-Hill, Ben Crompton, Jane Lapotaire, Jeff Rawle, Lucy Russell, John Hollingworth, Toby Sauerback, Bryony Miller, Julian Ferro, John Macneill, Robert Irons, Paul Gregory, Keith Lomas, Stuart Davidson, Chris Bearne, Mark Schneider, Kevin Nolan, Ashleigh Reynolds, Poppy Allen-Quarmby, David Appleton, Tony Bligh, Mark Insoll, Jamie Vaughan / Süre: 121 dakika
 


Netflix'in Kitaplardan Uyarlanan ve En Beğenilen Romantik Yapımlar kuşağında 21 Ekim'de gösterime girmesi beklenen, Daphne du Maurier'in 1938 yılında yayınlanan klasikleşmiş romanından uyarlanan Rebecca adlı bu tüyler ürperten psikolojik gerilim türündeki filmde yeni evlenen genç bir kadın, eşinin baş döndürücü malikânesine taşınır.

Genç ve saf bir kadın, Maxim de Winter isimli zengin bir adamla evlenir.

Başlarda her şey yolunda gibi görünse de zamanla kocasının ve evdeki hizmetçilerinin kocasının ilk karısına karşı duyduğu bağlılığı görmeye başlar; evde yaşayan hiç kimse Rebecca'nın izlerini silememiştir.

Alfred Hitchcock'un 1940 tarihli filminin yeniden çevrimi niteliğinde olan filmde Bayan de Winter yeni evliliğinde ve taşındığı malikanede artık uğursuz bir kahyayla ve kocasının merhum eşinin tehditkâr gölgesiyle uğraşmak zorundadır.


Şikago Yedilisi'nin Yargılanması

Yönetmen: Aaron Sorkin / Oyuncular: Sacha Baron Cohen, Eddie Redmayne, Joseph Gordon-Levitt, Yahya Abdul-Mateen II, Michael Keaton, Frank Langella, John Carroll Lynch, Mark Rylance, Alex Sharp, Jeremy Strong, Noah Robbins, Daniel Flaherty, Ben Shenkman, Kelvin Harrison Jr., Caitlin FitzGerald, Alice Kremelberg, John Doman, J. C. MacKenzie, Damian Young, Wayne Duvall, C. J. Wilson, Thomas Middleditch, Jeremy Sumpter, Rory Cochrane / Süre: 129 dakika
 


Netflix'in Gerçek Hayattan Uyarlanan Mahkeme Dramaları kuşağında bu hafta gösterime giren The Trial of the Chicago 7 adlı film; 1968 Demokratik Ulusal Konferansı'nda Vietnam Savaşı ve karşı kültür protestoları düzenleyen ve federal hükümet tarafından komplo ve ayaklanmaya teşvik ile suçlanan yedi sanığın 1969 yılında görülen meşhur duruşmasına odaklanıyor.

Filmde Demokratik Toplumu Savunan Öğrenciler grubuna mensup gençler savaşı protesto etmek amacıyla Şikago'ya doğru barış içinde bir yürüyüş düzenler.

Ancak barışçıl olarak başlayan bir protesto, polisle şiddetli bir çatışmaya dönüşür. Daha da ötesi bu çatışma bir süre sonra bütün dünyanın izlediği tarihin en kötü şöhretli davalarından birini başlatır.

Üstelik bu gençleri, on senedir işsiz ve düşmanla savaşmaya niyeti olmayan asiler olarak tanımlayan merciler kendilerine savaşın nasıl yürütüleceğini söylemeye izin vermeyeceklerini belirterek onları "Amerikan toplumunu yok etmek", "isyana tahrik", "müstehcenlik", "uyuşturucu" ve "seks" suçlamalarıyla sanık sandalyesine oturtur.

Bu mercilerin amacı, ulusal güvenliğe bir tehdit olarak yaftaladıkları bu gençlerin en verimli yaşlarını federal hapishanesinde geçirmelerini sağlamaktır.

İlk defa düşünceleri yüzünden yargılandıkları için zor anlar yaşayan bu sanıkların avukatları olmadan başlayan yargılanma süreçleri jüri ayarlamaları ve telefon dinlemeleriyle hukuk dışı yaptırımlarla dolu bir mahkemeyle devam eder.

Bu sanıkların tek başına bırakıldığı bu adalet arayışında bekledikleri destek elbette yine sokaktan gelecektir. Çünkü birine yapılan saldırı, herkese yapılmıştır düşüncesi kitleleri çoktan harekete geçirmiştir.


Tek Başına

Yönetmen: Vladislav Khesin / Oyuncular: Elizabeth Arends, Sara Anne, Albina Katsman, Bailey Coppola, Dane Majors, Kyle Dondlinger, Graham Jenkins, Caesar James, Christa Atkins, Circus-Szalewski, Chuck Mccarns / Süre: 81 dakika
 


Bu hafta sinemalarda gösterime giren John Hyams'ın yönettiği Alone, kocasını kaybettikten sonra yeni bir başlangıç için taşındığı yeni şehirde kaçırılan Jessica'nın, tutulduğu insanlıktan uzakta kulübeden kaçma çabasını anlatıyor.

Jessica, kocasının kaybı ile büyük yıkıma uğrar; kocasının yokluğuna alışmakta zorlanan Jessica acısının üstesinden gelebilmek için şehirden kaçmaya karar verir ve kendisine yeni bir hayat kurmaya çalışır.

Ancak yeni bir hayata başlamak için çıktığı bu yolda gizemli bir adamın trafikte tacizine maruz kalır. Daha da korkuncu nihayetinde nereye gitse peşinden gelen bu adam tarafından kaçırılır.

Kendisini doğanın ortasında izole bir kulübede kilitli bulan Jessica, kendi korkularıyla yüzleşerek buradan kaçmanın yolunu ararken aynı zamanda vahşi doğada hayatta kalmak için de mücadele verir.

 

Festival ajandası

Ay başında Yaza Veda Seçkisi adlı programıyla sonbahara merhaba diyen ve Bize Her Gün Festival mottosuyla film gösterimlerine hız kesmeden devam eden Başka Sinema yine özel bir seçkiyle sinemaseverleri salonlarda buluşturuyor.

Bu özel seçki kapsamında David Lynch filmografisinden kült filmler 16 Ekim'den itibaren Başka Sinema perdesine geliyor!
Eraserhead (1977)
Fil Adam (The Elephant Man, 1980)
İkiz Tepeler: Ateşte Benimle Yürü (Twin Peaks: Fire Walk with Me, 1992)
Kayıp Otoban (Lost Highway, 1997)
Mulholland Çıkmazı (Mulholland Dr. / Mulholland Drive, 2001)
Straight'in Hikayesi (The Straight Story, 1999)


Flashback

Vakti zamanında kimi festivallerde, kimi sinemalarda kimi de televizyon ekranlarında seyirciyle buluşan ama şimdi hem sinemalarda hem çevrimiçi platformlarda hem de televizyon kanallarında bu hafta yeniden gösterime girecek olan 2020 öncesinde çekilmiş diğer filmler şöyle:


Netflix

  • Bhagat Singh Efsanesi (The Legend of Bhagat Singh, 2002)
  • Başlat (Ready Player One, 2018)
  • Cadı'nın Evi (House of the Witch, 2017)
  • Cici Babam (My Step Dad: The Hippie, 2018)
  • Clifton Hill (Disappearance at Clifton Hill, 2019)
  • Da Vinci Şifresi (The Da Vinci Code, 2006)
  • Dil (2003)
  • Fida (2004)
  • Garip Ama Gerçek (Strange But True, 2019)
  • Hera Pheri 2 (Phir Hera Pheri, 2006)
  • Herşey Annem İçin (Disco Dancer, 1982)
  • Hunterrr (2015)
  • Kül Yutmaz (Nobody's Fool, 2018)
  • Örümcek Ağındaki Kız (The Girl in the Spider's Web, 2018)
  • ParaNorman (2012)
  • Yörüngeyi Değiştirenler (Bending the Arc, 2017)


TRT 2

  • At Hırsızı (Centaur, 2017)
  • Bugün Aslında Dündü (Groundhog Day, 1993)
  • İz Peşinde (True Grit, 2010)
  • Kramer Kramer'e Karşı (Kramer vs. Kramer, 1979)
  • Son Çıkış (2018)
  • Tornavida (Mafak / Screwdriver, 2018)
  • Zamanın Tozu (Trilogia II: I Skoni Tou Hronou / The Dust of Time, 2008)

 

 

*Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Independent Türkçe'nin editöryal politikasını yansıtmayabilir.

 

© The Independentturkish

DAHA FAZLA HABER OKU