Kitap: Bir süper güç olarak Avrasya Rusya'sı... Ortadoğu'da jeopolitik çatışma, petrol ve gaz diplomasisi

Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin'in Ortadoğu ve Kuzey Afrika Özel Temsilcisi, kitabı Rusya Dışişleri Bakan Yardımcısı Mihail Bogdanov ve Rusya Enerji Fonu ve Küresel Politika Başkanı Yuri Shavrank'a sundu

Uluslararası Yevgeni Primakov Ödülü sahibi Dr. Vasim Kalaciyye, kitabını şu başlıkla yayımladı:

Bir Süper Güç Olarak Avrasya Rusya'sı- Ortadoğu'da Jeopolitik Çatışma, Petrol ve Gaz Diplomasisi

Bu kitap, jeopolitik ve Avrasya bölgesinde petrol-gaz diplomasisi arasındaki güçlü ilişkinin önemini analitik bir vizyonla ortaya koymakta, jeopolitiğin, küresel ekonomi için hayati önem taşıyan petrol ve gazın enerji kaynaklarıyla olan diyalektik ilişkisinin nasıl şekillendiğini gözden geçirmektedir.

Aynı şekilde kitapta, küresel petrol piyasalarında toplu olarak denge ekseni oluşturmak için, coğrafi olarak rezervlerini, özellikle de Hazar Denizi'nden Basra Körfezi'ne kadar merkezileştirmenin önemine dikkat çekilmektedir. 

Küresel jeopolitik çatışma koşullarının farklı analiz düzeylerinde bu kitap, Ortadoğu'daki petrol ve doğalgaz hususunda tarihsel çatışmanın kökenlerini sunmaktadır. 

Kitap, Ortadoğu'da petrol ve doğalgaz zenginliğinin keşfedilmesinden bu yana, bu bölgenin, siyasi ve askeri çatışmalardan kaçınmak için petrol ve gaz silahlarının bir araç olarak kullanıldığı savaşlar ve siyasi bölünmeler halinde yaşadığını göstermektedir.

Petrol ve gaz boru hatlarının savaşlarından oluşan bu yeni küresel jeopolitik kapsamda bu kitap, Rusya petrol ve gaz diplomasisinin eylem mekanizmalarını, 'Rusya'nın stratejik çıkarlarını ve Avrasya Rusya'sının uluslararası arenadaki konumunu' petrol ve gaz gibi enerji kaynaklarına yönelik artan küresel taleple birlikte koruma çabalarını ayrıntılarıyla anlatmaktadır.

Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin'in 2000 yılının başından günümüze kadar Kremlin'e gelişinden bu yana ilk endişelerini oluşturan Avrasya inancına değinen bu kitap, petrol ve gazın neden büyüyen bir Rus gücüne dönüştüğü, petrol ve gazın Rus dış politikasında nasıl güç kaynağı haline geldiği ve küresel enerji piyasasında Rus gücünün kartlarının nerede yattığı ile ilgili gerçekleri gözden geçirmektedir.

Kitapta, Avrasya Rusya'sının kendisini hesaba katılması gereken bir güç olarak sunmayı nasıl başardığına, Rusya Federasyonu'nun Sovyetler sonrası dönemdeki marjinal rolünden nasıl kurtulduğuna, dünyada değişen güç dengesiyle nasıl etkili bir uluslararası kutup haline geldiğine, Avrasya Rusya'sının ulusal çıkarlarını koruyan tüm ekonomik ve askeri araçları ve gereksinimleri sağlarken aynı zamanda da bugün ne kadar büyük bir güce ve diplomatik enerjiye sahip olduğuna, (bu diplomasinin sahip olduğu geniş petrol- gaz rezervleriyle ve tüm Avrasya bölgesine yayılan boru hattı ağları aracılığıyla ulaşım yollarının güvenliğini sağlayarak) küresel düzeydeki hedeflerinin başarısını nasıl kazandığına dikkat çekilmektedir.

Petrol ve gaz boru hatları savaşlarının oluşturduğu çatışmanın bu yeni jeopolitiği kapsamında bu kitap, Rusya'nın doğu ve batıya yönelimi stratejisiyle birlikte petrol ve gaz gibi enerji kaynakları hususunda uluslararası kutuplaşmanın tırmanışını incelemektedir. Avrasya Rusya'sının küresel petrol ve gaz jeopolitik denkleminin merkezinde nasıl kalacağına ışık tutarken, bu durumun çok kutuplu bir dünyada daha parlak bir gelecek için karar vericiler nezdinde kırmızı bir çizgi olduğuna değinilmektedir. 
 


Kitap: Bir Süper Güç Olarak Avrasya Rusya'sı- Ortadoğu'da Jeopolitik Çatışma, Petrol ve Gaz Diplomasisi

Yazar: Dr. Vasim Halil Kalaciyye

Yayınevi: Dar-ul Arabiyye Li-l Ulum Naşirun, Beyrut- Lübnan, Birinci Baskı, Haziran 2019 (582 sayfa)

Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin'in Ortadoğu ve Kuzey Afrika Özel Temsilcisi, kitabı Rusya Dışişleri Bakan Yardımcısı Mihail Bogdanov ve Rusya Enerji Fonu ve Küresel Politika Başkanı Yuri Shavrank'a sundu.
 

Beyrut'ta Dar-ul Arabiyye Li-l Ulum Naşirun tarafından yayımlanan, yaklaşık 600 sayfa ve 17 bölümden oluşan kitap, doğal kaynaklardaki küresel ticaretin en az yüzde 90'ını oluşturduğu göz önüne alındığında, özellikle Ortadoğu ve Küçük Asya bölgesindeki petrol ve gaz kaynaklarına ilişkin uluslararası çatışmalarla ilgili olarak, küresel politikanın en önemli 'etkenleri' üzerine son derece değerli, objektif ve çağdaş bir çalışma ortaya koyuyor, ayrıca çağdaş küresel ve bölgesel zorluklara ilişkin gerçekleri tamamen gözler önüne seriyor. 

Yazar, jeopolitik ve Avrasya bölgesindeki Rus petrol ve gaz diplomasisi arasındaki güçlü ilişkinin önemini ortaya koyması dolayısıyla söz konusu çalışmada, sistematik belgeleme, siyasi ve tarihsel analizlere dayanmıştır.

Kitap, paralel olarak Rusya'da petrol ve gaz kaynaklarının kullanımındaki değişimine ve Rusya'nın dış politikasında artan güç kaynaklarının güçlendirilmesine de değiniyor.

Sovyetler Birliği'nin dağılmasından sonra dünyadaki bozulan güç dengesinin onarımıyla Rusya'nın küresel enerji piyasasında bir kez daha nasıl öncü bir rol oynadığını ve uluslararası arenaya etkili bir uluslararası kutup olarak nasıl döndüğünü ortaya koyuyor. 


Yeni jeopolitik kavram ve petrol-gaz hususundaki uluslararası çatışma

Kitap, Avrasya bölgesine hakim olan çatışmanın jeopolitiğine parlak bir ışık tutuyor ve Avrasya bölgesinde meydana gelen jeopolitik değişimlerin daha iyi anlaşılmasını sağlıyor.

Kitapta Dr. Vasim Kalaciyye, Soğuk Savaş döneminde hüküm süren geleneksel jeopolitik kavramının, petrol jeopolitiği olarak da bilinen, Batı kapitalizminin temellerini attığı yeni bir kavram lehine, derin bir değişim geçirdiğini belirtiyor. 

Tüm sınırları aşan acımasız liberal küreselleşmenin ışığında yeni jeopolitik kavram, ekonomik prestij ve endüstriyel kalkınma sağladı ve bölgesel- uluslararası genişlemenin en üst sıralarında yer aldı.

Küresel ölçekte mücadele, merkezinde petrol ve gaz olmak üzere doğal kaynakların kazanılmasına odaklanıyor. Çağdaş dünyamızda uluslararası ilişkiler, Soğuk dönemde olduğu gibi ideoloji söylem ve ideolojik sloganlar üzerine değil, bölgesel ve uluslararası çatışmaların ana etkeni olduğu kadar, çıkarlara ve bölgesel jeostratejik rekabete dayalı hale geldi. 

Petrolün enerji tahtına oturması sonrasında gaz, 20'nci yüzyılın sonlarında ve 21'inci yüzyılda stratejik bir konuma sahip olmaya başladı ve petrol, dünyada birinci enerji kaynağı olmak için rekabete yöneldi.

Enerji ise kapitalist küreselleşme çağında medeniyetin dayanak noktası, ulusların ilerlemesi, gelişmesi ve kalkınması için temel araç olması nedeniyle uluslararası politikada önemli bir rekabet ve çatışma alanı haline geldi. 


Küresel ölçekte mücadele, merkezinde petrol ve gaz olmak üzere doğal kaynakların kazanılmasına odaklanıyor

Yazar Vasim Halil Kalaciyye, şu ifadeleri kullanıyor:

Böylece enerji güvenliği kavramı erken vakitte aydınlanmış oldu. Özellikle Rusya doğalgazı, korkulan ve dikkate alınan stratejik bir silah haline geldi ve Rusya'nın nüfuzunu genişletmek üzere Avrasya'daki çabaları netlik kazandı. Gözlemciler, Devlet Başkanı Vladimir Putin'in herhangi bir devlete yönelik tüm ziyaretlerinde Rusya gaz şirketinin de hazır olduğunu belirtiyor.

Bu nedenle ABD Başkanı Donald Trump yönetimi, ABD gazını Avrupa ve Asya'ya ihraç etmeyi teklif ederek, küresel enerji piyasalarına adalet ve denge sağlamayı amaçlıyor, Rusya ve OPEC gibi aktörlerin piyasayı bozan gücünü azaltma ihtiyacına işaret ediyor.


Yazar ayrıca, 25'inci sayfada "Rus düşüncesi, on dokuzuncu yüzyılın 'kömür yüzyılı' olmasından kaynaklanmaktadır. Daha sonra yirminci yüzyılda 'petrol' geliyor ve şu an ise küresel petrol rezervlerinin azalması nedeniyle alternatif bir enerji olarak ya da yenilenebilir enerjinin önemi açısından 'gazın' ana enerji maddesine dönüştüğü yirmi birinci yüzyılda yaşıyoruz. Bu sebeple dünyadaki gaz rezerv alanlarının kontrol edilmesi, küresel güçler tarafından, bölgesel yansımalarında uluslararası çatışmanın temeli olarak sayılıyor" ifadelerini kullanıyor. 

Şu anda doğalgaz, küresel enerji kaynakları karışımının yaklaşık yüzde 24'ünü oluştururken, petrol yaklaşık yüzde 33'ünü, kömür ise yüzde 30'unu oluşturuyor.

British Petroleum (BP) şirketinin istatistik raporuna göre, küresel enerji karışımındaki petrol tüketim oranının kömür ve yenilenebilir enerji lehine azaldığı gözlemlenebilir.

Şu anda dünya tüketiminin yarısına ulaşan, Çin'in tükettiği kömür miktarındaki artış sayesinde, petrol tüketiminin yüzdesi on yılda yaklaşık yüzde 4,4 azaldı ve aynı dönemde kömür tüketim yüzdesi yaklaşık yüzde 3 arttı.

Yüksek yenilenebilir enerji oranına rağmen, doğalgaza olan küresel talebin yıllık büyüme hızının fosil yakıtlar arasında en yüksek olacağı için, doğalgazın aynı yüzdeyi koruduğu da görülebilir.

Öyle ki doğalgaz, yüzde 0,8 petrol ve yüzde 0,1 kömüre kıyasla yıllık yüzde 1,6'ya ulaşacak ve bu da, doğalgaza ilişkin küresel talepteki büyümenin 2040 yılına kadar petrol ve kömüre olan talebin iki katına çıkacağı anlamına geliyor. 

Doğalgaza yönelik talep, gazın kömür ve petrole kıyasla çevreyi daha az kirletmesi, nükleer enerjiye kıyasla daha güvenli olması, güneş enerjisine kıyasla daha ucuz olması ve büyük miktarlarda sağlanabilir olması da dahil, gazı seçkin kılan birkaç olumlu faktör göz önüne alındığında yüksek oranda artış gösteriyor.

Tüm bunlara rağmen petrol, taşımacılıkta yakıt olarak ve özellikle petrol nafta endüstrisinde olmak üzere petrokimya endüstrileri için ana kaynak olarak çeşitli kullanımları nedeniyle gelecek yıllarda dünyanın bir numaralı enerji kaynağı olmaya devam edecektir.

Küresel doğalgaz tüketimi 2000 yılından bu yana hızlı bir şekilde artış gösterdi. Dünya yaklaşık 2,5 trilyon metreküp tüketim yaparken, bu oran 2017 yılında 3,9 trilyon metreküptü.

Bunun da yüzde 70'i üretim alanlarında ya da yakın bölgelerde tüketilirken, yaklaşık yüzde 21'i boru hatlarıyla satıldı ve yaklaşık yüzde 9'u da tankerlerle sıvılaştırılmış gaz olarak ihraç edildi.

Küresel doğalgaz tüketiminin 2040 yılında yaklaşık 5,5 trilyon metreküpe ulaşarak, kömürü geride bırakıp dünyadaki ilk elektrik enerjisi üretim kaynağı haline gelmesi bekleniyor.

Yazar Vasim Halil Kayaciyye, kitabın 26'ıncı sayfasında şu cümlelere yer veriyor:

Dünya, büyük doğal gaz rezervlerine sahiptir. Örneğin 171 milyar ton gaz benzeri petrol ve 890 milyar ton kömüre kıyasla dünyanın petrol rezervi, yaklaşık 240 milyar tondur.

Rusya Federasyonu, kanıtlanmış en büyük doğal gaz rezervlerine sahip ülke olup, onu ise İran, Katar, Türkmenistan, Amerika Birleşik Devletleri (ABD) ve Suudi Arabistan takip etmektedir. Rusya Federasyonu, dünyanın en büyük doğalgaz rezervine sahip ülkesidir.

Küresel açıdan geleneksel petrol rezervleri son yirmi yılda yaklaşık yüzde 50 artış göstermiştir. Ancak küresel doğalgaz rezervlerine gelince, aynı dönemde yaklaşık yüzde 60 artış yaşadı ve bu da, dünyadaki mevcut gaz bolluğunu açıklar.

Doğalgaz üretimine gelince, ABD şu anda küresel üretimin yaklaşık yüzde 21'ini ürettiği için doğalgaz üretiminde ve tüketiminde dünya lideridir. ABD, kaya gazı çıkarılmasındaki bilimsel ilerleme sayesinde, üretiminde art arda ve şaşırtıcı sıçramalara tanık oldu. 2010 yılında 600 milyar metreküplük üretimi, 2015 yılında 765 milyar metreküpe yükseldi ve tamamı, kaya gazı olmak üzere yaklaşık yüzde 28 oranında arttı.


Ortadoğu petrolü, sömürge güçlerini kendine çekti ve hırslarını harekete geçirdi

Geçen yüzyılın başında genel olarak Ortadoğu'da ve özel olarak da Basra Körfezi'nde petrolün keşfedilmesinden, petrol endüstrisinin küresel kapitalist ekonomide önemli ve ileri bir konuma sahip olmasından bu yana Ortadoğu petrolü, tekelci kapitalizm stratejisinde ve eski sömürgecilik ile emperyalizm politikasında en hayati ekonomik alanlardan biri haline geldi.

Ortadoğu petrolünün, petrol tekelleri için yeni bir kâr kaynağı olmasının yanı sıra, tekelci sermaye yatırımı için yeni bir pazar olduğu açıktır. Öyle ki her zaman enternasyonalizm, küresel ekonomik duruş ve askeri stratejinin bir karışımı olmuştur.

Bu nedenle Ortadoğu, sömürgeci askeri hamlelere ve emperyalistlerin petrol yatakları üzerindeki iddialarına karşı tarihsel olarak savunmasız kalmış, Basra Körfezi ve Irak'taki eylemleri için son derece sert ve adaletsiz koşullar dayatan petrol tekellerinin ağırlığı altında acı çekmiştir.

Emperyalist ülkelere ve tekelci şirketlere 'doğal kaynakları kullanma, çeşitli petrol operasyonları yürütme, yerel işgücünü kullanma ve yabancı sermayeye hakim olma' yönünde tavizlerin verildiği haksız anlaşmalar, sömürge sisteminin stratejisinin temelini oluşturmuştur.

Emperyalizm, çöken ekonomik ve toplumsal yapının geri kalmışlığında, sömürge egemenliği ilişkisinin maddi etkenini bulmuştur.

Dolayısıyla Ortadoğu'daki tüm ülkelerin siyasi ve bölgesel haritasında büyük bir değişiklik meydana getiren Birinci Dünya Savaşı'ndan sonra Ortadoğu, uluslararası stratejik ilişkiler arenasında büyük bir stratejik değer olarak, büyük petrol tekelleri arasında acımasız ve şiddetli bir mücadele sahnesi olmuş, ayrıca ekonomik çıkarları ve politik stratejileri açısından çelişkili olan emperyalist ülkeler arasındaki, özellikle de ABD ve sömürgeci Batı Avrupa'nın geri kalanı arasındaki rekabetçi çatışma sahnesine dönüşmüş ve öyle de kalmıştır. 

Bu perspektiften bakıldığında Ortadoğu'nun kontrolü için verilen çatışma, Amerikan, İngiliz ve Fransız petrol tekellerinin petrol kaynaklarını kontrol etmek için yürüttüğü petrol mücadeleleriyle çok yakından bağlantılıdır.


Petrol tekeli şirketlerinin bir asırdır Arap petrolü üzerindeki kontrolü

20'nci yüzyılın başından bu yana petrolün, küresel kapitalist ekonomik sistemin damarlarında akan kan, ekonomik ve endüstriyel gücü yönlendiren sinir ve ulusların askeri gücünün temeli olduğunu belirtmemize gerek yok.

Özellikle de on dokuzuncu yüzyılda sanayileşmiş kapitalist ülkelerde ekonominin temeli olan kömürün yerini, endüstriyel yapıda köklü bir değişime neden olan ve ısı- enerji kaynağı olarak çoklu kullanım yoluyla dünyadaki sanayileşme hareketine yeni bir boyut kazandıran petrole bırakması sonrasında petrol, bütünsel anlamda bir petrol medeniyeti olarak yirminci yüzyılda medeniyet kanı olarak kabul edilir. 

Petrol endüstrisinin küresel kapitalist ekonomide önemli ve gelişmiş bir konuma sahip olmasından bu yana Ortadoğu petrolü, tekelci kapitalizm stratejisinde ve eski sömürgecilik ve emperyalizm politikasında en hayati ekonomik alanlardan biri haline gelmiştir.

Birinci Dünya Savaşı sırasında Georges Clemenceau'nun 'Bir damla petrolün değeri askerlerimizin bir damla kanına eşittir' sözünü söylemesi de tarihsel bir tesadüf değildir.

1924 yılında ABD Başkanı Coolidge, Federal Petrol Komitesi'nin açılışında şu ifadeleri kaleme aldı:

Ulusların üstünlüğü, petrol ve ürünlerinin mülkiyeti ile belirlenebilir.


Geçen yüzyılın başlarında genel olarak Ortadoğu'da ve özel olarak da Basra Körfezi'nde petrolün keşfedilmesinden bu yana ve petrol endüstrisinin küresel kapitalist ekonomide önemli ve ileri bir konuma sahip olmasından beri Ortadoğu petrolü, tekelci kapitalizm stratejisinde ve eski sömürgecilik ve emperyalizm politikasında en hayati ekonomik alanlardan biri haline geldi.

Ortadoğu petrolünün, petrol tekelleri için yeni bir kâr kaynağı ve tekelci sermaye yatırımı için yeni bir pazar olduğu açıktır. Öyle ki her zaman enternasyonalizm, küresel ekonomik duruş ve askeri stratejinin bir karışımı olmuştur.

Bu nedenle Ortadoğu, sömürgeci askeri hamlelere ve emperyalistlerin petrol yatakları üzerindeki iddialarına karşı tarihsel olarak savunmasız kalmış, Basra Körfezi ve Irak'taki eylemleri için son derece sert ve adaletsiz koşullar dayatan petrol tekellerinin ağırlığı altında acı çekmiştir.

Emperyalist ülkelere ve tekelci şirketlere 'doğal kaynakları kullanma, çeşitli petrol operasyonları yürütme, yerel işgücünü kullanma ve yabancı sermayeye hakim olma' yönünde tavizlerin verildiği haksız anlaşmalar, sömürge sisteminin stratejisinin temelini oluşturmuştur.

Emperyalizm, çöken ekonomik ve toplumsal yapının geri kalmışlığında, sömürge egemenliği ilişkisinin maddi etkenini bulmuştur.

Dolayısıyla Ortadoğu'daki tüm ülkelerin siyasi ve bölgesel haritasında büyük bir değişiklik meydana getiren Birinci Dünya Savaşı'ndan sonra Ortadoğu, uluslararası stratejik ilişkiler arenasında büyük bir stratejik değer olarak, büyük petrol tekelleri arasında acımasız ve şiddetli bir mücadele sahnesi olmuş, ayrıca ekonomik çıkarları ve politik stratejileri açısından çelişkili olan emperyalist ülkeler arasındaki, özellikle de ABD ve sömürgeci Batı Avrupa'nın geri kalanı arasındaki rekabetçi çatışma sahnesine dönüşmüş ve öyle de kalmıştır.

Bu perspektiften bakıldığında Ortadoğu'nun kontrolü için verilen çatışma, Amerikan, İngiliz ve Fransız petrol tekellerinin petrol kaynaklarını kontrol etmek için yürüttüğü petrol mücadeleleriyle çok yakından bağlantılıdır.


"Petrole karşı kan"

1973 yılında, Ekim savaşının ardından meşhur tarihi petrol krizi meydana geldiğinde petrol fiyatları, üretici ülkelerin fiyatları kontrol edebileceği veya bunu siyasi konumlara bağlayabileceği olasılığı çerçevesinde başta Avrupa ve ABD olmak üzere büyük sanayileşmiş ülkelerin hisleriyle önemli ölçüde yükseldi.

Bu savaşın, uluslararası petrol ilişkilerini 'hesaplanmış oyunun' sınırlarından çıkardığı ise açık. 

O dönemde küresel petrol üretiminin dörtte birini tek başına tüketen, petrolü gücünde ve refahında önemli bir faktör olarak şekillendiren ABD, petrol arzını koşullara terk etmeme kararı aldı.

Aynı şekilde 84 gün yetecek şekilde, stratejik rezervler için depolar kurmaya karar verdi ve bunu yapmak için 1975 yılında dönemin ABD Başkanı Gerald Ford tarafından bunun yapılması için bir karar yayınlandı.

Bu çerçevede yazar Vasim Halil Kalaciyye, kitabında şu ifadelere yer veriyor:

Dönemin ABD Dışişleri Bakanı Henry Kissinger, 1974 yılında Basra Körfezi'ndeki petrol kaynaklarını korumak için ortak bir ABD- Avrupa gücü oluşturma fikrini tartışmaya koydu, ancak bu fikir o dönemde Avrupalı yetkililer tarafından reddedildi.

Başkan Jimmy Carter'ın iktidara gelmesiyle acil müdahale gücü oluşturma fikri yeniden canlandı. 1976 yılında Başkan Jimmy Carter tarafından Carter Doktrini adı verilen bir plan hazırlandı. Planda şu ifadelere yer veriliyor:

'ABD, dünyanın petrole karşı tehdit oluşturan herhangi bir noktasına derhal ve doğrudan askeri olarak müdahale etmeye hazırdır.'

1980'li yılların başlarında petrol ve doğalgaz üreten bölgelerde istikrarın sağlanması için Hard Power (Sert Güç) kullanma isteğiyle enerji güvenliği militarize edildi.

Bunun açık örneği ABD Başkanı Jimmy Carter'ın, 1979 yılındaki Sovyetlerin Afganistan işgaline verdiği yanıtta, 'ABD'nin Basra Körfezi'ndeki hayati çıkarlarını petrol akışını garanti altına alacak şekilde savunmak için askeri güç de dahil gerekli her türlü yolu kullanacağını açıkladığı' 1980 yılına ait ilkesidir.

Başkan Carter, şu ifadelere yer veriyor:

'Petrol kaynaklarını doğrudan tehdit etmek, ABD ulusal güvenliğini tehdit etmek anlamına gelir ve sürekli petrol akışını sağlamak karşılığında kan ödemeye hazırız.'


Böylece 'petrole karşı kan' terimini ilk kullanan Başkan Jimmy Carter oldu. O dönemden bu yana Ortadoğu, 'petrole karşı kan' olarak bilinen politikaya tanık olmaya başladı.

Bu politika, ABD'nin güvenli ve ucuz bir petrol akışı sağlamak için askerlerini konuşlandırması ve savaşmaya hazır olması anlamına geliyor. Nitekim o dönemden bu yana petrol, uluslararası çatışmanın en önemli faktörü haline geldi. (Sayfa 52- 53)

27 Aralık 1979 tarihinde Sovyet'in Afganistan'a müdahalesi ve Afganistan savaşına dahil olması, ABD'nin özellikle Ortadoğu ve Basra Körfezi'ndeki hayati çıkarlarının tehlikeli bir göstergesi oldu.

Sovyet'in Afganistan'a müdahalesi, Moskova'nın Hint Okyanusu ve Basra Körfezi gibi sıcak denizlere doğru genişleme konusundaki eski projesini gerçekleştirmek üzere olduğu varsayımına yol açıyor.

ABD'ye sürekli petrol akışını güvence altına alma gerekliliği arayışındaki ABD askeri yönelimi, Afganistan'daki Sovyet askeri müdahalesinden önce başladı.

1977 yılının başlarında ABD Başkanı Jimmy Carter, ABD askeri kuvvetlerinin NATO'nun operasyon ve etki alanı sınırları dışında, özellikle de Ortadoğu ve Basra Körfezi bölgesinde kullanılması stratejisini çizen Savunma Bakanlığı mutabakatını onayladı. 

Sovyet'in Afganistan'a müdahalesinden bu yana ABD, Afganistan'ın stratejik konumunun 'Amerikan nüfuzunu Orta Asya'ya genişletmek veya Hazar Denizi'ndeki büyük petrol ve gaz rezervlerini kontrol etmek ve bunları uluslararası pazara aktarmak için önemli bir çıkış noktası' olarak görülmesi sonrasında Orta Asya'daki ekonomik çıkarlara yöneldi. 

Bu şekilde Başkan Jimmy Carter tarafından hızlı mevzilenme gücü oluşturuldu ve güç, Asya'nın güneybatısındaki önemli operasyon tiyatrosunda çalışmak üzere görevlendirildi.

Carter Doktrini'ne dayanarak ABD, dünyanın çıkarlarını korumak için kendisini bir lider olarak atfetti. O dönemde Sovyet askeri müdahalesinden korktuğu için kendisine, Arap petrolünü kendi kaynaklarıyla koruma hakkı verdi.

Nihayetinde bu bölgedeki askeri varlığın güçlendirilmesi, petrol akışının devam etmesi için acil bir müdahale gücü oluşturulması ve genel olarak Batı özel olarak da ABD çıkarlarını korumak üzere askeri güç kullanılması temelinde, Basra Körfezi bölgesine yönelik yeni bir ABD politikası şekillenmeye başladı. 

Bu çerçevede yazar Vasim Halil Kalaciyye, kitabında şu ifadelere yer veriyor:

Daha sonra Başkan Ronald Reagan, CENTCOM adı verilen bu gücün bağımsız bir komutanlığını kurdu. Komutanlığa, özel askeri birimler tahsis edilmeksizin doğrudan planlamaya ve hazırlığa başlaması emri verildi.

Aralık 1982'de Pentagon, Ortadoğu'dan Basra Körfezi aracılığıyla Hint Okyanusu'na kadar uzanan devasa bir bölgede ABD çıkarlarını her türlü askeri tehditten korumak için yeni bir komutanlığın kurulduğunu duyurdu.

Yeni komutanlık, bölgedeki ABD askeri üslerine odaklandı ve yeni komutanlık erkanları, Florida'daki MacDill üssüne yerleştirildi. Aynı şekilde yeni komutanlık, 1 Ocak 1983 tarihinde görevlerini yerine getirmeye başladı.


Yazar, sayfa 57'de de sözlerini şöyle sürdürüyor:

İkinci Körfez Savaşı, ABD'ye 1990 yılında Saddam Hüseyin'i Kuveyt'ten çıkarma ve daha sonra Basra Körfezi ülkelerini Irak tehdidinden koruma bahanesiyle askeri güçlerini körfez bölgesine sokmak için altın bir fırsat sundu.

O güçler, o günden bu yana hala ülkeden ayrılmadı. Aksine konuşlandırılmaları ve görünürdeki askeri varlığı, müdahaleye hazır olduklarının bir göstergesi olarak kalıcı şekilde yaklaşık 35 bin asker arttı.

Şu an eski devletlerin yanı sıra, 11 Eylül 2001 olaylarından sorumlu El-Kaide örgütünü ve Taliban Hareketi'nin El-Kaide örgütünü koruma sorumluluğunu ortadan kaldırma gerekçesiyle girdikleri Afganistan'da, ABD güçlerini ve üslerini takip etmek zorundayız. Orada ABD'ye bağlı bir rejim kurulmasına rağmen ABD kuvvetleri, ülkeden ayrılmadı.


ABD, Basra Körfezi ülkelerinin çoğunda ve Irak'ta askeri üslerini korumuştur. Afganistan, Gürcistan ve Ukrayna gibi önceki devletlerin yanı sıra Türkiye, Pakistan, Cibuti, Afrika Boynuzu ve Filipinler'de de var olan ABD güçlerini ve üslerini takip etmekteyiz. Bu devletlerin tamamı, ya petrole sahip alanlardır ya da petrolle ilişkili ulaşım yolları üzerinde yer almaktadır. 

Yazar Vasim Halil Kalaciyye ise kitabının 58'inci sayfasında şu açıklamada bulunuyor:

Hiç şüphe yok ki petrol ve ona ulaşmak, onu taşımak ve depolamak için çevresinde oluşan çatışma; bölge ülkeleri arasında nakliye hatlarıyla ilgili sorunların yanı sıra kaynakların güvenliğini sağlamak için çatışma ve savaş denklemi endüstrisini, ABD'nin askeri ve siyasi konuşlanmasını açıklar.

Şu an önümüze bir küresel petrol rezervleri haritası koyarsak Basra Körfezi'nin, kanıtlanmış petrol rezervlerinin yüzde 64'üne sahip olduğunu göreceğiz. Örneğin Suudi Arabistan'ın 262 milyar varil rezervi bulunuyor. Farklı tahminlere göre Irak, 115- 220 milyar, Venezuela ise yaklaşık 65 milyar varile sahiptir.


ABD'nin yalnızca 21 milyar varil rezerve sahip olduğunu, şu anda 7 milyon varil ürettiğini, günde 17 milyon varile ihtiyaç duyduğunu, aynı şekilde günlük 10 milyon varil ithalat yaptığını ve 2020 yılında ihtiyacının günlük 26 milyon varile ulaşmasının beklendiğini idrak edersek, çatışma denklemleri konusundaki anlayışımız da tamamlanabilir.

Bir başka deyişle ABD, yerli üretimi 9 milyon varili geçmeyeceği için günde 17 milyon varile ihtiyaç duyuyor.

Yazar Halil Kalaciyye, kitabının 59'uncu sayfasında şu ifadelere yer veriyor:

Günlük 74 milyon varile ulaşan mevcut küresel üretim tüketicilerin ihtiyaçlarını karşılıyorsa, 2020 yılında günlük 92 milyon varile, tüketimin ise günlük 111 milyon varile ulaşması bekleniyor. Yani ortaya bir boşluk çıkacak. Petrol ihtiyaçlarını karşılayamayanlar endüstriyel, ekonomik ve askeri açıdan gerileyecek.

ABD petrole hükmederse, ihtiyaçlarını güvence altına almanın yanı sıra ekonomiyi ve başkalarının yaşamlarını da kontrol edecektir. Dolayısıyla gerekli olan şey, Rusya Federasyonu ve Çin'i kontrol altına almak, ayrıca Avrupa, Japonya, Çin ve Rusya Federasyonu ile potansiyel ekonomik ve askeri rekabet halini dikkate alarak, petrol kaynaklarını kontrol edip Avrupalı ve Japon kapitalistleri ABD'nin kontrolüne sokmaktır.


ABD, petrolü kontrol etme fırsatlarını, ona ulaşmak dışında geri çevirmedi. Sudan'ın beklenen petrolü (3 milyar varil petrol rezervi) bile ABD'yi, Sudan meselesine müdahale etmek için hızlandırdı.

Nihayetinde Güney Sudan'ın petrolüne el koydu, orada bir nüfuz elde etti. Nitekim Nijerya, Cezayir ve Libya'da da aynı şeyi planlıyor.  

Görünüşe göre ABD'nin terörizmle mücadele ettiğini ilan ettiği her durum, petrol meselesi ve egemenliği için bir bahaneden başka bir şey değil.

11 Eylül olayları bile, Ortadoğu ülkelerinde ABD saldırganlığının yayılmasına ve hakimiyet kurma girişimlerine neden olmadı, aksine açıkça duyurmasa da ABD halkını, askeri ve kapitalist mekanizmanın yararına ve hükmedici organları kontrol eden ABD askeri sanayi kompleksinin yararına 'kan ödemeye' ikna etmek için kullandığı bir fırsattı. 

İkinci Dünya Savaşı'nda ABD, kendisini siyasi anlamda Batı kampının ve jeopolitik anlamda ise deniz kuvvetlerinin lideri olarak atfetti.

Kara kuvvetlerinin lideri olan Rusya Federasyonu ise, tıpkı on dokuzuncu yüzyıl çatışmasını kazandığı gibi, yirminci yüzyılda deniz güçlerinin kazandığı Soğuk Savaş çatışmasının küresel jeopolitik kutbuyla savaşmak amacıyla, deniz kuvvetleri ve lideri ABD ile mücadele etmek için Sovyetler Birliği'nin kisvesi altına girdi.


Putin, yeni çar ve Avrasya Rusya'sı jeopolitiğinde tarihi bir dönüm noktasıdır 

Soğuk Savaş'ın sona ermesinin ve Aralık 1991'de Sovyetler Birliği'nin dağılmasının ardından Rusya dış politikası, 1990'larda ABD'nin tavrına uygun olarak değişmeye başladı.

Rusya, ABD ve Siyonist oluşum açısından varlığının bir tür meydan okuma olarak görüldüğü bazı alanlardan, özellikle de Ortadoğu'dan geri çekildi.

Bunun yanı sıra Rusya, dünyada ABD ile yakınlaşmak için 11 Eylül 2001 olaylarından yararlanmaya çalışan birçok ülke arasındaydı.

Kendisini, sözde terörizmle mücadelede itimat gösterilen ortak ve müttefik olarak sunmaya başladı. Bunu başarmak içinse Rusya, Orta Asya'da yakın zamana kadar bazılarının Rus siyasetinde tabu saydığı siyasi, güvenlik ve askeri tavizler verdi.

Uzun bir aradan sonra Rusya, özellikle de Suriye arenasındaki patlayıcı koşullar, İran'a karşı savaş tehdidi, İsrail'in yayılmacılık hırsları ve Arap dünyasında siyasal İslam'ın yükselişi ışığında artık Ortadoğu'daki kilit konularda söz sahibi olmak istiyor.

Rusya'nın koşullarına doğrudan yansımaları göz önüne alındığında bu sorunlar, Rus liderliği açısından bir kabusa dönüştü. 

Moskova açısından, Kuzey Kafkasya'da yaşayan 20 milyon Müslüman ile sınır kapılarında bir Ortadoğu oluştu. Rusya liderliği, Rusya'nın güçlü adamı Vladimir Putin tarafından temsil edilirken, Rusya'nın iç istikrarının 2011 yılı başlarında Tunus'ta Arap devimlerinin, İslami partilerin güçlü yükselişine kapı açtığı Arap Baharı'nın patlak vermesinden bu yana Arap dünyasını sarsan olaylarla yakından bağlantılı olduğu görüldü.

Avrasyalı düşünürler, hükümetin dış politikasında Batı'ya daha fazla önem verdiğine ve Rusya'nın Avrasya destinasyonunun doğu ve güney olduğuna inanıyor.

Avrasya, medeni bir kimliğin hayatta kalması için Rusya Federasyonu'nun bir köprüsüdür. Dolayısıyla Rusya Federasyonu, Batı'ya bağımlılığını ve küresel etki kabiliyetini azaltması gereken dış politika önceliklerini belirlerken, hayati alanında daha esnek hareket edebilir ve daha fazla etkileme kabiliyetine sahip olabilir. 

Rusya, Putin döneminde ekonomik düzeyde inanılmaz başarılar elde etti. 2007 yılı başlarında, Rusya'nın gayri safi yurt içi hasılası (GSYİH) 1990 yılında ulaşılan düzeye yeniden kavuştu.

1990'daki düşüşün ardından ülke, her yıl ortalama yüzde 6 oranında, altı yıllık bir büyümeye tanık oldu.

Petrol sübvansiyonuna diğer alanlardaki (maden endüstrisi, alüminyum, silah imalatı, gıda endüstrileri) başarılar, hanehalkı tüketiminde önemli bir artış ve dış genel borcun karşılanması (Sovyet döneminden bu yana 70 milyar dolar), eğitim harcamalarının ikiye katlanması ve beş yıl içerisinde sağlık harcamalarının üç katına çıkarılması da eklendi.

Bazı Rus şirketler, genel bir şaşkınlık ortasında ulusötesi kapitalist arenaya doğru genişledi.

Devlet Başkanı Putin, radikal liberalizm ile devlet merkezli yönelim arasında git gel yaşandıktan sonra hem yeni mal sahibi sınıfını hem de Batı'yı rahatlatacak bir çözüme başvurmayı seçti: Devleti yeniden tesis etmek, egemenliğini genişletmek ve oligarkları (güç merkezleri) kontrol etmek… Ancak bunları piyasa ekonomisine saygıyla ortaya koydu.


2003 yılında Putin'in ikinci dönemiyle birlikte, devlet müteahhitlerine, (önceki Devlet Başkanı Yeltsin döneminde hüküm süren özelleştirme faaliyetleri sayesinde onu 'sahipler için özel bir fiyatla elde eden' oligarklardan kısmen geri alınmış) hidrokarbon sektörünü emanet ettiğinde önemli bir dönüm noktası ortaya çıktı.

Putin, 'Gazprom', 'Rosneft', 'Transneft' ve Kış Olimpiyatlarını organize etmekten sorumlu 'Soçi Olimpiyat Şirketi' gibi Kremlin'in sponsor olduğu yabancı sermayeli olanlar da dahil, stratejik mülkleri, yani devlet şirketlerini, karma ve özel şirketleri korudu.

Bu şirketlerin harcadığı şey kamu parasıydı ve kazançları da özel kârlardı.

Bu ilke, telekomünikasyon, otomobil endüstrisi, gıda endüstrisi ve Rusya'nın hiçbir durumda Dünya Ticaret Örgütü çerçevesinde rekabetçi bir rol oynamayacağı diğer sektörlerde yabancı sermaye alanlarını genişletme karşılığında, stratejik sektörler (2003 yılında yüzde 10 yerine petrolün yüzde 30'dan fazlası, yüzde 48 yerine Gazprom şirketinin yüzde 51'i, Transneft tarafından işletilen tüm petrol boru hatları) ve Rusya'nın büyük avantajlara sahip olduğunu belirttiği diğer alanlar (nükleer enerji, uçak endüstrisi, silah endüstrisi ve bankacılık) üzerinde kontrolünü, kendisi için garanti eden Putin devletinin özüdür. 

Gerçek acı, ama geçicidir: "Sovyetler Birliği'nin çöküşü, bu yüzyılın en büyük coğrafi felaketiydi. Rus ulusu için bu gerçek bir trajediydi".

Devlet Başkanı Vladimir Putin'in 25 Nisan 2005 tarihinde parlamentoda yaptığı yıllık konuşmasında söylediği de buydu.

Böylece gücünün dayanılmaz çöküşü ve üç asırdır işgal ettikleri toprakları kaybetmesi karşısında Kremlin'in duyduğu korkuyu dile getirmiş oldu. 

Vladimir Putin, Rusya için başkanlıkta 'maddi' varlığının ötesine geçen bir 'gelecek politikası' oluşturması muhtemel olan bir dış politika hazırlamıştı.

Rusya için şekillendirdiği politika, kendi çıkarlarına yönelik vizyonuyla uyumlu görünüyordu. Putin, Çin'in yanı sıra Hindistan ve İslam dünyası ile işbirliğine dayalı bir dış politika geliştirdi.

Bu çerçevede yazar Vasim Halil Kalaciyye, kitabın 83'üncü sayfasında şu ifadelere yer veriyor:

2000 yılı, Rusya Federasyonu'nun jeopolitiğinde, Rusya'nın bölgesel güvenliğini kararlı ve tereddütsüz şekilde yeniden tesis etmeye çalışan Devlet Başkanı Vladimir Putin'in iktidara gelmesinden sonra bir dönüm noktası oldu.

Aleksandr Dugin, yirminci yüzyılın üç ana teorisine karşı çıkıyor; Liberal teori, komünist teori ve faşist teori… Ve dördüncü olarak 'siyasi teori' olarak isimlendirdiği bilimsel bir alternatif sunuyor. Rusya Federasyonu'nun da Devlet Başkanı Vladimir Putin döneminde onun teorisine göre ilerlediğini söylüyor.

Bu teorinin özeti şudur, komünizm ve liberalizmin iki evresinden geçen Avrasya Rusya'sı, burjuvanist tüketimci maddi değerlerde değil, yeni ahlaki temellere dayalı küresel bir değişim yaratmaya çalışırken, geniş Avrasya alanını kaplayan bir vizyona dayalı yeni bir aşamaya girmelidir.


Avrasya teorisi, Rusya Federasyonu'nun, ABD ve NATO'nun hakim olduğu tek kutuplu dünya düzenindeki yerine geri getirilmesi gerektiğini öne sürmektedir.


Arap dünyasının kontrolü, Rus- Amerikan çalışmasının merkezinde yer alıyor

Yeni Rus jeopolitiğinin kuruluş fikirlerinin sahada gerçekleştirilebilmesi için Moskova'da, 'Moskova- Berlin batı ekseni, Moskova-Tokya doğu ekseni, Moskova-Tahran güney ekseni' olarak yeni jeopolitik eksenler oluşturmak amacıyla çalışmalar yapılmalıdır. 

Moskova-Berlin ekseni, Rusya Federasyonu'nun, 'Sovyet mirasının çoğunu, Alman liderliği altında ve Fransızların Doğu'ya bağımlılığı ortasında hareket eden Orta Avrupa'ya geri döndürmek' için batıya genişlemesidir.

Avrasya, Rusya'ya Doğu Avrupa'nın bir bölümünü veriyor ve bu eksen, Doğu Avrupa'da Atlantislilerin Rusya Federasyonu çevresinde oluşturmaya çalıştıkları tampon bölgeyi baltalamayı amaçlıyor.

Moskova- Tokyo ekseni, Avrasya'nın Atlantik nüfuzunu doğudan genişletebileceği eksendir. Yeni strateji, Berlin, Paris ve Tokyo'nun her birinin İkinci Dünya Savaşı'ndan bu yana miras kalan bir anti-Atlantik geleneği içeriyor. 


İran İslam Cumhuriyeti'nin Ortadoğu'daki jeopolitik önemi

Yeni Rus jeopolitiğinin kuruluş fikirlerinin sahada gerçekleşmesi için, Avrasya Rusya'sının, (sıcak sularda Basra Körfezi'ne uzanan deniz geçitlerinden yoksun Avrasya Rusya'sı ortaya koyan Moskova-Tahran ekseni de dahil olmak üzere) yeni jeopolitik eksenler oluşturmaya çalışması gerekiyor.

Bu jeopolitik hedef, Rusya Federasyonu tarafından sürdürülmüştür ve halen sürdürülmektedir. Bu tasvire göre Tahran, Rusya Federasyonu'nun bölgedeki en önemli ortaklarından biri olarak, Moskova için yerini alıyor ve bu durum, Rusya'nın siyasi olarak Basra Körfezi'ne ulaşmasına olanak sağlıyor.

Yazar Halil Kalaciyye ise kitabının 91'inci sayfasında şu açıklamada bulunuyor:

İran İslam Cumhuriyeti'nin Ortadoğu'da sahip olduğu bu coğrafi bağlantı, Rusya Federasyonu'nu İran ile jeopolitik temas kurmaya itiyor. Moskova, Washington ile çatışma oyununda İran'ın pozisyonundan yararlanmaya çalışırken, İran politikası ise ABD politikasına zıt bir konumda yer alıyor. Ve Tahran hala, Washington ile anlaşmazlık ve düşmanlık içerisinde bulunuyor.

Bu çerçevede Moskova, ABD'nin konumuna kıyasla Ortadoğu'daki konumunun göreceli zayıflığının pratik olarak itiraf edilmesini içeren bir plan dahilinde Washington ile çatışma çerçevesinde İran'ın pozisyonunu sömürmeye çalışıyor.

Sonuç olarak Rusya Federasyonu, İran'ı bir düşman olarak değil, Rusya Federasyonu'nun bölgesel ve uluslararası nüfuzunu genişleterek ABD gücüne meydan okumasına yardımcı olacak stratejik bir ortak ve müttefik olarak görüyor.

Bu strateji ise temelde çok kutuplu bir dünya yaratmayı amaçlamaktadır. Ayrıca hem Rusya Federasyonu hem de İran İslam Cumhuriyeti, ABD'nin Ortadoğu'daki gücünü ve varlığını zayıflatmaya, bu sayede NATO'yu zayıflatmaya ve ABD'nin Ortadoğu'daki hegemonyasına paralel bir siyasi- askeri ittifak oluşturmaya çalışırken, odak noktasını Suriye oluşturmaktadır.


ABD'nin Moskova-Tahran eksenine baskı yapan en güçlü askeri aracı, dünyadaki su yollarını, aynı şekilde Rusya Federasyonu'na komşu en önemli stratejik ülkeleri kontrol eden genişletilmiş deniz filosudur.

Rusya Federasyonu'nun Ortadoğu'daki nüfuzunun en güçlü rakibi olan ABD, 1979 yılında iki ülke arasındaki ilişkilerin kesilmesinden bu yana İran İslam Cumhuriyeti ile doğrudan diplomatik ilişkiler kurmadı.

Tahran'a yönelik yaptırımlar dizisi, ABD'nin Afganistan ve Irak gibi pek çok yerdeki varlığıyla Rusya Federasyonu'na karşı sürdürdüğü kuşatma politikasının bir devamı niteliğindedir.

ABD'nin Moskova-Tahran eksenine baskı yapan en güçlü askeri aracı, şu anda dünya arenasında gelişmiş ve üstün konumunu güçlendirmek için dünyadaki su yollarını, aynı şekilde Rusya Federasyonu'na komşu en önemli stratejik ülkeleri kontrol eden genişletilmiş deniz filosudur.

ABD askeri filoları, Basra Körfezi ülkelerinden geçen petrol- gaz boru hatlarının ve petrol tankeri güzergahlarının rotalarını korumak için de çalışmaktadır.

Bu nedenle İran, yakın bir zamanda iki rakip kutup arasında önemli bir temas noktasını temsil edecektir.


Türkiye'nin Ortadoğu'daki jeopolitik önemi

Türkiye, uzandığı coğrafi bölgenin Avrasya bölgesinin kalbinde ve dairesinin merkezinde olması dolayısıyla ABD stratejisinde ideolojik kaygılar için değil, jeopolitik kaygılar için merkezi bir konuma sahiptir.

Türkiye'nin boğaz ve Dardanelles'teki (Çanakkale Boğazı) deniz yollarını kontrol etmesinin, ayrıca dünyadaki en önemli deniz alanlarının merkezinde yer almasının yanı sıra mevcut deniz gücü (yani ABD), kara kuvvetlerinin (yani Rusya Federasyonu) çevrelediği, genişlemesini ve açık denizlere erişmesini engellediği için, bu bölgeyi küresel kontrolünün temeli olarak görmektedir. 

Türkiye, yalnızca jeopolitik boyutu nedeniyle değil, gelişmekte olan Afrika ülkelerini etkilemek için Körfez ülkeleri arasında baskı avantajı sağlaması dolayısıyla ve bu ülkeleri, Suudi Arabistan Krallığı'nın merkezi rol oynadığı İslam ülkeleri sistemine bağlamada önemli bir rol oynayan dini etken nedeniyle, ABD'nin Ortadoğu'daki dış politikasını anlamanın önemli anahtarlarından birini temsil etmektedir. 


Arap dünyasının ABD dış politikasındaki jeopolitik önemi

Arap dünyası, jeostratejik ve jeopolitik kaygılar nedeniyle tüm jeopolitik teorilerde önemli ve ayrıcalıklı bir konuma sahiptir.

HeartLand Teori'sinin (Kara Hakimiyet Teorisi) sahibi Mackinder, Arap dünyasının 'bu alanın kontrolünün, dünyanın kontrolünü sağladığı', yeryüzündeki merkezi stratejik yerlerden biri, Batı Asya'nın tarihi kapısı ve Avrasya'daki stratejik sıçrama noktası olduğunu belirtiyor.

Dolayısıyla Avrasya'nın merkezine yönelik kontrolünü artırmak isteyen herkesin, ilk önce bu bölgeyi güvence altına almak için çalışması gerekiyor. 

Bu çerçevede yazar Vasim Halil Kalaciyye, kitabının 106'ıncı sayfasında şu cümlelere yer veriyor:

İran ve Türkiye'nin ABD ve Rusya Federasyonu için jeopolitik öneminin yanı sıra Arap dünyasının da ABD-Rusya jeopolitik rekabeti için temel anahtarlara sahip olduğunu görüyoruz.

Arap ülkeleri, doğuda Ortadoğu'dan batıda Avrupa'ya doğru dünyanın en önemli deniz trafiğini kontrol eden boğazları, yani Hürmüz Boğazı, Babu-l Mendep ve Süveyş Kanalı'nı kapsıyor. Bu boğazlar, Arap dünyasının jeopolitik koşullarına önemli bir belirleyici faktör oluşturuyor.

Zira dünyanın üç kıtasının kesiştiği noktada bulunan coğrafi bir konuma sahiptir, en önemli küresel ticaret yollarını kara, deniz ve hava yoluyla kontrol etmektedir ve bu da, Arap dünyasını büyük güçler arasında bir rekabet zemini kılmaktadır.


Bu önemli durumun bir sonucu olarak ABD, Siyonist varlığın lider konumda olduğu yeni bir Ortadoğu bölgesel düzeni inşa etmek amacıyla ve bazı Arap ülkelerinde doğrudan askeri mevcudiyet ile karakterize edilmiş alışılmadık bir siyasi vizyona dayalı olarak, Arap dünyasından başlayıp Ortadoğu üzerindeki kontrolünü sıkılaştırma çabasına girdi.

Bu yeni bölgesel düzen ise, 'Arap dünyasını askerileştirmeyi' ve 'uluslararası güvenlik sistemini Amerikan ve Siyonist çıkarlarına hizmet edecek şekilde yeniden şekillendirmeyi' hedefliyor. 

Yeni Ortadoğu bölgesel düzeni, ABD'nin rakip güçlerini tarafsızlaştırıcı bir strateji kapsamında faaliyet göstermeye çalışıyor.

Bu ABD stratejisi, başlangıçta Soğuk Savaş'ın bitiminden önceki döneme dayanmaktadır ve Arap dünyası üzerindeki kapsamlı Amerikan Siyonist hegemonyasını korumayı amaçlamaktadır. Aynı şekilde şunları gerçekleştirmeye çalışmaktadır:


11 Eylül 2001 olaylarının senaryo ve sahnelerinin tekrarlanmayacağına dair önemli bir ABD güvencesi oluşturduğu dikkate alındığında, daha açık ve demokratik hale gelmek için Arap dünyası ülkelerinde siyasi özellik ve niteliklerin yeniden çizilmesi, sonuç olarak ABD'ye düşman olan herhangi bir siyasi akımın ve gücün ortaya çıkmasını engellemek kaydıyla 'Arap Baharı' olaylarına hazırlanmaya çalışılması, böylece Arap dünyası üzerindeki ABD hegemonyasıyla rekabet eden hiçbir gücün ortaya çıkmamasının sağlanması…

Arap dünyasında ABD askeri varlığını neredeyse mutlak şekilde desteklemek, Rus nüfuzunu ve varlığını kuşatmak, genişlemesini ve yayılmasını önlemek, rolünü sınırlandırmak için çalışmak…


Arap dünyası ülkelerini ABD nüfuzu doğrultusunda kutuplaştırma sürecinin tamamlanması, Washington ile yakın ilişkilere sahip, politikalarını uygulamaya çalışan siyasi sistemleri desteklemeye çalışılması…

Yazar Halil Kalaciyye ise konuya ilişkin olarak kitabının 107'inci sayfasında şu açıklamada bulunuyor:

ABD Başkanı Barack Obama, bu dönüşümleri 'ABD için tarihi bir fırsat' olarak tanımlarken ve bunun, yüksek hedef olarak dünyanın Amerikanlaşması ile tamamen uyumlu olduğunu söylerken, Arap Baharı olayları Ortadoğu'da yeni bir dönemin başlangıcına işaret ediyordu.

ABD'nin bu tarihi fırsatı, Arap bölgesel rejimlerinin yapısının artık ABD'nin gerektirdiği işi yerine getirmeye elverişli olmaması nedeniyle onları yok ederek eylem çemberinden çıkarmayı mecbur kılan ve küresel jeopolitik için çizilen ABD planlarının dinamikleriyle tutarsız olan istikrara alternatif olarak yeteneklerini 'yaratıcı kaos' sürecine sokmayı gerektiren esaslara dayanmaktadır.


Arap bölgesindeki krizleri takip eden birçok analistin görüşüne göre Arap dünyasında meydana gelen dönüşümler, bölgeyi herhangi bir potansiyel rakipten uzaklaştırarak yeni bir harita çizmek için ABD stratejisinin temel dayanaklarından biri sayılan 'yaratıcı kaos' perspektifinden başlayarak, yeni veya büyük bir Ortadoğu projesi inşa etme bağlamının bir parçasıdır.

Dolayısıyla 'yaratıcı kaos', bu alanda yaygın olarak kabul edilen 'kriz yönetimi' kavramına daha yakındır, yani ilk önce bir kriz uydurmak ve sonra önceden belirlenmiş çıkarlara ulaşmak için kademeli olarak onu yönetmeye çalışmaktır.

Onları kısmen veya tamamen zayıflatmak ve yeni Ortadoğu düzeni inşasına hizmet de dahil yeniden şekillendirmek amacıyla, temel bileşenlerine, tüm sert ve yumuşak unsurlarına erişime izin verecek şekilde Ortadoğu'daki Arap ulus devletlerini parçalarına ayırmaktır.
Arap dünyasının Rusya dış politikasındaki jeopolitik önemi


Gerçekçi jeopolitik boyutları ve sınırları olan Rusya dış politikası, eski Sovyetler Birliği'nin ideolojik dış politikasından araçlar, hedefler ve beklentiler açısından tamamen farklı hale geldi.

Şu anda Arap dünyasındaki Rus jeopolitik hedefleri, hırçın bir şekilde ve ne pahasına olursa olsun kendini savunmaya hazır gibi görünen Rusya Federasyonu için kırmızı çizgilerin varlığını yansıtıyor.

Suriye krizi, bir kez daha Avrasya Rusya'sını, güçlü- gerçekçi bir oyuncu ve Ortadoğu ile bir bütün olarak Arap bölgesindeki çatışma denkleminde temel bir parametre haline gelmesine hazırladı.

Aynı şekilde Avrasya Rusya'sı, Arap dünyasında doğrudan mücadele serüvenine dahil olmadan, Batı'nın hatalarından yararlanmasını sağlayacak tüm yeteneklere sahip oldu.

Bu durum, geleneksel canlılık alanı denkleminin dışında ve doğrudan Arap sahnesinde diplomasi ve askeri yeteneklerini başarıyla test etmesine yardımcı oldu.


Bu çerçevede yazar Vasim Halil Kalaciyye, kitabının 110'uncu sayfasında şu açıklamalara yer veriyor:

Rusya Federasyonu, Arap dünyasını önemli bir coğrafi bölge olarak görmektedir ve sınırlarına komşudur. Ulusal güvenliği ve ekonomisi üzerinde önemli bir etkiye sahip olan yüksek hayati çıkarları aynı anda birlikte paylaşırlar.

Arap dünyasını, geniş Avrasya toprakları ile kesintisiz bir coğrafi alan olarak görür. Özel çıkarlara ve ulusal etkiye dayalı Rus stratejisi, Avrasya Rusya'sını güneye ve batıya bakmaya zorlamaktadır.

Aynı şekilde coğrafi faktör, Avrasya Rusya'sı açısından Rusya Federasyonu'nun genel olarak Ortadoğu ve özel olarak da Arap dünyasında sürekli ileri bir rol ve konum arayışı için önemli bir neden oluşturmaktadır.


Özellikle Rusya Federasyonu'nun 'Sovyetler Birliği'nin dağılmasından ve mevcut Rus liderliğinin tüm şekilleriyle reddettiği tek kutupluluğun ortaya çıkmasından sonra kaybettiği ve kusurlu olan rolünü yeniden sağlamaya çalıştığı' jeopolitik nüfuza ve çatışmalara dayalı mücadele çerçevesinde, yeni Rusya siyasi hareketini etkileyen bir iletişim şekli ve faktörler oluştu.

Bu jeopolitik nüfuz ve çatışmalarla birlikte Rusya, mevcut ABD yönetimi altında gerçek bir reddedilme ile karşı karşıya kalan, çok kutuplu bir dünyaya dayalı uluslararası sistemde yeni bir yaklaşım çağrısı yapmaktadır.

Bu durum uyarınca, Avrasya Rusya'sı kendisini, küresel dengede varlığını ve gücünü koruyan pek çok faktör aracılığıyla, Ortadoğu ve Arap dünyasında nüfuzunu destekleyen temel kavram ve merkezleri savunabilecek bir konumda görmektedir.

Bu faktörlerin başında ise su yollarını ve kara geçişlerini koruma ve kullanma hakkı gelmektedir. Aynı şekilde Avrasya Rusya'sı, Rusya'nın ihracat ticaretinin yüzde 50'den fazlasının bu sulardan geçmesi dolayısıyla Ortadoğu ve Karadeniz'deki politikasının çoğunu bu değerler doğrultusunda dokuyor.

Aynı şekilde Sovyet döneminde eski ideolojinin yerini alan yeni Rus politikasının modern stratejisi haline gelmiş ekonomik faktör, dini kavramlar, değerler ve petrol kaynaklarının korunması da bu eylemi etkiliyor.


Hazar Denizi'ndeki uluslararası çatışma

Küresel stratejistler, 'yeni büyük oyunun', en yoğun şekilde Hazar Denizi ve Orta Asya'da görüldüğü, bununla birlikte bu kez bahislerin merkezinde 'petrol ve gazın' olduğu hususunda hemfikir.

Kazakistan, Azerbaycan ve Türkmenistan alıkoyulan ülkeler olmaları dolayısıyla, batı pazarlarına ulaşmak için aracı olarak komşu ülkelere bağımlıdırlar.

Orta Asya'daki bu yeni jeopolitik oyunun özünün, ilk olarak petrol ve gaz üretiminin kontrolü, ikinci olarak ise petrolü batı pazarlarına taşıyacak boru hatlarının kontrolü olmak üzere iki yönlü olduğu söylenebilir. 

Ancak petrole yönelik olan talep, (uzun halatlar gibi uzatılmış petrol boru hatlarının, ABD'ye 'bölgenin petrolüne ve kalkınma hedeflerine hizmet etmek için kaynaklarını kontrol etmeye çalışan ulus devletler el uzatmasına' izin verdiği 'büyük' şirketler arasında bir çatışmaya tanık olduğumuz) Orta Asya'dan Avrasya kıtasının ortasındaki Hazar Denizi'ne kadar, büyük güçlerin eski Sovyetler Birliği cumhuriyetlerindeki petrol kuyularının kontrolünü ele geçirmek için dahil oldukları savaşı tek başına açıklamıyor.

Ayrıca enerji kaynaklarının çoğunu paylaşan üç ülkenin, bu bölgede bulunduğu gerçeği de var ve bu çatışmanın merkezinde Hazar Denizi bulunuyor.


Hazar Denizi'nin stratejik önemi

Kafkaslar ve Hazar Denizi ülkeleri aracılığıyla Rusya'nın güneyinden Basra Körfezi'nin güneyine uzanan Batı Asya bloğunun, dünyanın en büyük petrol ve gaz rezervuarını oluşturması ışığında bu bölge üzerindeki uluslararası rekabetin şiddetli olması bekleniyor.

Aynı şekilde bu bölge ülkelerinin çoğunluk olarak ekonomik olarak geri kalmış ülkeler olduğu ve servetlerinin akıbetlerini kontrol edemedikleri gerçeği de mevcut.

Enerji hususundaki uluslararası rekabetin artmasıyla birlikte, arenadaki çatışma ve rekabette enerji rekabetine ve çatışmasına doğru bir kayma yaşandı. 

Hazar Denizi, 376 bin kilometrekarelik alanıyla dünyanın en büyük iç su havzasıdır. Yüzeyi, okyanus seviyesinin 9,27 metre altındadır. Rusya, Kazakistan, Türkmenistan ve Azerbaycan'ın çevrelediği Batı Asya'daki ayrıcalıklı konumu ve Çin, Hindistan, Pakistan ve Afganistan'a son derece önemli bir bölgede komşu olması nedeniyle büyük ilgi gören kapalı su kütlesidir.

Farklı kaynaklar göz önüne alındığında Hazar Denizi'ndeki petrol ve gaz rezervlerinin büyüklüğüne ilişkin çelişkili rakamlar ve oranlar mevcut.

Petrol rezervlerinin büyüklüğüyle ilgili tahminlere göre uzmanlar, bölgenin 'küresel düzeyde' Ortadoğu'dan sonra ve rezervler açısından Kuzey Denizi'nden önce geldiği ve Hazar Denizi'nin 68 milyardan fazla varil içerdiği konusunda hemfikir olsalar da farklı yorumlarda bulunuyor.

Aynı şekilde Basra Körfezi ve Sibirya'dan sonra üçüncü sırada yer aldığına ve rezervlerinin 12 ila 15 milyar varil petrol arasında değiştiğine dair tahminler de mevcut.

ABD ve İtalya'daki birçok özel araştırma merkezi, en düşük rakamı desteklerken ve Hazar Denizi petrolünün küresel petrol rezervlerinin yüzde 2,7'sini ve doğalgazın yüzde 7'sini oluşturduğuna inanırken, bölgedeki rekabeti artıran durum ise bu tahminlerin daha fazla keşifle artması beklentileri oldu.

Zira Özbekistan'ın yanı sıra Hazar Denizi ülkelerinde petrol üretiminin 2010 yılına kadar 309 milyon varile ulaşması bekleniyordu.

1990'larda ABD, Hazar Denizi havzasına girişini haklı göstermek için bu kıtadaki petrol rezervleri tahminlerini şişirdi ve Suudi Arabistan'dakinden biraz daha düşük olarak, 243 milyar varil petrolün var olduğuna değindi. 

Mantığa dönecek olursak bu rezervlerin, bugün 50 milyar varil petrol ve 9,1 trilyon metreküp gaz barındırdığı tahmin ediliyor ki, bu da küresel rezervlerin yüzde 4 ila yüzde 5'i arasında bulunuyor.

1990'ların başından bu yana bu konuları takip eden ABD'li gazeteci Steve LeVine, ABD'nin bu büyük aldatmacaya cüret ettiyse, bunun nedeninin 'ne pahasına olursa olsun BTC boru hattını (Bakü‑Tiflis‑Ceyhan Petrol Boru Hattı) inşa etmek istemesinden ve bu konuda mümkün olan her şeyi yapmış olmasından kaynaklandığını ifade etti. LeVine'a göre durum, Rusya nüfuzunun genişlemesini öngörmek ve bu genişlemeyi daha da zorlaştırmakla ilgiliydi.

2001 yılında Hazar Denizi bölgesinin ihracatı, üretilen toplam 1,2 milyon varilden yaklaşık 920 bin varile ulaştı ve bölge, ilerleyen yıllarda üretimi artırmayı hedefleyen bir grup petrol projesine tanık olmaya başladı.

Bu durumda bölgenin net ihracatı, 2010 yılında 3 milyon varili aştı ve 2020 yılına kadar yaklaşık 2 milyon varil daha artması muhtemel. Bunun yanı sıra Hazar Denizi, dünyadaki en pahalı ve en kaliteli havyarı üreten mersin balıkları için de önemli bir barınaktır.

Hazar Denizi'ni çevreleyen ülkeler arasında üretim araçları ve kullanım hakları hususunda yaşanan sorunlar çerçevesinde ve Türkiye üzerinden petrol boru hatlarıyla veya İran üzerinden Basra Körfezi'nden ulaşımla ilgili sorunlar ışığında, ABD için tercih edilen bölge Basra Körfezi bölgesidir.

Bu durum, ABD'nin kitle imha silahları meselesi ya da sözde demokrasi meselesiyle hiçbir ilgisi olmayan Irak işgalini de, ABD'nin Hazar Denizi petrolü için Afganistan, Gürcistan ve Kazakistan'a gidişini de açıklıyor. 

Öte yandan Hazar Denizi'nin statüsü, Orta Asya ülkelerinin kara ile çevrili doğasıyla bağlantılı ve iç içe geçmiş haldedir. Bir diğer önemli konu olarak bunlar, petrol ve gazı Hazar'dan dışarıya taşımak için kullanılan boru hatlarıyla ilgilidir.

Bu durum, genel olarak Orta Asya'nın ve özel olarak da Hazar bölgesinin bölgesel ve uluslararası ilgiyi çeken bir alan olarak önemiyle bağlantılıdır.

Aynı şekilde genel olarak Orta Asya ve özel olarak da Hazar bölgesi, Rusya ile İran'da temsil edilen geleneksel nüfuz ülkeleri ve başta geleneksel nüfuza sahip olanlar olmak üzere diğer güçlerin etkisini azaltmayı veya alaşağı etmeyi amaçlayan ABD gibi bölgeye hakim olmaya çalışan ülkeler arasındaki nüfuz rekabeti için bir arenadır. 


Hazar bölgesindeki enerji kaynaklarının önemi

Bölgedeki petrol ve gaz rezervlerinin çoğunluğu henüz geliştirilmediği için Hazar Denizi rezervlerinin tam gelişimi başlangıç aşamasındadır.

Sabit ve beklenen önlemler ışığında bölge, bazılarının umduğu gibi yeni bir Ortadoğu değil, ancak yeni bir Kuzey Denizi olabilir. Hazar Denizi kıyılarında İran, başka alanlardaki petrol rezervleri ve ABD ambargosunun bu rezervlerin kullanımına izin vermemesi nedeniyle Hazar'daki petrol arzının hızlı gelişmesiyle en az ilgilenen ülkedir.

Hazar Denizi rezervlerini geliştirme arzusu hissetmediği için Rusya'nın yaklaşımı da İran'ınkine benzerdir. Çünkü Rusya, zaten ülkenin başka yerlerinde kanıtlanmış devasa petrol ve gaz rezervlerine ve üretim yeteneklerine sahiptir.

Dahası, halihazırda ulusal bölümlere ayrılmış olan Hazar'ın Rus kısmı, gelecek vaat eden petrol rezervleri olarak görülmemektedir.

Üstelik İran gibi Rusya, petrol ihraç eden en önemli ülkelerden biridir ve bu nedenle ihracatta özellikle kontrolü dışında yeni rakipler görmekten mutlu olmayacaktır.

Rusya gibi Türkmenistan da Hazar petrol rezervlerinde sert bir gelişme görmekle ilgilenmiyor. Hazar kıyısı, tüm kıyılar arasında en az keşfedilen yerdir ve ülkenin herhangi bir yerinden daha fazla miktarda doğalgaz rezervine sahiptir.

Dolayısıyla orta vadeli bağımsız bir gaz ihracat altyapısı geliştirme hedefi göz önüne alındığında, Türkmenistan'ın, Rusya üzerinden geçmeye ihtiyacı yoktur.

Azerbaycan ve Kazakistan ise Hazar petrolünün gelişme ve ihracat hızına diğerlerinden daha fazla ilgi gösteriyor. Bu durum, bölgede onaylanmış petrol kaynaklarının çoğunun bu iki ülkenin kıyılarının yakınında yoğunlaşmasından kaynaklanmaktadır.

Aynı şekilde bu iki ülke, Rusya'dan ekonomik ve siyasi bağımsızlıklarını genişletebilecek, petrol ihracatından gelecek sabit para birimi finansmanına da şiddetli şekilde ihtiyaç duymaktadır. 

Bununla birlikte Hazar Denizi ülkelerinden hiçbiri, bölgesel hidrokarbon kaynaklarından yararlanmak ve kaynak keşfetmek için gerekli sermayeye sahip değildir ve öngörülebilir bir gelecekte yabancı yatırıma ihtiyaç duyacaklardır.

Dahası deniz altından petrol yataklarının çıkarılmasının teknolojik karmaşıklıkları, Hazar Denizi'ni daha geniş bir şekilde kullanma faaliyetlerini karmaşıklaştırmaktadır.

Aynı şekilde özellikle de küresel petrol fiyatlarının düşmesi halinde veya yeni geliştirilen sahalardan veya geleneksel tedarikçilerden petrol çıkarımını artırarak küresel petrol arzının artması halinde küresel petrol piyasalarının gelişimi, Hazar petrol ve gaz geliştirme programlarının çıkarlarını etkileyebilir.

Hazar petrolünün kalitesi, yüksek oranda kükürt bulunması nedeniyle büyük zorluklarla ayırt edilmekte ve bu durum da petrolü nakletmek için yüksek kaliteli korozyona dayanıklı boruların kullanımı için ek finansman gerektirmektedir. 

11 Eylül olaylarından sonra bölgedeki gelişmeler, Washington'un Moskova ve Tahran ile ilişkilerine yön vermede önemli bir rol oynadı. Ayrıca İran'ın, ABD güçlerinin varlığına veya doğrudan ABD- Batı varlığına ilişkin endişeleri, ilk kez varlıklarının dolaylı olması sonrasında arttı.

Bu da, Hazar Denizi ve bölgenin durumunun etkilenmesi anlamına geliyor. Zira İran, ABD'nin, bölgedeki çıkarlarını tehdit etmeye yönelik devam eden çabalarına ve Tahran'ın çıkarlarıyla uyuşmayan taraf ve tavırlara verdiği desteğe dayanarak bu durumun, kendi çıkarına olmadığını da anlamış durumda. 

Tarihsel olarak Hazar Denizi meselesi, uluslararası güçlerin bölgesel taraflara çıkarlarını korumaları veya İran'ın bölgedeki rolünü azaltmaları için verdiği destek tarafından temsil edilen dış etkenin yanı sıra bölgedeki birçok ülkede farklı yönelimleri ve çıkarları temelinde İran'ın, Orta Asya'daki rolünün merkezi olarak kabul edilir. 

Tarihçiler, Orta Asya'nın bazı bölümlerinin, on sekizinci yüzyılın ortalarında, özellikle de Sultan Nadir Şah'ın hükümdarlığı sırasında İran'ın kontrolü altında olduğu konusunda hemfikirdir.

Ancak Rusya hükümeti, on sekizinci ve on dokuzuncu yüzyıllarda bölge üzerindeki kontrolünü genişletmiştir. Coğrafi olarak İran; Azerbaycan ve Türkmenistan olmak üzere iki ülke ile uzun sınırlara sahiptir ve Hazar Denizi'ni Azerbaycan ve Kazakistan ile paylaşmaktadır.

Kültürel ve tarihi boyutlara gelince, İran'ın yaklaşık iki bin yıldır Orta Asya ve Kafkaslar'da önemli bir rol oynadığını görmekteyiz. Etkisi aralıklı olarak bölge ülkelerine yayılmıştı ve milattan sonra sekizinci ve dokuzuncu yüzyıllarda bu cumhuriyetler, Farsça konuşmaya başlamıştır. 

Şii çoğunluğa sahip Azerbaycan Cumhuriyeti'nde hakim olan milliyetçilikten ayırt edilemeyen İranlı Azerbaycanlılar olduğu için İran, aynı zamanda bir milliyetle de demografiyi paylaşmaktadır.

Şii Azerbaycan hariç, Orta Asya nüfusunun çoğunluğu Sünni Müslümandır. En önemlileri Türkistan halkları grubu (yüzde 58'i Müslüman) Özbekistan, Kazakistan, Türkmenistan ve Kırgızistan'ı içeren üç etnik gruba ayrılmıştır.

Bu ülkeler, Türkçe'ye yakın bir dil kullanırlar ve medeniyetleri ile kültürleri de Türkiye'ye yakındır. İran halkları grubu (yüzde 8,4'ü Müslüman), ağırlıklı olarak Tacikistan'da yoğunlaşmış durumdadır, medeniyet ve kültür bakımından İran'a benzerdir, Pers dili ve kültürünün hakimiyetindedirler, ancak Sünnilerdir.


Rusya'nın Suriye'ye müdahalesi

Putin'in Rusya'sının Suriye rejimiyle ilişkisi hususunda ise yazar, "Avrasya Rusya'sının Suriye'den vazgeçmesi, çok kutuplu dünyanın sonudur" diyen Rus düşünür Aleksandr Dugin'in analizlerine ve önermelerine atıfta bulunuyor.

Bu bağlamda yazar Dr. Vasim Kalaciyye, kitabının 122'üncü sayfasında, "Kremlin liderleri, eski ABD Dışişleri Bakanı Colin Powell'in beklediği gibi Irak'ı değil, Suriye'yi Ortadoğu'yu kontrol etmenin anahtarı olarak görüyor" ifadelerine yer veriyor.

Bununla birlikte yazar, aynı sayfada Devlet Başkanı Vladimir Putin'in realizmine ve pragmatizmine dikkati çekerek, "Vladimir Putin, Moskova'nın Ortadoğu'da Washington'un yerini almayacağını anladı. Ancak bölgedeki ABD rolünün gerilemesi, Moskova ile başta olmak üzere Arap ilişkilerinin ısınmasına yardımcı olacaktır" açıklamasında bulunuyor.

Rusya'nın mevcut Suriye rejimi karşısındaki tavrına duyduğu sempatinin bir göstergesi olarak yazar, 123'üncü sayfada "Rusya Federasyonu'nun Suriye hususundaki tutumu, Rusya'nın bölgesel eksenler veya Batı için basit bir lokma olarak Suriye ve müttefik rejiminden vazgeçmeyi reddetmesi ışığında bir ortak olarak kendisine duyulan güveni artırmak amacıyla temel bir başlangıç noktası oluşturmaktadır" ifadelerine yer veriyor.


Suudi Arabistan'ın, özellikle petrol alanında Rusya ile ilişkilerinin güçlendirilmesi

Kitabın 380'inci sayfasında ve dokuzuncu bölümünde yazar, "Suudi Arabistan Kralı Selman bin Abdulaziz'in 5 Ekim 2017 tarihinde Moskova'yı ziyareti, (bir Suudi kralın Rusya'ya gerçekleştirdiği ilk ziyaret) Suudi Arabistan'ın dış politikasında bir dönüm noktası oluşturdu. Bu, politika değişikliğinin önemli göstergelerinden biri oldu ve Suudi Arabistan'ın, uluslararası güçlerle olan ilişkilerinde daha fazla seçenek ve denge kurma arzusunu yansıttı" diyor.

Yazar, aynı şekilde şu ifadelere de yer veriyor:

Bu pragmatik mantık, ABD'nin Suudi Arabistan Krallığı'na karşı olumsuz petrol politikaları uyguladığı bir dönemde, özellikle de petrol alanında Suudi Arabistan'ın Rusya ile ilişkilerinin güçlenmesine katkıda bulundu.


Yazara göre ABD, kaya petrolü üretimindeki artıştan sonra en büyük petrol ihraç eden ülkelerden biri haline geldi ve artık OPEC'in küresel petrol piyasası üzerindeki hakimiyetinden, fiyatların yükseliş veya düşüşünü etkileyen bu enerji için üretim miktarlarından dolayı artık rahat değil.

Yazarın belirttiklerine göre ABD, Suudi petrolünü ithal etme ihtiyacını azalttı ve bu nedenle mevcut ABD siyasi liderliği, petrol fiyatları konusunun, Suudi Arabistan'ın ana direği olduğu 'OPEC' örgütünün kararlarıyla sınırlı kalmamasını tercih etti.

Rusya'ya gelince, yazara göre Moskova'nın 'OPEC'in ilan edilmemiş bir üyesi' olması için Suudi Arabistan ve OPEC ile petrol işbirliğini tercih etti.

Dolayısıyla Rusya- Suudi Arabistan petrol işbirliği, iki ülke arasında siyasi işbirliğine yol açtı. Bu çerçevede Dr. Vasim Halil Kalaciyye, kitabının 381'inci sayfasında şu ifadelere yer veriyor:

Moskova'nın bölgedeki yeni rolünü Suriye kapısı aracılığıyla güçlendirmek, ABD'nin geri çekilmesinin bıraktığı boşluğu doldurmaya çalışmak ve bu geri çekilmeyi Ortadoğu ve Avrupa'da stratejik bir Rusya lehine çevirmek için Arap dünyasında temsili için Rusya'nın, Suudi Arabistan'a ihtiyacı var.


Yazar, aynı sayfada Suudi Arabistan Dışişleri Bakanı Adil el-Cubeyr'in sözlerinden de alıntı yapıyor:

Suudi Arabistan, Suriye'de pozisyonlarımızı barışa yaklaştırmak için Rusya ile birlikte çalışıyor. Bu durum, Suudi Arabistan'ın oradaki krize karşı tavrındaki değişikliğin açık bir göstergesidir.


Yazara göre bu noktada önemli bir soru doğuyor:

Washington, Riyad'ın Moskova ile ilişkilerinde benzeri görülmemiş bir eğilme olarak görünen bu durumu kabul edecek mi? Ve bunun Riyad'ın Washington ile ilişkileri üzerindeki etkisi ne olacak?


Yazar, söz konusu soruları şu şekilde yanıtlıyor:

Washington olanlardan rahatsız olabilir, ancak Suudi Arabistan'ın Moskova ile ilişkisinin kendisiyle olan ilişkisi pahasına değişmeyeceğini de biliyor.


Yazar, Moskova'ya doğru açılıma dikkati çekerek, kitabın 382'inci sayfasında ise "Suudi Arabistan dış politikası, Riyad'ın ABD ile ilişkisinin rehinesi değildir, pragmatizmle karakterize edilmektedir" ifadelerine yer veriyor.

Bu bağlamda yazar, 'petrol hususunda iki ülke arasındaki büyük uzlaşının yanı sıra, Suriye krizini çözmek için Rusya- Suudi Arabistan işbirliğinin başlangıcına' değiniyor.

Yazara göre bu durum, George W. Bush ve Barack Obama dönemlerindeki resmi ABD pozisyonunun, bölgedeki durumla ilgili kafa karışıklığının bir sonucudur.

Dr. Vasim Kalaciyye, kitabının 384'üncü sayfasında ise şu ifadelere ter veriyor:

Putin, İran'ın Basra Körfezi ülkelerinin işlerine müdahalesini kontrol altına almaya ve İran'ın Ortadoğu'daki saldırı politikalarını dizginlemeye katkıda bulunursa, Rusya- Suudi Arabistan ilişkileri daha da gelişecektir.


Yazar, Suriye krizinin çözümüne katkıda bulunma hususunda Rusya- Suudi Arabistan yakınlaşması arasındaki bağlantıya dair görüşünü sunmaya da devam ederek, "Moskova'nın Suriye krizinin çözümüne katkıda bulunmak için yalnızca İran ve Türkiye'ye güvenmesi, Suudi Arabistan'ın çıkarına değildir" ifadelerini kullanıyor.

 

 

Independent Türkçe

© The Independentturkish

DAHA FAZLA HABER OKU