İslamcılığın tecrübeleri: Mısır ve Tunus (1)

Bülent Şahin Erdeğer Independent Türkçe için yazdı

Fotoğraf: AA

İslamcılık nedir ne değildir?

İlk nesil İslamcılar Batı işgal ve sömürgeciliğine karşı kurtuluş hareketlerini örgütlediler. Bu çizgi sömürgeciliğe ve emperyalizme karşı direnişin yeniden yapılandırmayı esas alıyordu.

İslamcılığın kurucu teorisyeni Cemaleddin Afgani'yi anmadan geçemeyiz. Afgani ile başlatabileceğimiz hareketin temelinde "İslam'ın özüne yani ilk döneme dönmek ve yenilenmek bunu da Batı'dan gelen sömürgeci saldırılara direnirken eş zamanlı yapmak" yatıyordu.

Cemaleddin Afgani, Muhammed Abduh ve Reşid Rıza üçlüsünün başlattığı Menâr Ekolü tüm kurtuluşçu, öze dönüşçü İslamcı hareketlerin annesiydi.

19'uncu yüzyılın son çeyreğinde Fas, Cezayir, Tunus, Libya ve Mısır başta olmak üzere Suriye, Azerbaycan, Batı Türkistan ve Doğu Türkistan'daki istiklal hareketlerinin öncülerinin hemen hepsi ya doğrudan ya da dolaylı olarak Menâr Ekolü'nün öğrencileriydi.

Türkiye'de ise bu ekolün sembol ismi Mehmed Akif Ersoy olacaktı. 

20'nci yüzyılda Arap dünyasındaki İslamcılığın baskın halk hareketi olan İhvan'ın kurucusu Hasan el-Benna da kendisini aynı ekole nispet eden bir diğer isim...


İslamcılık söyleminin üç ayağı bulunuyordu:

1.Evrenselcilik: Ulus kimliklere bölünmüş dünyada küresel bir adaletin tesisi.

2. Anti-emperyalizm: ABD, Rusya, Çin gibi küresel egemenlerin baskılarına, işgallerine direniş. Yerel kurtuluş mücadelelerine öncülük etme

3. Halkçılık: Yerel despotik rejimlere karşı halkın tabandaki sorunlarına öncülük etme.


19'uncu yüzyıldaki pek çok istiklal mücadelesi sömürgecileri ya yenmiş ya da yıpratmıştı. 20'nci yüzyılın bitimiyle birlikte İslamcılık pek çok coğrafyada amacına ulaşmış gibiydi. 

Libya (Senusiler), Endonezya (Nahdatu'l Ulema), Doğu Türkistan'ın (Demolla) kuruluşu ve direnişinde İslami hareketler kurucu rollerdeydi.  

İslamcı hareketler Afganistan'ın Sovyet işgaline karşı direnişte Sırpların soykırım saldırılarına karşı Bosna istiklal savaşında  Şah diktatörlüğüne karşı İran halkının özgürlük mücadelesinde hep ön safta yer aldılar.

Ancak 20'nci yüzyılın ikinci yarısına gelindiğinde yeni nesil İslamcı kadroları bekleyen en önemli imtihan güç ile sınanma olacaktı.

Mazlumken ya da mazlumlarla beraberken ideallerini koruyan İslamcı hareketlerin herhangi bir bölgede iktidar olduktan sonraki performansları hiç de iyi olmuyordu.

Bu söylem-eylem çelişkisini Sosyalistler de yaşamıştı. SSCB'nin yıkılışıyla beraber mahçup Marksistlerin "reel sosyalizm" ,"revizyonizm" gibi kavram ve tanımlamalarla mesafe koydukları SSCB deneyiminin benzerini de devlet kademelerine gelen İslamcılar da yaşıyordu.

Burada Marksistler gibi İslamcıların da tahakküm, devlet hiyerarşi ve güç gibi kavramlarla hem teoride hem de pratikte sağlıklı bir tutum alamadıklarını görüyoruz.


1. Mısır tecrübesi ve dersler

Mısır'da Arap Baharı sürecinde İslamcılar ikiye bölünmüştü. Ana akım olan İhvan-ı Müslimin ve Selefiler. İhvan iktidarı kucağında bulmuştu.

Sonuçta denklem şöyleydi:

  • Ordu
  • Devlet bürokrasisi 
  • Ülkenin en örgütlü siyasal muhalefeti İhvan
  • Devrimin öncüsü gençler, sivil toplum hareketleri
  • Tabanı olmayan Baradey gibi Liberal azınlık siyasiler
  • Selefi İslamcılar
  • Hristiyan azınlık


İhvan'ı bekleyen kaynar kazan: Mısır'ın 28 Şubat süreci

Bu ortamda siyasal iktidarı yüklenmek İhvan için kaçınılmaz olmuştu. İhvan, Mübarek sonrası için hem ordu hem de devlet bürokrasisi ile anlaşmıştı.

İhvan açısından bakıldığında sivil toplumun ya da liberallerin devrimi yüklenmeleri mümkün olmadığından eskiye dönülmemesi için ülkenin en örgütlü partisi olarak bu süreç yürütülmeliydi.

Askerler açısından ise İhvan tecrübesizliği açısından kolay lokmaydı. Uzlaşılsa da kısa vaadede yıpratılarak seçimle ya da darbeyle ortadan kaldırılabilirdi ki öyle de oldu.

Mübarek sonrası 2011 yılı Mısır için ekonominin çöktüğü seneydi. G20 ülkeleri Mısır ekonomisine yardım etseler de ülkenin içinde bulunduğu çöküntüyü bu da engelleyemedi. Ülkede suç oranlarının artması ve güvenlik açığı engellenemedi. 


Peki İhvan açısında zaaflar ve sorunlar nelerdi? 

  • Ülke devrim sonrası yönetim biçimi olan başkanlık sistemini değiştirmedi. 
  • İhvan "siyasi parti" olamadı "siyasal cemaat" olarak kaldı.

25 Ocak Devrim sürecinde meydanlara inmeyen İhvan bekle-gör stratejisi izleyerek temkinli bir tavır almıştı. Bu tavrı sebebiyle devrimcilerden tepki toplayan İhvan yönetiminin o süreçte ordu ile pazarlık yaptığı iddia edilmişti.

Bir başka gerçek ise Hüsnü Mübarek'in Mısır statükosuna aykırı biçimde yerine bir sivili, oğlu Cemal Mübarek'i getirmeye çalışmasıydı.

Oysa statükoya göre tüm tek adamlar geleneksel olarak (Necib, Abdunnasır, Sedat, Mübarek gibi) ordu içinde çıkmalıydı.

Cemal'in veliaht olarak hazırlanması hem sivil kamuoyunda nepotizm ve saltanat özlemi simgesi olarak görülmüş ve büyük öfkeye yol açmış hem de askeri bürokraside geleneğin bozulması olarak görülmüştü.

Tahrir Devrimini bu sivil öfke-askeri endişe kesişmesi pişirecekti.

Halk hareketinin seyrine bu sebeple göz yuman ordu açısından "kolay lokma" olan İhvan ile anlaşmıştı.  

Mübarek sonrasında İhvan, ilk etapta kendi içerisinden aday çıkarmayacağını, devrimcilerin üzerinde anlaştığı daha tarafsız bir ismi destekleyeceğini açıkladı; ancak buna rağmen Muhammed Mursi'nin adaylığının ilan edilmesiyle diğer devrim bileşenlerinde şüphe uyandırdı.

Bu yanlış adımın ardından Haziran 2012'de Muhammed Mursi oyların yüzde 51'ini alarak Mısır'ın seçilmiş ilk devlet başkanı oldu. Ancak seçimlere katılım oranı ilk turda yüzde 46,4'te, ikinci turda ise yüzde 51,8'de kalmıştı.

Nur Partisi'yle birlikte Mısır parlamentosunun büyük bir kısmının İslamcılardan yana şekillenmesinin yanı sıra Mursi'nin devlet başkanı olması, sekülerlerin Mısır siyasetinden ve anayasa yapım sürecinden giderek dışlanmalarına yol açtı.

Üçüncü hayati yanlış, Mursi'nin 22 Kasım 2012'de "Devlet başkanının devrimin kazanımlarını korumak için her türlü karar yetkisine sahip olacağına ve söz konusu kararların da yargı yetkisinden muaf tutulacağına" ilişkin bir kararname yayınlaması oldu.

Böylelikle kendini yalnızlaştıran ve hedef haline getiren Mursi için 'Mısır'ın yeni firavunu' olduğuna manşetler atılmaya başladı.

Sonraki süreçte anayasada rejimin niteliğinin ne olacağına ilişkin tartışmalar hem toplumsal huzursuzluğun artması ve sokak hareketinin bu sefer Mursi karşıtlığı üzerinden alevlenmesi, Mısır siyasetinin yeni bir krize girmek üzere olduğuna işaret ediyordu.

Gerçekten de, 2013 yılının Haziran ayıyla birlikte, sadece Kahire'de değil, Mısır'ın diğer kentlerinde de Mursi ve İhvan karşıtı eylemler sonucunda, Abdülfettah es-Sisi liderliğindeki Mısır ordusu Mursi'ye ve İhvan'a darbe yaptı. 

Bu noktada şu hususun altını çizmekte fayda var: Ordu, Müslüman Kardeşler karşıtı eylemleri organize eden Temerrud (İsyan) hareketinden Kıptilere, Kıptilerden el-Ezher Şeyhine kadar farklı kesimlerin çağrısıyla yönetime el koymuştu (Özkoç Özge (2016).

Arap Dünyasında Demokratikleşme Süreçleri ve Siyasal İslam: 29 Müslüman Kardeşler ve En-Nahda Hareketi Üzerine Bir Karşılaştırma Mülkiye Dergisi, 40 (1), 29-56.) 


Gelinen süreçte seküler ve İslamcı tüm taraflarıyla sivillerin tecrübesizliğinden faydalanan ordunun kolay lokma İhvan'ı oyuna getirdiği ve İhvan karşıtı endişeli sekülerleri de kullandığı söylenebilir. 

Yönetimi tek elde toplayan ve tek görüşü kadrolarına tahsis eden eski sistemin kontrolüne geçen İhvan yeni bir "yönetişim" sistemi tesis etmeliydi.

İhvan bunun için çabalamadı değil. Gençlik örgütlerini, sivil toplum hareketlerini, Liberalleri yönetime dahil edebilirdi. İhvancı olmayan bir bürokrat Hişam Kandil Mursi tarafından Başbakan yapıldı.

35 üyeli Kandil Hükümetinde İhvan'dan sadece 4 bakan vardı. Mursi kendisine yardımcı olarak ülke tarihinde ilk kez bir Hristiyan'ı Kıpti Kilisesi'nden Samir Morkus  Selefi Nur Partisi Başkanı İmad Abdulgafur'u seçti. 

Ancak bu süreçte Mursi'nin kararlarında yardımcılarına danışmaması ardı ardına istifaları beraberinde getirecekti. Morkus ve ardından atanan Sekina Fuad yardımcılıktan istifa ettiler.

   
Diğer yandan Dışişleri Bakanlığı gibi makamları askerlerle arası iyi olan ya da eski rejim bürokrasisinden kişilere bırakabilirdi. İç politik dengelerde yalnızlaşmasına yol açtı.

Siyasal cemaat olarak kaldığından ülke huzurunu bozan diğer siyasal cemaatlere gereken baskıyı yapamadı. Bunların başında kuşkusuz Selefiler geliyor.

Selefi kesimin devrimciler arasındaki İslamcı-Seküler bölünmesini derinleştirdiğini görüyoruz.

Bunların başında sanal tartışmalarla gündemi zehirlemek geliyor: "Mayo giyen kadınları tutuklayacağız, çıplak firavun heykelleri küfürdür hepsini mumla örteceğiz, piramitleri yıkacağız" gibi açıklamalar gibi. 

 
Selefi gruplardan gelen provokatif açıklamalar ve ülkenin diğer kesimlerini kışkırtan suni gündem konuları ülke kamuoyunu sorumluluğun İslamcı İhvan'da olduğu ve İhvan'ın bu grupları himaye ettiği algısını güçlendirdi. 

Selefilerin Hristiyanlara, Sufilere ve Şiilere yaptıkları fiili saldırılar ve ortaya çıkan şiddet tablosu da bu algıyı bir milli güvenlik sorunu olarak görülmesine yol açıyordu. 

Elbette bu provokasyonlardan İhvan sorumlu değildi bilakis mağduruydu ancak bu sürecin seküler kesimle işbirliğinin kuvvetlendirilerek etkisizleştirilmesi gerekiyordu.


Ordunun çok güçlü ve sivil hayatta etkin olduğu, İslamcı olmayan kesimlerin bulunduğu, Hristiyan kesimin etkin olduğu bir ülkede İhvan'ın bu duruma düşmesinin sebeplerinden biri de İhvan İslami hareketinin "siyasal parti" olamaması siyasi cemaat olarak kalmasıdır.

Siyasal cemaat olduğunuzda siyaseti dinsel bir ayrışma ekseninde görmeye ve biz-onlar şeklinde hareket etmeye başlarsınız ki bu da "demokratik ulus devlet" sistemi olarak dizayn edilmiş bir siyaset zeminde dini karakterli bir siyasi bir hareketin toplumun tüm kesimlerini kuşatabilecek siyasal bir parti şeklinde örgütlenmesi gerekir.

Bu konuya yazımızın Tunus ile ilgili kısmında yine odaklanacağınız.

- Karar alma mekanizmalarında dış etkiye çok açık durumda kaldı

İhvan, iktidarı devrim bileşenlerine paylaştırmayıp içeride eski sistemin devamcısı görüntüsü verdiğinden ve yönetişim zaafı göstermiş bu da gücünü/karar alma süreçlerini tahkim etmek için Türkiye gibi dış aktörler ile orantısız bir etkileşime girmesine sebep olmuştur.


- İkinci büyük hatası aceleci dış politika çıkışlarıyla içeriden zayıflayan iktidarını dışarıdan da tehdit haline dönüştürmesi oldu. 

Bu adımlar:

  • İktidara gelir gelmez İsrail'le gerilime girmesi, 
  • Körfez ülkelerine meydan okunması sebebiyle bu ülkelerin blok olarak bu yeni yönetimi kendilerine yönelik rejim değişikliği tehdidi olarak algılaması
  • Suriye iç savaşında açıktan İran karşıtı tavır alması İran'ın yeni yönetime cephe almasına yol açtı.
  • Libya'ya doğrudan müdahil olması, Batı dünyasının İhvan yönetiminden kuşku duymasına yol açtı.

Tüm bu adımların içeriklerin yanlış olduğunu söylemiyorum. Ancak uluslararası sistem öyle dengeler üzerine kurulmuş ki sizin uzun soluklu diplomatik çabalarla ilmek ilmek dokuyacağınız ilişki ağları, kamu diplomasileri ile sağlamlaştıracağınız zeminler üzerinden bu adımları atmanız, bu durumda dahi içerideki dengeler ağını doğru hamlelerle kurup içeride güçlenmeniz gerekiyor.

İç ve dış zeminlerde elinizi rahatlattıktan sonra yukarıdaki adımları attığınızda götürüsünden çok getirisi oluşuyor.

 
İçeride yalnız ve zayıf dışarıda da aceleci adımlarla -Türkiye dışındaki- tüm bölgesel güçleri/blokları karşısına almış bir iktidarın çok fazla tutunabilmesi beklenemezdi.

İhvan, içeride iktidarını orantılı biçimde paylaşıp bir geçiş süreci yönetişimini başarabilmiş olsaydı hem devrimin ömrünü uzatmış hem de asker-sivil ilişkilerini yeniden dizayn etmiş olacaktı.

Ancak karar alma süreçlerinde dışarıya fazla güvenip yerel dinamiklere fazla dayanmaması askeri darbenin hem içeride hem dışarıda taraftar bulmasına zemin hazırladı. 
 

 
Nitekim Genelkurmay Başkanı Abdülfettah Sisi hem Körfez ülkelerini hem Batı dünyasını arkasına alabileceğini gördüğü zaman harekete geçmiş ve darbe ilanını arkasına Kıpti Patriği II. Tavodros ve Ezher Şeyhi Ahmed Tayyib'i, Muhammed Baradey'i, Temerrüd gençlik hareketi lideri Muhammed Bedr'i ve Mursi'nin eski danışmanı Sekina Fuad'ı alarak yapmıştır.

Selefi Nur Partisi de darbeye açık destek vermiştir. Ardından yaşanan meydan katliamları ve vahşi darbe düzeni ise cabası.  

Mısır tecrübesi sonuç itibarıyla Türkiye'deki 28 Şubat post-modern darbe sürecinin déjà vu'su niteliğindedir. İhvan yönetim kadroları Türkiye'de yaşanan tecrübeyi iyi analiz edip bundan dersler çıkartabilselerdi süreci daha soğukkanlı yönetebilirlerdi. 


Tunus'ta Nahda başarısı

Rejimleri ve toplumsal dinamikleri birebir olmasa da birbirlerine benzeyen iki ülke Mısır ve Tunus.

Kısmi demokratik kurumları ve sivil toplumu olan ama otokrat bir "tek adam" tarafından yönetilen bu iki Arap ülkesinde siyasi muhalefet bir dekordan ibaretti.

Tunus'ta polis Mısır'da ise ordu çok etkindi. Arap halk isyanlarıyla her iki "tek adam" da (Zeynel Abidin Bin Ali ve Hüsnü Mübarek) devrilmiş, her iki ülkede de tek adamların dayandıkları silahlı bürokrasiler bu "devrilme/devrim"e göz yummuştur. 
 

ennahda_supporters003.jpg
Fotoğraf: Twitter


İki ülkede ordunun rolü 

Tunus ordusu, Mısır'dan farklı örgütlendi. Burgiba, kendisine karşı yapılabilecek olası bir darbe riskine karşı ordudaki asker sayısını sınırlandırmış, orduyu siyasetin dışında konumlandırmıştı.

Çünkü Mısır'da rejim Nasır döneminde askerler eliyle kurulmuşken Tunus, Lübnan'da olduğu gibi Fransa ile müzakereler yoluyla barışçıl biçimde bağımsızlığını elde etmişti.

Bu sebeple Tunus Ordusu, Mısır Ordusu'nun aksine pasif bir yapı olarak kaldı. Arap halk isyanları sırasında Bin Ali ve Mübarek'e karşı benzer tutumlar alsalar da iki diktatörün devrilişi sonrası Tunus'tan farklı olarak Mısır'da geçiş süreci ordu eliyle yürütülürken ve Mısır siyasetindeki her kriz ordunun inisiyatifi ile çözülürken, Tunus'ta ise devrim sonrası ordu politik sahneye doğrudan karışmamış ve geçiş süreci siviller aracılığıyla yürütülmüştü.


Her iki ülkede de yapılan ilk bağımsız demokratik seçimlerde İslamcı partiler iktidara gelmiştir: İhvan ve Nahda.

İhvan'ın siyasal bağlamını, olumlu-olumsuz koşullarını süreçte yaptığı hataları belirtmişken Nahda'nın İhvan'ın hatalarını tekrarlamadığını ifade edebiliriz.

Tunus'taki siyasal denklemin taraflarına bakalım:

  • Ordu / Polis silahlı bürokrasi
  • Devlet sivil bürokrasisi 
  • İslamcı Nahda 
  • Laik seküler sağ ve sol partiler
  • Devrimin öncüsü gençler, sivil toplum hareketleri
  • Selefi İslamcılar


Nahda devrim sonrası süreçte İhvan'ın aksine hangi adımları attı?

- Ülke devrim sonrası yönetim biçimini değişime uğrattı.

Yönetimin Tek Adam sistemine tekrar dönmemesi için güçlendirilmiş parlamanter sisteme geçildi ve Cumhurbaşkanlığı sembolik bir makama dönüştürüldü. Bu da Nahda'nın elini güçlendirdi. Eski rejimde tek elde toplanan güç paylaştırıldı.

Mısır'dan farklı olarak, 1946 yılında kurulan ve Tunuslu işçileri temsil eden Tunus Genel İşçi Sendikası (Union Générale Tunisienne du Travail / UGTT), rejimin konsolidasyonunda ve 'sosyalist' bir ekonomi politikasının takip edilmesinde Burgiba'nın kritik müttefiklerinden biriydi.

UGTT Bin Ali döneminde sosyalist çizgideki Cebhetu'ş Şa'biyye (Halk Cephesi) ile birlikte ülkenin en örgütlü muhalefetini oluşturdu.

Nahda İhvan'ın aksine tabanı olan ama örgütlenememiş bir taraftı. Mısır'da ise UGTT gibi güçlü bir aktör yoktu.

Nahda, Tunus'ta Şeriat kanunlarının anayasanın temeli olmayacağını açıklayarak atmosferi yumuşattı. Ekim 2011'deki ilk demokratik devlet başkanlığı seçimleri için parti içerisinden aday çıkarılmadı; liberal bir insan hakları aktivisti olan Munsif Merzuki desteklendi.

Aynı şekilde 2. Cumhurbaşkanı da Kays Said desteklendi. Nahda hükümetlerde de benzer tutum sergilerken Meclis Başkanlığı gibi konumlarda yer alıyor.
 

Tunus Belediye başkanı Souad Abdel Rahim (ortada sağda), 3 Temmuz 2018'de yüklenen bir fotoğrafta görülüyor. Fotoğraf- Nahda.jpg
Tunus Belediye Başkanı Souad Abdel Rahim (ortada sağda), 3 Temmuz 2018'de yüklenen bir fotoğrafta görülüyor / Fotoğraf: Nahda

,
- İkinci önemli adım aceleci dış politika çıkışları yapmamış içerideki dengeleri oluşturmadan iktidarını dışarıdan da tehdit haline dönüştürmemiştir.

Nahda özellikle Fransa-Körfez ve Türkiye eksenlerinin tam ortasında duran Tunus'ta iç dengeleri gözeterek yönetimi İhvan gibi kendi elinde toplamak yerine "yönetişim" örneği olmuş böylece gücü ve sorumlulukları devrim bileşenlerine dağıtarak kendi pozisyonunu rahatlatmıştır. 


- Nahda "siyasal cemaat" evresinden "siyasi parti" evresine geçti.

Nahda Genel Başkanı ve çağdaş İslami hareketin önde gelen fikri ve siyasi önderlerinden Raşid Gannuşi, 2016'da "davet ve siyaset" faaliyetlerini birbirinden kesin çizgilerle ayrıştıracaklarını ilan etti.

Gannuşi, Nahda'nın "kimliğin savunulmasından demokratik geçişin teminine, bugün itibarıyla da ekonomik geçişe yönelecek doğrultuda evrildiği" tespitini dile getirerek, "Modern bir devlet, ideolojilerle, büyük sloganlarla ve siyasi çekişmelerle değil, pratik programlarla idare edilir" değerlendirmesinde bulundu.

Kongrede de benimsenen bu yaklaşıma göre, partide aktif siyaset yapan figürler dini alanlarda faaliyet göstermeyecek, mesela bir camide hutbe okumayacak, vaaz veremeyecek.


- Karar alma mekanizmalarında dış etkiyi minimize etti

Nahda özellikle Türkiye ve Katar'la yakın dursa da Türkiye'nin ya da Lübnan'da ve Cezayir'de olduğu kadar Fransa'nın Tunus içerisinde müdahil olduğunu söyleyemeyiz. 

Sonuç itibarıyla Gannuşi önderliğindeki Nahda'nın Tunus dengelerini iyi okuduğunu yönetişimde başarılı olduğunu ve böylelikle gücü dağıtarak Tunus'ta karşı-devrimci bir darbe ya da yeniden bir tek adamcılık eğilimlerini marjinalize ettiğini görüyoruz.

"Siyasal cemaat" olarak kalmamak konusunda da hem teorik derinliği hem pratik adımları İhvan'ın başarsızlığının tersine Nahda'yı Tunus'ta kilit role sahip bir siyasi aktör kılıyor.

Böyle bir "dengeleme" radikal İslamcılar için sapma olarak görülse de İslamcı siyaset açısından önemli ilkesel bir açılım aslında.

Çünkü dünyada İslamcı siyasetin genel sorunlarının başında İslamcılığın dünyevi bir içtihadlar bütünü olduğu ve kutsal olmadığı gerçeğini ıskalamak geliyor.

Hükümet olunduğunda ya da Devletleşildiğinde toplumsal gerçekliği, dengeleri, dinamikleri gözardı etme, kendi doğrularını tepeden inmeci biçimde dayatma, gücü tekelde toplayıp despotlaşma gibi sorunlara karşı bir çözüm niteliğinde.   

Tabi bu noktada Nahda'yı idealleştirdiğimiz anlaşılmamalı sadece mevcut tabloda İhvan'a göre daha tutarlı adımlar atabildiğini bu sebeple İhvan başarısız olurken Nahda'nın süreci iyi yönettiğini ifade edebiliriz.

Bir sonraki yazımızda İslamcılığın Sudan, başta olmak üzere diğer ülkelerdeki tecrübesini masya yatıracağız. 


Kalın sağlıcakla.

 

 

*Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Independent Türkçe'nin editöryal politikasını yansıtmayabilir.

© The Independentturkish

DAHA FAZLA HABER OKU