Lübnan iç savaşıyla Amerika'nın bugünkü durumunu karşılaştırmak abartılı olur

ABD'nin geleceğini Lübnan gibi parçalanmış, trajik bir ulus çerçevesinde tartışacaksak Ortadoğu'dan çıkarılması gereken gerçek derslerden bahsedelim

İç savaşın sürdüğü 1982'de İsrail yanlısı aşırı sağcı Hıristiyan Falanjist milisler, Beyrut'ta Filistinlilerin yaşadığı Sabra ve Şatilla mülteci kamplarını basarak üç binden fazla kişiyi katletti (AP)

1990'larda, hatta 2000'den sonra bile siyasi kaos veya "iç patlama" tehlikesi içindeki ülkeler (içgüdüsel olarak hâlâ isteksizce kullandığım bir kelime, bir diğeri de "merkez üssü") "Lübnanlaşma" tehlikesi içinde olurdu.

fazla oku

Bu bölüm, konuyla ilgili referans noktalarını içerir. (Related Nodes field)

Cibuti "Afrika Boynuzu'nun Beyrut'u" olacaktı, Balkanlar da kaçınılmaz olarak "Lübnanlaşmaya" maruz kalacaktı. Bir süre için de küçük iç savaşlar (Tacikistan, Ukrayna) “Balkanlaşabilirdi”. Fakat Ortadoğu'nun efsanevi İsviçre'si, cennet ve cehennemin Beyrut'u her zaman sessizce geri döndü. İç savaşı resmen sona erdikten sonraki on beş yıl boyunca Anka kuşunu emsal alan bir ülke için bu büyük haksızlıktı.

Fakat şimdi Beyrut bir kez daha deliliğin, siyasal mantıksızlığın, yolsuzluğun ve şiddetin uluslararası tablosunda yerini aldı. Peki bu seferki karşılaştırma ne? Elbette Amerika'yla. Zavallı Lübnanlılar bunu hak etmiyor. ABD'nin küçük ülkelerine yönelik politikası ve Washington'ın İsrail'in düzenli işgallerine verdiği alçakça destek Lübnan'ın trajedisinin ortaya çıkmasında büyük rol oynadı.

Şimdi elbette ki Donald Trump'ın başkanlığı ve kargaşa dolu olası akıbeti (ABD ordusu kasımda Beyaz Saray'ı savunacağına mı yoksa saldıracağına mı karar verirken kalıcı bir Trumpizm) Beyrut'u tekrar klişe tahtasına geri taşıdı.

O halde, birkaç hafta önce daha fazla (ya da en azından 6 ay boyunca) bahsetmemeye yemin ettiğim bir arkadaşımdan bahsedeyim: New York Times'ın İmparatorluk Elçisi Thomas Friedman. Tom ve ben 1980'lerde ikimiz de Lübnan iç savaşıyla ilgili haber yaparken o tekrar Kudüs'e atanıp Beyrut'tan ayrılana kadar birkaç hikaye paylaştık. Ama geçen hafta, en azından mecazi anlamda bir intikamla geri döndü. CNN'de kulağa iyi gelen fakat pek de anlamı olmayan ama yine de herkesin daha sonra hatırlayacağı klasik bir denklem hakkında konuştu.

Friedman, Anderson Cooper'a "Kariyerime Lübnan'ın tarihindeki ikinci iç savaşı takip eden bir gazeteci olarak başladığımı biliyorsunuz. Şimdi kariyerimi Amerika'nın tarihindeki ikinci iç savaşı haberleştiren bir gazeteci olarak bitirmekten korkuyorum" dedi. Cooper cevap beklemeksizin "Buna gerçekten inanıyor musun?" diye sordu. Ama tabii ki Tom buna inanıyordu; Trump'ın barışçıl bir iktidar geçişi gerçekleştirmeyeceğine dair sözleri, Amerika'nın ikinci iç savaşına doğru ilerleyebileceği anlamına geliyordu.

Lübnan tarihinde yalnızca bir defa (Tom ayrıldıktan çok sonra) ülkenin kısa bir süre iki rakip "başbakana" sahip olduğunu, bunlardan birinin şans eseri Lübnan'ın günümüzdeki gerçek Cumhurbaşkanı (ve Suriye'nin desteğine sahip) olduğunu bir an için unutalım. Aslında 1990'da (işte yine başlıyoruz) Suriyeliler tarafından bombalanarak sarayından çıkarılmıştı.

Ama neyse, önemli değil. Friedman ilk olarak, Trump hakkındaki Cassandravari (Truva Kralı Priam'ın kehanet gücüne sahip fakat kimsenin kehanetlerine inanmamasıyla lanetlenmiş kızı-çn.) uyarılarından yalnızca bir aydan biraz fazla süre önce, eylülde Levant'ın yumuşak sularına geri dönmüş, Lübnanlıların Beyrut'un birkaç mahallesini yerle bir eden amonyum nitrat patlaması karşısındaki hayli şüpheli tepkilerini ABD'nin Kovid-19'a verdiği tepkiyle karşılaştırmıştı. İmparatorluk Elçisi, "Ortadoğu'daki gibi Amerika'da da artık her şey giderek siyasi; iklim, enerji, pandemi sürecindeki yüz maskeleri bile" diye yazdı.

Ne var ki daha sonra ülkenin talihsizliklerinin tamamının ya da çoğunun Lübnan toplumunun sekter doğasının suçu olarak gösterildiği Lübnan'ın yakın tarihine yönelik son derece haksız bir eleştiriyi benimsedi ve Amerika'nın iki siyasi partisinin iktidar için yarışan dini mezheplere benzediğini ekledi. Ve bu, çarşamba günkü gürültülü başkanlık cümbüşünden önceydi. Friedman "Onlar (Lübnanlılar) kendilerininkilere 'Şiiler ve Sünniler ve Maroniler' veya 'İsrailliler ve Filistinliler' diyor" diye yazdı.

Biz bizimkilere 'Demokratlar ve Cumhuriyetçiler' diyoruz fakat bizimkiler artık tıpkı iktidar olması ya da ölmesi gerektiğine inanan rakip kabileler gibi davranıyor. 

Doğrusu, bir noktaya kadar öyle Lord Copper.
 


Çünkü bu basit hesaplamada eksik olan iki unsur var. Friedman'ın takip ettiği ikinci Lübnan iç savaşı, o dönemde belki 350 bini Lübnan'daki mülteci kamplarında yaşayan Filistinli mültecilerin yaşadığı trajediyle yakından bağlantılıydı. Bu mülksüzleştirilmiş insanlar olmasaydı, mezhepçilik çatışmalar ya da bizzat Friedman'ın 1982'de haberleştirdiği Sabra ve Şatilla katliamı olmaksızın varlığını sürdürebilirdi. Ve İsrail'in o yıl Filistinlileri Suriye'ye sürmek ve azınlıktaki Hıristiyan Marunileri iktidarda güçlendirmek amacıyla Lübnan'ı işgal etmesi, iç savaşta hayatını kaybedenlerin neredeyse yüzde 9'una tekabül eden 17 bin cana mal oldu. Bu kısa "İsrailliler ve Filistinliler" yorumu dışında, Friedman Filistin'i hikayeden çıkardı.

Şaşırmış değilim. Çünkü bugün Birleşik Devletler'deki en bariz siyasi Ortadoğu karşılaştırması Filistinliler ve Siyahi Amerikalılar arasında ortaya çıkıyor. Hayır, mücadelelerden birinin milliyetçilik, diğerinin ırkçılık üzerine olduğunu biliyorum. Fakat İsrailliler ve sözde arkadaşları Beyaz bir polisin Siyahi bir Amerikalıyı vurmasıyla İsrailli bir polisin bir Filistinliyi vurması arasında bir paralellik olduğunu öne süren herkesi karalamaya çalışsa da, Amerika'daki Siyahi erkekler ve kadınlarla Filistinlilerin ortak bir talebi var: Haysiyet. Ve insan hakları.

Siyahi Amerikalılar ataları dört yüz yıl önce köleleştirildiğinde mülksüzleştirildi. Filistinliler yarım yüzyıldan biraz daha uzun bir süre önce topraklarından mahrum bırakıldı. Fakat her ikisinin de birçok ortak noktaya sahip meşru şikayetleri var. Filistin Boykot, Tecrit ve Yaptırım (BDS) hareketine destek verenlerin ABD'deki Siyahilerin Hayatı Önemlidir hareketine yürekten destek vermesi şaşırtıcı değildi.

Ve birçok Siyahi Amerikalının Filistin trajedisi karşısındaki kişisel tepkilerini göz ardı etmek imkansız. ABD'ye yaptığım pek çok seyahatte, ne zaman siyahi biriyle Ortadoğu hakkında konuşsam, her zaman istisnasız olarak Filistinliler için duydukları sempati ve üzüntüyü dile getiriyorlar. Batı Şeria, Gazze ve diasporadaki Filistinli mülteciler hakkında her zaman bilgiyle, açıkça ve samimi bir kaygıyla konuşuyorlar.

Yine de çoğu Beyaz Amerikalı, Ortadoğu'ya solcu bir perspektiften dahil olanlar hariç (tabii ki buna birçok Yahudi Amerikalı da dahil), neredeyse her zaman Filistinlilerle ilgili herhangi bir açık tartışmaya telaşa kapılarak yanıt veriyor. İsrail'i eleştirmenin bedelini biliyorlar.

Ama görünen o ki bunların hiçbiri Amerikan seçimleri sırasında tartışılmaya değer değil. Merak ediyorum, Lübnan'daki dinlere bu denli kendini kaptırmış Friedman neden Amerika'daki Hıristiyan Evanjeliklerin Trump üzerindeki acınası etkisinden ve İsrail'e verdikleri destekten hiç bahsetmedi? Bu ABD seçim kampanyasında, hele ki bu haftanın Trumpvari curcunasında tartışma konusu edilebilecek bir şey değil, herhangi bir Amerikan gazetesinde köşe yazısında tartışılabilecek bir şey hiç değil. Fakat bu, ülkenin Ortadoğu'daki politikasının (tabii Trumpland'da böyle bir varlık bulunuyorsa) merkezinde yer alıyor.

Elbette hepimiz biliyoruz ki Amerikan seçimlerinde, çoğu demokraside olduğu gibi eğitim, sağlık ve istihdam ilk sırada geliyor ama Birleşik Devletler'in geleceğini Lübnan gibi parçalanmış, trajik bir ulus çerçevesinde tartışacaksak, Ortadoğu'dan çıkarılması gereken gerçek dersler hakkında konuşalım. Ve Friedman'ın iddia ettiği gibi şu anda Amerika'daki her şey siyasiyse, bir sonraki başkanın önümüzdeki aylarda kaçınılmaz olarak tehlikeler listesinin başında bulacağı toprakların en kanlı tarihi hakkındaki gerçekleri söylemeliyiz.

Tom'un hâlâ iyi bir arkadaş olduğunu eklemeliyim. Aslında, Kovid-19 hepimizi kuşatmadan birkaç ay önce Friedman'la ben aynı sahnede olmasak da İrlanda'nın doğu kıyısındaki bir kitap festivaline katılmıştık. Pazar kahvesi için yerel bir köy bakkalında buluştuk ve orada Trump'ın güvenilmezliği karşısındaki küçümsemesini ifade etmişti (bence yeterli bir küçümseyiş değildi ama Tom böyle biri işte). Ve ayrılırken kahve dükkanının yıllardır tanıdığım sahibi Mairead'e hoşça kal dedim. Tom'u tanıtmak üzereydim ki ona o tatlı gülümsemesiyle "Ben de Amerika'nın Robert Fisk'iyim" dedi.

Tanrı şahidim olsun, bu hiç aklıma gelmemişti!



 

independent.co.uk/independentpremium/voices

Independent Türkçe için çeviren: Noyan Öztürk

Bu makale kaynağından aslına sadık kalınarak çevrilmiştir. İfade edilen görüşler Independent Türkçe’nin editöryal politikasını yansıtmayabilir.

© The Independent

DAHA FAZLA HABER OKU