İki cihan âresinde: Chinua Achebe

Ahmet Sait Akçay Independent Türkçe için yazdı

Yirminci yüzyılın önemli düşünürlerinden Frantz Fanon Yeryüzünün Lanetlileri kitabında şunları söyler:

Avrupa için, kendimiz için, insanlık için, dostlar, yeni bir başlangıç yapmalıyız, yeni düşünme biçimini geliştirmeliyiz ve yeni bir insanı yaratmak için çaba sarf etmeliyiz.


"Yeni bir insan yaratmak", postkolonyal edebiyatın en temel ilkesidir. Chinua Achebe'yle birlikte uluslararası sahada tanınırlığını kazanan postkolonyal edebiyatın birinci amacı, Avrupa-merkezci edebiyat algısını dönüştürmekti. Bu kısmen başarıldı da. 

Ancak Dipesh Chakrabarty'nin vurguladığı gibi, Avrupa'nın taşralaştırılması nerdeyse imkansızdır. Ancak sorgulanamaz, kritik edilemez manasına da gelmiyor bu.

Batı kendi mekanizması içinde ötekileri barındırmaz, ötekilerin sesleri ancak 1950'lerden sonra sömürgecilikten çıkış decolonization süreciyle birlikte yükselir. 

Chinua Achebe, Wole Soyinka, Christopher Okigbo, Dambudzo Marechera, Nuruddin Farah, Aimé Césaire, Assia Djebar, Ngùgì wa Thiong'o, Jamaica Kincaid, Caryl Phillips, Sembène Ousmane ve Salman Rushdie gibi postkolonyal yazarların, şairlerin eserleri sadece edebi kanonu genişletmekle kalmamış, aynı zamanda edebiyat düşüncesinin dönüşmesinde de önemli katkıları olmuştur. 

Achebe animist gerçekçidir, romanlarını anlamak için İgbo kozmolojisinden, inanç pratiklerinden, animizmden anlamak gerekir. 

fazla oku

Bu bölüm, konuyla ilgili referans noktalarını içerir. (Related Nodes field)

Achebe'nin Parçalanma romanı, Batı'da olağanüstü ilgiyle karşılaşmıştır, bunun tek sebebi vardır: Romanın içerdiği kültürel ögeler, etnografik ve antropolojik veriler. 

Achebe, anlatının sahiciliğini sorunsallaştırmasının yanında kanonik edebiyatın merkezi otoritesini de sorgular. 

Latin Amerika edebiyatını "büyülü gerçekçi" diye ne olduğu belirsiz bir kavramla ötekileştiren Batı edebiyat otoritesi, Afrika edebiyatını da egzotik bir içeriğe hapsetmek istemiştir. 

Ancak Things Fall Apart [Parçalanma] romanı egzotik algıya karşı yazılmıştır, gerçek Afrika imgeleminin yanında Kwame Appiah'nın saptamasıyla söylersem, "modern bir Afrika romanı arketipi" yaratmıştır. 

Abiola Irele postkolonyal romanın en önemli özelliğinin, "tarihin yakınlığının bir varoluş, bilincin ve varlığın hissedilen boyutu olarak kaydetmesidir" der. 

Irele, Achebe'nin "bütün kıtanın önceki hayat düzeninden yeni ve problematik bir kolektif varoluşa [kolonyalizme/sömürgeciliğe] geçişinin içsel hareketini, bu yeni varoluşu da tarihin amansız sonucu olarak tasarladığını" söyler.

Irele, Achebe'nin romanlarında tarihi historic olanı yansıttığı iddia eder. Burada tarihi olan şüphesiz geçiş sürecinin de düğüm noktasıdır.

Zira Achebe bir yazar olarak Batı dünyası ile Afrika arasında, yani sömürgecilik öncesi Afrika ile Batı arasında konumlandırılır. 

Parçalanma pekçok yönüyle sömürgeci söyleme başkaldırır, roman karşılaşma durumunun trajik boyutlarını aktardığı gibi Afrika mekânının gerçekçi biçimde yansıtarak, sömürgeci söylemin primitif, kaba yakıştırmalarını da boşa düşürür.

Romanda Igbo köyü olan Umuofia, engin bir nezaket alanı olarak dikkat çekiyor. 

Postkolonyal kritiklerden Harry Garuba, animizmin dualitelerden/ikili karşıtlıklardan arınmış, moderniteye karşı bir bilgi sistemi önerdiğini söyler. 

Antropoloji disiplininin babası olarak bilinen Sir Edward Burnett Tylor'a göre primitif olan canlı ile cansızın ayrımını yapamaz.

Durkheim ise primitif kişinin bir çocuk gibi düşündüğünü, etrafındaki şeyler arasında bir bağ kurabildiğini iddia eder. 

Bütün bu olumsuz çağrışımları düşündüğümüzde şu noktaya varabiliriz. Garuba'nın ifadesiyle, "animizm modern olanı inkâr eden her şeyin metaforik haznesi" olarak işlevselleştirildi. 

Sömürgeciliğin ebeliğini yapan antropolojik söylemin Achebe'yi anlamlandırmasındaki zorluk da meselenin, Afrika insanının, animist görüşün farklı biçimde tezahür etmesidir. 

Achebe romanları trajiktir, postkolonyal yazarların bundan kaçışı da imkansızdır. Achebe'nin başyapıtı Arrow Of God [Tanrının Oku] bunun en tipik örneğidir. 
 


Bir kültür ve inanç çatışması: Tanrının Oku 

Tanrının Oku, sömürgecilerin kültürel ve siyasi hegemonyayı nasıl inşa ettiklerini, idari mekanizmalarının topluma nüfuz edişini ve geleneğin deformasyonunu anlatır. 

Tanrının Oku romanı kelimenin tam anlamıyla Afrika realizmini resmeder. 1920'lerde geçen hikâye, sömürgeciliğin yerli, dinsel, toplumsal ve ekonomik sistemini nasıl çökerttiğini tarihselliğiyle ortaya koyar.

Romanın en önemli temalarından birisi Igbo ulusunun dinsel ve inanç kozmolojisini toplumsal bir tecrübe olarak sunmaktır.

Gündelik yaşamın bir parçası olarak inanç değerleri, romanda da "sıradan" olarak karşımıza çıkar. Bireyin kaderinin/iç sezgisinin, buna "chi" der romanda, belirgin olduğu ama yine de belli normların olduğu bir inanç dünyası karşımıza çıkar.

"Ne kadar güçlü olursa olsun asla kendi chi'ne karşı gelmemeli" (27), burada chi çizilen yol, kader ya da koruyucu melek anlamındadır, ancak bu genel kader anlayışından çok farklıdır.

Her bireyin bir chi'si vardır, zaman zaman ondan gelen sese kulak verir. Chi'yi tam anlamadan, romanı bütünüyle anlamak çok güç.

Bu çok tanrılı inanç sisteminde yılan öldürmek günahtır ve tanrıya diyet gerektirir. İngilizlerin yaptığı ilk iş, batıl gördüğü inanışlara saldırmak olmuştur.

Romanda Hıristiyan olmanın ilk şartı yılan öldürmektir, Bay Goodcountry'nin Hıristiyanlığa adım atmış yerlilere tavsiyesi şudur:

"Eğer Hıristiyan isek inancımız için ölmeye hazır olmalıyız" dedi.

Yılanı öldürmeye hazır olmalısınız… Onu baba olarak anıyorsunuz. O yılandan başka bir şey değildir, Havva anamızı kandıran yılan işte. Onu öldürmeye korkuyorsanız kendinizi Hıristiyan bellemeyin.


Tanrının Oku, tam bir inanç çatışmasıdır, yerel inanç normlarıyla Hıristiyanlık değerlerinin çatıştığı bir sahnedir.

Roman, tanrı Ulu'nun başrahibi Ezeulu'nun trajik hikâyesini anlatır. Romanın başlığı olan "tanrının oku" ifadesi, tanrının yeryüzündeki halifesi anlamında kullanılıp Ezeulu'nun kendisi, başrahip olarak bu görevi üstlenmiştir.
 


Roman, Umuara kasabasına bağlı altı köyden sorumlu olan Ezeulu ve köylülerin, toprak yüzünden Okperi köyüyle giriştikleri çatışmaya İngilizlerce son verilmesiyle başlar.

Köylü için en önemli vakit ekin zamanıdır şüphesiz, bunun için şenlik günleri belirlenir, pazarlar kurulur. Bunun tarihini belirleyen de başrahiptir.

Kabak Yaprakları ve Yeni Yerelması Festivallerinin gününü söylediği doğrudur; ancak günü o belirlemedi. O sadece bir gözlemciydi. Onun gücü, sahibi olduğu söylenen keçiye bir çocuğun hükmü kadardır.

Keçi yaşadığı sürece onun olabilir; onu besler ve sahip çıkar. Ancak kesildiğinde anlar keçinin gerçek sahibinin kim olduğunu. Hayır, Ulu'nun başrahibi bundan daha fazlasıdır, daha fazlası olmalıdır. Eğer o günü belirlemezse ne şölen olur ne ekin ne de hasat.


Beyaz adamın faaliyetlerini hızlandırması ve köyün önde gelenleriyle iyi geçinmeye çalışması, saygı duyması, başrahip Ezeulu'nun oğlunu vermesiyle neticelenir. Oğlu Oduche'yi, istemediği halde zorla kiliseye gönderir Ezeulu.

"Dünya değişiyor" dedi ona (oğluna);

Sevmiyorum ancak ben eneke kuşu gibiyim. Arkadaşları ona neden hep uçmaktasın dediklerinde, günümüzün insanı sektirmeden vurmayı öğrenmiş, o yüzden ben de bir yere konmadan uçmayı öğrendim, yanıtını vermiş.

Oğullarımdan birinin bu insanlara katılmasını ve orada benim gözüm olmasını istiyorum. Eğer bir şeyler yoksa geri gelirsin. Eğer varsa bir şey, paylaşmaya gelirsin. Dünya bir Maske dansına dönmüş. Eğer görmek istersen sadece bir yerde durma. Hislerim bana kim beyaz adamla arkadaş olmazsa bugün, keşke bilseydik diyecektir yarın, diyor.


Oduche'nin annesi, oğlunun beyaz adama kurban edilmesini kabullenmese de babası oğlunu ikna ederek gönderir. Hem beyaz adama söz vermiştir oğullarından birini kiliseye göndereceğine dair.  

Ezeulu'nun öngörüsü bir bilgelik anlayışıdır. Hıristiyanların kurduğu kilise başrahibin evinin çok uzağında değildir. Ezeulu, yeni yılın müjdecisi Kabak Yaprakları Festivalini düşünürken kulağına çalınan sese şaşırır.

Çan sesleri duydu, GOM, GOM, GOM, GOM, GOM. Zihni, festivali düşünmekten yeni dine yöneldi. Nasıl anlam vereceğini bilemedi. Önce büyük kudret ve işgalle gelen beyaz adamın inanışlarını, bazılarının öğrenmesinin gerekli olduğunu düşünmüştü. Bu yüzden oğlu Oduche'yi bu yeni ritüeli öğrenmesi için yollamıştı. Ondan aynı zamanda beyaz adamın bilgisini de öğrenmesini istemişti.


Beyaz adamın çok zeki olduğunu düşünen Ezeulu bu yeni dinin dışlanmışlığından çekinir ve uzlaşmaya yanaşır.

Zaten köyün kâhini de beyaz adamın toprağı ve yönetimi ele geçireceğini, ailelerin fertlerinden birinin onların tarafında olmasının akıllıca olduğunu söylemiştir.

Pazar günü çalan çanlara şaşıran babasına, çanların ne ifade ettiğini diğer oğlu Nwafo şöyle anlatır:

Yer almasını bırak, kiliseye gel, Oduche'nin söylediği bu". Bunun üzerine babası "O zaman bu bir imha çağrısıdır.


Yerelması bölgenin tek geçim kaynağıdır, ekin ve hasat dönemleri köylüler için, kurulacak pazar için çok önemlidir. Metafor olarak "yerelması" romanda dönüşümün çok yönlü olduğunu kanıtlar.

Romanda kullanılan diğer önemli metafor ise, bağlamı çift anlamlı çizilen "piton yılanı"dır. Yılan yerel dinde kutsanmışken, Hıristiyanlıkta lanetlenmesi aslında uzlaşmanın imkânsızlığını en başından gösterir.

Achebe'nin "yılanı" merkeze alması meselenin kalbini göstermesi açısından çok önemlidir.

Sömürgecilerin yerli kültüre nüfuz etmesine âdeta olanak veren Ezeulu, oğlunun yıllar sonra ona ihanet etmesine tanık olur.

Bir Hıristiyan olarak eğitim gören Oduche'nin, yılanı bir kutunun içinde hapsederek eve bırakması, kutunun hareket etmesinden kuşkulanan babanın kutuyu açmasıyla boğulmak üzere olan kutsal piton yılanını görmesi şok etkisi yaratır; baba yeni dine olan inancını da yitirir. Oğlunu öldürmemek için kendini zor tutar.

Sömürge yönetiminin Ezeulu'dan talepleri bitmez, onu kendi idaresine almak ister. Beyazların herkesi denetim altında tutması için yerli kabile reislerini satın almalarını, kendilerini itaate zorlamalarını eleştiren anlatıcı, sömürgeci idarenin bir düzine sahte kral yetiştirdiğini söyler.

Ezeulu, teklifi reddeder ve bunun sonucunda hapse atılır. Köylü, Ezeulu'nun hasat mevsimini işaret eden Yerelması Festivali çağrısına kadar, hiçbir şey yapamaz, dolayısıyla kıtlık baş gösterir. Bunu fırsat bilen sömürge valisi, Hıristiyanlık tanrısına halkı ikna edip zarardan kurtarmaya çalışır.

Hapisten çıktıktan sonra Ezeulu'nun hâlâ karar vermemesi, bunun tanrı Ulu'nun iradesi olduğunu belirtmesi, huzursuzluğa yol açar.

Halkta oluşan güven kaybı, Ezeulu'nun oğlunun ölmesiyle, onu işaret belleyerek pekişir, başka bir kıtlık yaşamaktansa Hıristiyanlığı tercih eder halk.

Romanın sonunda acılı başrahip Ezeulu, yapayalnız kalır ve kendisini sorgular.

 

 

*Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Independent Türkçe'nin editöryal politikasını yansıtmayabilir.

© The Independentturkish

DAHA FAZLA HABER OKU