Milano-Miyadun hattında moda rüzgarı

Şeyhmus Çakırtaş Independent Türkçe için yazdı

Fotoğraf: Şeyhmus Çakırtaş

Hayat ayrıntıda, ayrıntı da fotoğrafta saklıdır. Bazen küçük bir ayrıntı insanın bakış açısını, düşünce biçimini değiştirir.

Fotoğraf bu ayrıntıları ölümsüzleştiren sanatlardan biridir. Anı yakalar, belge olarak insanların önüne serer, düşünce dünyalarına reel bir katkı sunar, zaman sarmalını görünür kılar ve tarihi tarih yapan bir eylem haline dönüşür...

Bu nedenle fotoğrafı önemsiyorum. Bütün teknolojik araçlara rağmen, fotoğraf çekmenin teknolojik bir sonuç olmadığını, beyinsel bir üretim olduğunu düşünüyorum. 

Bas, geç meselesi olmadığını biliyorum. Her anın bir hikayesinin olduğunu, insan yüreğine dokunan bir gerçeklik olduğunu görüyor, yaşıyorum… Bu nedenle de fotoğrafı önemli buluyorum.

Çok değişik yerlerde fotoğraf çektim. Dünyanın değişik ülkelerine gitmek için vaktim, bütçem olmadı; ama gidebildiğim yerlerin göze çarpan, görülen ve görülmeyen yönlerini fotoğrafladım.

İmkanım olsaydı belki de bir gezgin olur, dünyayı dolaşırdım. Ama olmadı talihsiz bir şekilde öğretmen oldum.

Öğretmenliği küçümsediğimi düşünmeyin. Müthiş bir meslek. İnsana dokunan, kendinde olanı veren ve karanlığı yırtan bir meslek.

Ama bizde öğretmen önce memur olduğu için, kendinden bir şey vermesi başına iş açabilir, mesleğinde kırmızı kart görebilir. Ve ben nihayetinde oyun dışı kaldım, yıllar önce…

Belki de ben memurluktan uzak, gezgin bir öğretmen olmalıydım, eski çağlarda olduğu gibi.

Neyse çok gezdim, diyemiyorum, yeterince gezmeye çalıştım, öğrenmeye, öğrendiklerimi aktarmaya çalıştım.

Bazen uzaklara, bazen yanı başımdaki hayatı fotoğrafladım, hikayelerini dinledim ve zaman zaman kaleme aldım. Yadırgandığım günler oldu, tepki aldığım ve cezalandırıldığım zamanlar oldu. 

Ama hoş tarafı ışık peşinde maratonum hiç bitmedi, biteceğine de benzemiyor.

Reklam kokuyor bu kelimeler.

Doğru aslında sözü bir yerde reklama getirmek istiyordum da ondan.

Yoksa ben kim, reklam kim...

Milano, Paris, Sao Paulo ve daha bilmediğim başka kentler, moda merkezleri…

Oradan bütün dünyaya yayılan ve giderek hayatımıza giren stiller…

Farkında olmadan ve üstelik devasa bütçeler harcayarak, hayatımıza aldığımız giyim, kuşam ve yaşam tarzları.

Ne kadar direnirsek direnelim, moda her yerde, her koşulda kendine yer açıyor ve kendisini pazarlıyor.

Dar gelirli de olsak, bu rüzgardan etkilenmemek mümkün değil. Her şey modanın çizgilerinde gelişiyor, dünyayı avuçlarına alıyor.

Moda denilince, haliyle reklam devreye giriyor. İliklerimize kadar işleyen, günün her saatinde varlığını hissettiren reklam.

Her adım başı karşımızda duran, zihnimizi esir alan reklam araçlarıyla moda dünyaya yayılıyor, hayat buluyor.

Çok moda ile işim yok. Ben de rüzgarın yönüne kapılan milyonlardan biriyim. Modayı takip etmem, moda beni takip eder, kendisinin ürettiklerini tüketmeme neden olacak zeminleri hazırlar ve beni kendi tüketim çemberine alır.

Ben hiç farkında bile olmam. Bir bakarsın giydiğim tişörtün rengi değişmiş, kumaşı farklılaşmış ve belki de hiç hoş olmayan bir stille üzerime oturmuş.

Moda bu, ürettiklerini iyi pazarlayan bir sistem.

Çuval olsa giymek zorunda kalıyor insan.

Bu aş, Paris'te pişiyor, Milano'da görücüye çıkıyor, Sao Paulo'da pazarlanıyor ve en küçük yerleşim yerine kadar ışık hızında yayılıyor.

Önce reklam araçları, sonra modanın kendisi.

Bu dolaşımın baş döndürücü ve alımlı havasının dışında kalan köyümüz Miyadun, ne Milano'yu bilir ne de Sao Paulo'yu.

Belki Paris'i ajans haberlerinde duymuş, belki de birkaç kişi oraya yerleşmiş bile olabilir.

Ama moda yönlerini pek bilmez.

Bilmez ama moda rüzgarı dediğim kentlerden, buraya kadar uzanmıştır.

Hem de devasa bir reklam brandasıyla.
 

reklam (1).jpg
Fotoğraf: Şeyhmus Çakırtaş


Çok reklam aracı bilirdim; ama böylesini hiç görmedim. Bazı yerlerde partilerin propaganda afişlerinin yağmurdan korunmak ya da derme çatma gece kondu evlerinin değişik bölmelerinde kullanıldığını gördüm, tanık oldum.

Ama böylesine büyük ve çarpıcı bir reklam brandasının, yine bu kadar çarpıcı bir estetikle samanları örttüğünü hiç görmemiştim...

Bana çok uzak değil, doğduğum köyün tam ortasında devasa bir reklam brandasıyla karşılaştığımda şaşırmış, hiç tereddütsüz basmıştım deklanşöre.

Köydeki nüfus ve gelen gidenlerin istatistiklerinin hesabını yaptığım zaman reklam sadece gökyüzünden, yeryüzünü izleyenlere yönelik görünüyordu.
 

reklam (2).jpg
Fotoğraf: Şeyhmus Çakırtaş​​​​​​​


Muhtemel firma bu yönlü reklamı hiç hesaplamamıştı. Çünkü köyümüz olan Miyadun, üç beş misafir dışında, oldukça kendince yaşayan bir yer. Hem şehirden uzak hem de kapitalizmden…

Tahrip edilmiş bir doğanın içinde varlık savaşı veren bir köy. Ne reklamı bilir, ne de reklamın çevresinde dönen dolapları.

Henüz peyniri ata tariflerini kullanarak yapar, şalvarı terzide diktirir. Ama İstanbul ve çevresine yoğun göç vermiş, nüfusu azalmış bir köy olarak da kayıtlarda yer alır.

Bu nedenle İstanbul-Miyadun arası çok uzak değildir. Yakınlaşan mekanlar değil, zamandır. İstanbul'da yaprak kımıldasa, köyde samanlar uçuşur, ağaçlar uğuldar.

Bu kadar yakın yani.

Başka yakınlıklar da var tabii.

Reklam, Miyadun sokaklarına belki Milano'dan, belki de Paris'ten gelmiş. Hem de devasa bir branda ile.

Ama bu kez, samanlıkları örtmek amacıyla. Sadece yüksek bir tepeden ve uçaktan geçenlerin görebildiği bir reklam.

Nasıl reklam ama…

 

 

*Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Independent Türkçe'nin editöryal politikasını yansıtmayabilir.

© The Independentturkish

DAHA FAZLA HABER OKU