Türk edebiyatında sömürgeci söylem

Ahmet Sait Akçay Independent Türkçe için yazdı

Kolaj: Independent Türkçe

Sömürgeci söylem, sadece sömürge coğrafyasındaki halkların anlatımında değil aynı zamanda ulus devletlerin meşruiyetini sağlamak için tarihsizleştirdiği "ötekiler" söz konusu olunca da ortaya çıkar.

Tüm coğrafyalarda sömürgeci klişeler, tiplemeler fiziksel noksanlıklar üzerine kuruludur.

Türk edebiyatında bu tarz sömürgeci bakışın, söylemin yaygın olduğunu ve hatta bazen içten içe metinlerin ana arterlerini oluşturduğunu söylemek mümkün.

Özellikle Cumhuriyet romanlarında ötekiler, dindarlar ve azınlıklar, tıpkı sömürgeci anlatımlarda olduğu gibi hayvansılaştırılır, canavar olarak resmedilir.

İmamlar, şeyhler sömürgeci yazarların resmettiği "Afrika'nın vahşileri" olarak çizilirler. Sömürgeci yaklaşımı pervasızca resmedenlerden en çarpıcı iki isim Reşat Nuri Güntekin ve Hasan Ali Toptaş'tır. 
 

İki büklümdü ve götünü caminin kubbesine doğru dikmiş burnundan soluyordu.

Oktay Rifat'ın Danaburnu adlı romanından alıntıladığım bu cümle şüphesiz ideolojinin Türk romanında nerede ve nasıl devreye girdiğini göstermesi açısından ipuçları verir. 

Rifat'ın tek cümleyle geçiştirdiği durum, kültür, ideoloji, kimlik ve aidiyet bağlamlarında uzunca tartışılması gereken bir sorun olarak karşımızda duruyor.  

Son derece kaba, yavan bir sözcükle caminin kubbesinin ilişkilendirilmesi, yazarın bilinçdışına ittiği dürtüleri de ortaya çıkarmaktadır kuşkusuz.

Cümle yazarın yanlı, itici bakışının yanı sıra, kültüre, mimariye olan alerjisini yansıtıyor kuşkusuz. Dikkat edilmesi gereken başka bir nokta da cümledeki perspektif yanılgısıdır, buna "düşüncenin ya dilin sürçmesi" diyorum. 

Cumhuriyet aydınlarının ideolojik bir proje olarak edebiyatı kullanmaları bu tarz sürçmeleri kaçınılmaz kılıyor. Çünkü yazarın hiçbir zaman doğru yansıtma diye bir kaygısı olmamıştır.

Yansıtmanın kendisi ideolojik bir araç haline gelmiştir çünkü; kendi zihinsel formasyonu nasıl öngörüyorsa, öyle yansıtmıştır. Türk edebiyatında çok zaman ideoloji bir agency olarak edebiyatın yapısını belirlemiştir. 

Edebiyatın ulusallık ya da modernite kurgusunda karşıtlıklar belirgindir: Bir yanda softa varken diğer yanda eğitimli birisi. Medresenin karşısında mektep vardır. Biri aydınlığı, öteki karanlığı gösterir.

fazla oku

Bu bölüm, konuyla ilgili referans noktalarını içerir. (Related Nodes field)

Cumhuriyet romanın ürettiği bir retorik olan "yobaz tiplerini" dikkatle incelediğinizde, onların nasıl şeytani figürler olarak çizildiğini görebilirsiniz.

İmamın ya da şeyhin kendi öznelliğini ortadan kaldıran, onu tam zıddıyla özdeşleştiren, kelimenin tam anlamıyla karikatürleştiren metinlerin, güdümlü yanını da göz ardı etmemeliyiz.

Rifat'ın değersizleştirdiği "simgesel kutsallık", bir aidiyeti taşıdığı/hatırlattığı için, Cumhuriyetten bu yana gerek örtük gerek açık biçimlerde ötekileştirilmiş.

İmamın temsil ettiği ahlaki öznellik romanlarda alaşağı edilerek saptırıcı, ahlaksızlık potansiyeli olarak okura yeniden sunulur. Bütün kötü sıfatları barındıran bir temsildir imam.

Aydınlamacı yazar, kurgusunda çok narsistik bir ideoloji kurar, kendisini tüm iyi değerlerin karşılığı olarak sunarken, değerin yokluğunu ise cübbede, tespihte, sarıkta görmektedir.

Daha ötesi libidosu zengin, şehvet düşkünü, azgın birisidir imam. Bu gibi daha çok kötülüğü andıran hayvani sıfatlarla özdeşleştirilen imam, kamusallığın da dışına itilmiş olur.

Cumhuriyetten bugüne kadar romanın yapısını sorunsallaştıran bu kurgu ki ben buna sürçme diyorum, Reşat Nuri Güntekin'den Orhan Kemal'e, Fakir Baykurt'tan Kemal Tahir'e, ve hatta Hasan Ali Toptaş'a kadar değişmeden devam eder.

Kara tespih, kara cübbe, çarşaf, sarık, kubbe, cami, namaz, hacıyağı gibi klişeler romanın gidişatıyla ilgili ipuçları vermektedir.

Saydığım tüm simgeler Müslüman yaşantısının bir parçasıdır. Yine hep o kara geçmişi hatırlattığı ya da Kemalist estetiği deforme ettiği için bir tehdit unsuru olarak romanlarda yerini alır. 

Cumhuriyet modernleşmesini bir tür "alerji durumu" olarak okuduğunuzda edebiyatın nasıl araçsallaştırıldığına tanık olursunuz.

Bütün romanlarda gördüğümüz yobaz retorikler, bir dil sürçmesinden öteye gidememektedir. Bu yaklaşım da aslında yazarın da farkına varmadığı başka bir söylemsel dil oluşturuyor.

Burada bir karşıtlıktan bile söz edilemez, çünkü öteki zaten yeterince bastırılmıştır, sesi de yoktur, tarihsiz kılınmıştır, tamamıyla edilgen bir durumdadır.

Yazar kültürel sömürgeciliğinin monolitik dilini yeniden üretmektedir. Dolayısıyla romandaki gerçekçilik de bu ideolojik sürçmeye kurban gitmektedir. Yaban'daki duyarsız şeyhin ayak tırnakları bütün hayvaniliğin bir sembolü gibidir. 

Cumhuriyet anlatısının kuruluşu reddiyeler üzerine yapılandırılmıştır, tüm ayrıntılarıyla geçmişin kültürel unsurları yadsınmıştır.

Bu yadsınma kimi zaman dil düzeyinde abartılı biçimlerde öne çıkmıştır. Kültürün motifleri kelimelerse eğer, onların yerine başka sözcükler inşa edilmeliydi.

Özcü ve ulusalcı bir temele dayanan bu yaklaşımın bugün bile, görece azalsa da devam ettiğini söyleyebiliriz.

Kelime alerjisi diyebileceğim bu durum, kuşkusuz çok genel anlamda gösteren ile gösterilen arasındaki ilişkiyi ortadan kaldıran bir biçimlendirme projesidir; darlaştırıcı, sömürgeci bir paradigmanın yansımasıdır. 

Ashis Nandy, The Intimate Enemy [Yakın Düşman] adlı çalışmasında kolonyalizmin toplumsal ve kültürel ya da ekonomik etkisinden ziyade içkin ve çatışmacı yapısına vurgu yapar.

Kolonyalizmin bir psişik durum olduğunu iddia eden Nandy, maskülen egemen bir kültür olduğuna da dikkat çeker. 

Şüphesiz sömürgeci söylem siyah bedeni fiziksel özellikleriyle kurgulayarak hem fantezinin hem de korkunun nesnesi haline getirdi. 

Cumhuriyetten 2000'lere geldiğimizde, bu sürçme ve alerjik tutumun devam ettiğini rahatlıkla söyleyebiliriz.

Yeni biçimler arayışların görüldüğü günümüzde bile ideolojinin merkezi rolünü göz ardı edemeyiz. Bunun en tipik örneği Hasan Ali Toptaş'tır.

Reşat Nuri Güntekin, "Tanrı Misafiri" adlı öyküsünde "Softa", Hafız bir adamı edepten, ahlaktan yoksun anlayışsız, paragöz, sahtekâr, hileci birisi olarak çizer.

Hafız bir softadır ve gözleri şaşıdır üstelik. Tükürükle nefes veriyor, durmadan Kur'an okuyor, namaz kılıyor. Kapı deliğini gözetleyen, öteberiyi karıştıran şaşı bir karikatür tiptir aslında. Hem de tecavüzcü:

Elif abla ağır ağır bunları söylerken, Hafız şaşı gözlerinin dik nazarıyla ona bakıyordu. Sonra hiçbir söz söylemeden, birdenbire kadının boğazına atıldı. İkisi de yuvarlandılar. Elif neye uğradığını anlayamamıştı. … O yonca tarlasına saldıran aç bir eşek iştihasıyle kadının yanaklarını, yüzünü kemiriyor, parmaklarıyle vücudunun etlerini koparıyordu... 

Görüldüğü gibi Hafız metinde, "saldıran aç bir eşek iştihasıyla" özdeşleştirilir.

Ve Hafız'ın yaptıkları tüm ibadetler, Güntekin'e göre bir gösterişten ibarettir, onun bilinçdışında kocaman bir hayvan yatar, fırsat buldukça saldırır.

Bunun yanı sıra şaşıdır da; fiziksel kusur nedense hayvani bir dürtünün gerekçesine dönüştürülür.

Sömürgeci romanlar da siyah bedenleri kusurlu resmederek hem farklılıklarını hem de üstünlüklerini meşrulaştırmaya çalışırlar.

Bir zamanlar gazetelerde azı dişli çarşaflı, sarıklı, cübbeli karikatürler çizilirdi. Temsili hayvanileştirmekle kendisini korumaya alan yazar, sömürgecilerin siyahlara yakıştırdığı sıfatların aynısını "imamlar" için kullanıyor.

Fiziksel bir kusuru malzemeleştirerek itici kılmak, Türk sinemasının da vazgeçilmez retoriklerindendir. Orada da imamlar hep kekemedir, alay konusu edilir.


Reşat Nuri, "Münzevinin Esrarı" adlı hikâyesinde de Şeyh Nihani'in sapkınlığını anlatır. Değersizleştirme ve tarihsizleştirme bu metinlerde ideolojik bir ödev gibi uygulanır.

Didaktizm bile olmayan bir anlatım biçimi, yazarın primitif düzeyde bir pozitivizmden ilham aldığını gösterse de, aslında bir "bakma" sorunuyla karşı karşıya bırakır bizi.

Nesnellikten olabildiğince uzaklaşan hatta klişeleşen kaba bir gerçekçilikle yüzleşiyoruz bu tip metinlerde. 


İmamın sapkınlığını anlatan bir başka metin de 2000'lerde yayımlanmış Hasan Ali Toptaş'ın Gölgesizler adlı romanıdır.

Bu roman sinemaya da uyarlanmıştır. Her ne kadar Batı edebiyatıyla temas kurmaya çalışsa da, bir ayağı Köy edebiyatının ideolojisinde olan Toptaş'ın romanda çizdiği "imam" klişesi, Güntekin'in Hafız'ının kopyasıdır:

İmam, zindan karası tespihini minderin üstüne yavaşça bırakıp kadını kucağına almıştı. Odayı dolduran hıçkırıkların yalan olduğunu bile bile hâlâ teselli edici sözler geveliyor, bir yandan da elini sokmuş memelerini okşuyordu. Duvardaki Hazreti Ali gözlerini kapamıştı. Kadın, bedeninde dolaşan eller çoğalıp hızlandıkça daha yüksek sesle ağlıyordu ve günlerce süren sevişmeleri boyunca hep ağlamıştı…


Gerek Toptaş gerekse Güntekin'de cinsellik fetişizmi, tecavüz, imamın tipik özelliği gibi sunulur. İmam her iki yazar için böyle bir temsildir.

İmamı toplumsallığın tehditi olarak gören bu bakış açısında ötekinin yeri yoktur. Narsistik bir hegemonya kuran Toptaş, başkasının adına konuşuyor, onu yargılıyor ve dışlıyor.

Dolayısıyla Toptaş da Güntekin de sömürgeci romanlara taş çıkartırcasına bir performans sergiler. 


Simgesel bir alerjiye dönüşen refleks bir çeşit paranoyayı da ortaya koyuyor. Bütün bu estetik-dil ilişkisi karmaşık hale getiren de, başka bir ahlaktır, ön yargıdır, anlatılmayandır belki de. Gördüğümüz çerçeve monolitik bir düzlemde tahakküm kuran, her şeyi bilen anlatıcıların tektipleştirici sesleridir. 

Ancak, söz konusu yazarların farkına varmadığı başka gerçek vardır, normlar belirleyicidir. Sömürgeci söylemin normları, özellikle ulus edebiyatlarındaki hegemonik, maskülen yapılarda yazarın adeta kılcal damarlarına girercesine metinlerine nüfuz eder. 

 

 

Kaynaklar:

Güntekin, Reşat Nuri. Tanrı Misafiri, Inkılap Kitabevi, 1999.
Toptaş, Hasan Ali. Gölgesizler, İş Bankası Yayınları, 2002.


*Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Independent Türkçe'nin editöryal politikasını yansıtmayabilir.

© The Independentturkish

DAHA FAZLA OKU

DAHA FAZLA HABER OKU