Seyyahların fantezisi mi; yoksa yüzleşilmemiş gerçeklik mi? Osmanlı’da cariyelik ve siyahi köleler

Osmanlı’da ABD benzeri üretimde işgücü esasına dayanan bir kölelik müessesi hiç olmadı. Savaş sırasında ele geçirilen esirler fidye karşılığında alıkonulmuş ve gemilerde çeşitli görevlerde kullanılmışsa da bu uygulama bir devlet politikasına dönüşmedi

Görsel: Pinterest

ABD’de yaşayan siyahi bir vatandaş olan George Floyd’un polis tarafından büyük bir kin ile öldürülmesi sonrası başlayan olaylar henüz dinmiş değil.

Beyazların son dönemlerde artan ırkçı davranışları Batı'nın, özellikle ABD’nin kölelik geçmişini yeniden gün yüzüne çıkarttı.

ABD’de köleliğin tarihi

Yeni dünyanın keşfiyle beraber Amerikalı siyahlar kıtaya zincirlere vurulmuş bir halde getirildi.

17'nci yüzyıla gelindiğinde bugün Güney olarak bilinen ABD’nin tarım tarlaları bölgesinde işçi gücü çoğunlukla siyahi Afrikalı kölelere dayanıyordu.

1700’li yıllarda Güneyli beyazların köleleri üzerindeki hakları kanunlar çerçevesinde koruma altına alınmıştı.

Bu kanunlara göre beyazlar kölelerini cezalandırma, satma ve hatta dilerse öldürme hakkına sahipti.

1705 yılındaki meşhur Virginia kanununa göre hiçbir beyaz kölesi konumundaki bir siyahiye karşı işlediği suçtan sorumlu tutulamazdı.

1808 yılına gelindiğinde köle ticareti yasaklanmışsa da köle bulundurmak hala kanunla koruma altında tutuluyordu.

Oysa bugün her ABD’linin iftihar ettiğini söylediği Bağımsızlık bildirgesi 1776 yılında Thomas Jefferson tarafından yazılmıştı ve bildiride açık bir biçimde tüm insanların eşit olduğu yazılıydı:

Tüm insanlar eşit yaratılmışlardır, kendilerini yaratan Tanrının bahşettiği bazı vazgeçilemez haklara sahiplerdir; yaşam, özgürlük ve mutluluk arayışı da bu haklar arasındadır.

(Savaşı beyaz adam başlattı: siyahlar Malcolm X’in mi; yoksa Martin Luther King‘in izinden mi gidecek? – Independent Türkçe)


ABD’de köleliğin kaldırılması iç savaşta yüz binlerce insanın hayatını kaybetmesiyle ancak mümkün oldu; fakat kölelik kaldırılsa da siyah ve beyaz Amerikalı arasındaki ayrımcılık hiçbir zaman tam anlamıyla bitmedi. 

Köleliğin kaldırılmasından hemen sonra başlayan “segragtion” dönemi bugün dahi tam anlamıyla bitmiş değil.

Buna göre herkes eşitti; ama ayrıydı. Kanun önünde özgürlüğünü kazanan siyahi Amerikalıların yasal eşitliğini kazanabilmesi de bir asır sürecekti. 

Bugün kanuni bir ayrım olmasa da hala birçok beyazın kendisini siyahilerden üstün görmesi ve ayrımcılık içeren bazı davranışlarda bulunması ABD’nin bir numaralı gündemini meşgul ediyor.

Bu süreçte ABD’nin geçmişi kınanırken akıllara gelen en önemli sorulardan birisi de Osmanlı tarihinde kölelik olup olmadığıydı. 

Osmanlı’da ABD’dekinin benzeri üretimde işgücü esasına dayanan bir kölelik müessesi hiç olmadı. Savaş sırasında ele geçirilen esirler fidye karşılığında alıkonulmuş ve gemilerde çeşitli görevlerde kullanılmışsa da bu uygulama bir devlet politikasına dönüşmemişti.

Köle esir etmek ve ticareti çoğunlukla korsanlıkla geçinen leventlere tanınan bir hakla sınırlı kalmıştı.

Öte yandan, Osmanlılar kölelerden sarayda ve ev işlerinde faydalanmıştı. Genel olarak devlet adamlarının sahip olduğu köleler çoğunlukla kadınlardan cariye olarak seçilirdi; fakat zamanla saray dışında da kölelik yaygınlaştı.

Sultan İkinci Abdülhamidkendi haremini dağıtarak cariyelik müessesesini ortadan resmen kaldırmışsa da Cumhuriyet’in ilk yıllarında dahi İstanbul’un bazı semtlerinde el altında cariyelik ticaretinin sürdürüldüğü bilinen bir tarihi gerçek.

Özellikle cariyelik müessesesi Batılıların Osmanlı’ya dair iştahını kabartan bir konuydu.

Osmanlı’yı ziyaret eden seyyahların çoğunun bire bin katarak anlattıkları bu müessese uzun yıllar Avrupalıların hayal dünyasını süsledi. 
 

cariyelik.jpg
Görsel: Pinterst


İslam’a göre kölelik müessesi

İslam tarihinde kölelik yoktur, demek tarihi gerçeklerle bağdaşmaz; fakat bu müessesenin kurulması Hz. Muhammed döneminde olmamıştı.

Toplum tarafından yerleşmiş kölelik müessesini biranda kaldıramayacağını bilen Hz. Muhammed, işe bu kurumu ıslah etmeye ve insanları bu kurumdan uzak tutmaya çabalayarak başlamıştı.

Hz. Muhammed’in Peygamber olarak gönderildiği Arap toplumunda kölelik hayatın tâbi bir unsuruydu.

Bir baba öldüğünde haremindeki cariyeler oğluna miras olarak geçebiliyordu.

İslam, bir çırpıda yasaklayamayacağı bu müessesiyi toplumda minimize etmek ve kölelerin haklarını koruma altına almak için bir dizi tedbir almıştı. 

Bu tedbirlerin başında insanların kölelik alışkanlığından kendi iradeleriyle vazgeçmeye teşvik etmekti:

Fakat o, (ucunda cennet olan) sarp yokuşu tırmanmak için hiçbir bedel ödemedi.
Bilir misin nedir o sarp yokuş?

Bir kişiyi daha zincirlerinden kurtarmaktır!

(Beled Suresi -11,12,13 / Mustafa İslamoğlu Meali)


Kölelerin azat edilmesi en üst perdeden tavsiye edilmesine rağmen bu kangrenin toplumdan tamamen sökülüp atılamayacağı ortadaydı.

İslam, bu sebeple kölelerin hukukunu da düzenleyerek efendilerine çok ciddi sorumluluklar bindirdi ve köle sahibi olmayı zor bir ayrıcalığa dönüştürmeyi amaçladı:

Allah size kendinizden şöyle bir örnek getirdi: Kölelerinizden, verdiğimiz rızıklarda sizinle eşit haklara sahip olan ve birbirinizden çekindiğiniz gibi kendilerinden çekindiğiniz ortaklarınız var mı? Düşünen bir topluluk için âyetleri böyle ayrı ayrı açıklıyoruz.

(Rum 28 – DİB Meali)


Kölelerin azat edilmesini tavsiye eden onların hakkını düzenleyen İslam, bu müessesenin toplumda gözden iyice düşmesi için kadın köle (cariye) sahibi efendilere, cariyeleri ile evlenmelerini öğütleyerek bu kadınlarının istismarını engellemeye çalışıyordu.

Aksi halde bir meta olarak görülebilen cariyeler efendilerinin ekonomik durumu bozulduğunda fuhuş yapmaya zorlanabiliyordu:

Sizden bekâr olanları, kölelerinizden ve cariyelerinizden durumu uygun olanları evlendirin. Eğer bunlar yoksul iseler, Allah onları lütfuyla zenginleştirir. Allah lütfu geniş olandır, hakkıyla bilendir.

(Nur 32 – DİB Meali)


Alınan tüm tedbirlere rağmen kölelik, İslam bünyesinde sökülüp atılamamış bir cerahat olarak sonraki yüzyıllara aktarılmıştı.

Emeviler ve Abbasiler gibi güçlü Arap Devletleri; Selçuklular ve Osmanlılar gibi büyük Türk İmparatorlukları da kölelikten yararlanmışlardı.

Türkler, köleleri askerlik hizmeti ve saray işlerinde kullanmayı tercih etmişti.

Özellikle Osmanlı Devleti’nde uzun bir süre ordu ve devlet yönetiminde köleler çok kritik görevlere gelmişlerdi.

Saray içerisinde Enderun denilen okulda şehzadelerle beraber eğitim alabilen köleler kısa süre içerisinde padişahtan sonra en güçlü devlet adamları durumuna gelmişlerdi. 

Daha fazla oku

Ayrıca Sultanların çoğu da eşlerini haremde yetişen köle kadınlardan seçerek onlara özgürlüklerini verdiği gibi sonradan özgür olan köle kadınların oğulları Devlet-i Ali Osmaniye’nin başına geçerek padişah olmuşlardı.

Batılı seyyahların yakın ilgisini cezbeden harem ve cariyelik kurumu bu sebeple çok önemli bir müesseseydi. 

Bu bilgiler ışığında Osmanlı’yı ziyaret eden seyyahların eserleri harem ve cariyelik notlarıyla dolup taşmaktadır.


Osmanlı topraklarında esir pazarları

Batılı seyyahların İstanbul topraklarına adımını attıkları ilk anda, soluğu aldıkları ilk yerler genellikle esir pazarları olmaktaydı.

İstanbul’da Esirhan’ı ve Haseki gibi bölgelerde esir pazarları kurulduğu bilirdi; bunların dışında Kahire, Şam ve Diyarbakır da büyük esir pazarlarının kurulduğu bölgelerdi.

William James Müller, Kahire’de gördüğü esir pazarında kölelerin nasıl satışa sunulduğunu şöyle kaleme almıştı:

Esir pazarı, en çok ilgimi çeken yerlerden biriydi. Kahire’nin en karanlık pis ve loş mahallerinden birindeki bir yapıya, dapdaracık bir sokaktan geçilerek giriliyordu. Bu avlunun orta yerinde satılık köleler sergileniyordu ve genellikle sayıları otuzla kırk arasında değişiyordu; büyük çoğunluğu çocuk denecek kadar küçüktü.

Görünüm insanı isyan ettirecek türdendi; yine de sandığım gibi, efendisi kızlardan birinin üstündeki yün elbiseyi kaldırıp, kendisini çırılçıplak bırakarak bir müşterinin nazarlarına sunduğunda, kızın yüzünde bir sessizlik ya da utanç görmedim.


İstanbul’u karış karış dolaşan meşhur seyyah Gerard de Nerval, “Doğu’ya Yolculuk” eserinde payitahtta gördüğü bir esir pazarını not etmişti.

Burada üzgün görmeyi umduğu esir kızların gülüşlerine pek şaşırdığını kaydediyordu:

En çekici yanlarından biri de saçlarıydı; büyük örgüler halinde düzenlenip yağlanan saçlar, omuzlarından ve göğüslerinden aşağı pırıl pırıl sarkıyordu. Yağın parlaklığı onları daha canlı, yüzlerini daha çarpıcı hale getiriyordu.

Tüccarlar onları soymaya hemen hazırdı. Dişlerini kontrol edebilmen için ağızlarını olabildiğince açıyorlardı, sonra aşağı yukarı yürütülüyorlar, hepsinden çok göğüslerinin esnekliğine dikkat çekiyorlardı.

Zavallı kızlar istenenleri karşı koymadan yerine getiriyorlardı ve görüntü doğrusu pek öyle üzücü değildi; çünkü çoğu kendilerini kontrol edemedikleri bir gülme nöbetine kaptırıyordu.


Çerkes cariyelerin dramı

Osmanlı köle pazarında beyaz tenli ve güzel yüzlü olmasıyla ünlü Çerkes cariyeler ise, bir hayli pahalıydı. Bu da Çerkeslerin büyük dramlar yaşamasına neden olmuştu.

Çerkeslerin barış vakitleri dahi köyleri basılıp kızları kaçırılmakta İslam’a göre hür kadınların satışının haram kılınmasına rağmen bu kızlar Diyarbakır, Şam, Kahire veya İstanbul köle pazarlarında satılmaktaydı. 
 

çerkes cariye.jpg
Fotoğraf: Pinterst


Örneğin 1790 yılındaki bir gümrük raporunda Çerkes bir köle kızın 16 altına satıldığına buna karşı koyu tenli bir kölenin ise 1 altın dahi edemediğine yine Nerval’ın notlarından ulaşabiliyoruz.

Daha acısı geçim derdi içine giren Çerkes ana-babalar kızlarını kendi elleriyle esir tüccarlarına satabiliyordu.

Bunun en önemli gerekçesi Çerkes kızlarının çoğunlukla Saray ya da konak sahibi zenginler tarafından satın alınabiliyor olmasıydı.

Bu durum, çocukları için iyi bir istikbal kendileri için de ekonomik bir rahatlık anlamına gelebiliyordu.

Eğer satılan kız yaşça büyükse evlenip özgürlüğünü aldığında ailesi ile de yeniden münasebet kurabilirdi. 

Bir başka seyyah Lucie Duff Gordon, Çerkeslerin dramını şöyle kaleme almıştı:

Çerkesler, sırtlarından gelir sağlayabilmek için öz çocuklarını esir pazarlarına bizzat satmaya götürüyorlardı. Ama zenciler ve Habeşler özgürlükleri için savaş veriyorlardı.


Elbette bu Çerkes cariyelerin yaşadıkları psikolojik çöküntü, evlendikten sonra da yakalarını bırakmaz.

Hayatlarının sonuna kadar köleliğin ağırlığını ruhlarında taşıyan bu kadınlar Tanzimat romanlarının ana temaları olmuştu:

Odalık sıfatında bulunan cariyelerin bir de başka türlüsü vardır. Bunlar bilemem hangi nokta-i istinada müsteniden bir başka hâl ve tavırda bulunurlar. Fakat âlemde her sınıf nev’ değil mi?

İşte cariye kısmı dahi birkaç nev’ olup en büyük kısmı, yani esaret ne demek olduğunu bilenleri bizim odalık tavır ve efkârında olduğundan mezbure dahi onlar idadındadır.

(Letaif-i Rivayat, Esaret)


Elbette bu romanlar tesadüfen ya da hürriyet fikrinin heyecanıyla söylenmiyordu.

Çoğu Çerkes bir cariyenin oğlu olan aydınlar annelerinin çektikleri acıları unutmamıştı ve sistemle yüzleşerek adaleti sağlamaya çalışıyordu.

Bu isimlerin başında hiç şüphesiz Ahmet Mithat Efendi gelirdi.
 

ahmet mithat efendi.jpg
Ahmet Mithat Efendi​​​​​​​ / Fotoğraf: Wikipedia


Annesi Çerkes bir cariye olan Mithat Efendi, hayatının sonuna kadar roman ve hikayelerinde cariyelik sistemini eleştirmişti:

Frenk ukalâsı, bizdeki esareti muaheze ederler ha? 'Esaret' kelimesindeki hüküm, bizim maişet-i İslâmiyemiz âleminin neresinde görülmüştür? Hangi cariye esaretten dolayı dûçâr-ı sefalet olmuştur? İçlerinde kaç tanesi kocasız kalmağa mahkûmdur?

Bilâkis bizdeki cariyelerin ev bark, çoluk çocuk sahibi olmak yüzünden nail olageldikleri bahtiyarlık, Beyoğlu’nda değme nîk-baht familya kızlarında bile görülemiyor.

Hele cariye istihdamını tervîc-i esarettir diye redd ederek, beslemeler istihdamını, muvâfık-ı medeniyyettir diye kabul eyleyen alafrangalık âleminin, besleme bîçareleri meyânında kendisini o sefaletten kurtarabilip de ev bark sahibi olabilenleri güç tahattur edilebilecek, parmakla sayılacak kadar nevadirdendir.

(Ahmet Mithat Efendi - Müşahedat)


Elbette seyyahların, cariyelerle ilgili yazdığı birçok husus hayal dünyalarından uydurdukları safsataydı.

Örneğin; Batı'da pek müspet görülmeyen Sultan İkinci Abdülhamid imajına saldırılarının merkezinde harem ve cariyeler bulunuyordu.
 

harem.jpg
Görsel: Pinterst


Seyyahlar da bu konuda Abdülhamid’e doğrudan saldırmayı tabir-i caiz ise adet edinmişlerdi.

Ünlü romancı ve Osmanlı seyyahı Knut Hamsun da bunlardan birisiydi.

Ona göre Sultan Abdülhamid canı sıkıldıkça cariye kurban eden bir katildi:

Geçenlerde bir ajans haberinde Sultan’ın pek sinirli ve öldürülme şüpheleri içinde olduğunu, bu sebeple yatağının önünde hançerler bulundurulduğunu okumuştum. Zevcesinin uykusunda kıpırdanması üzerine Sultan’ın korkuyla fırlayıp kadını hançerlediğini yazıyorlardı. Sanki Türk Sultanı, “Kesim zamanı et bolluğunda bir sosisin lafımı olur” diyen Norveç atasözünü düstur edinmiş gibi; nasılsa 299 tane daha karısı var; gelsin bir diğeri!

(Knut Hamsun  - İstanbul'da İki İskandinav Seyyah)


Batılı seyyahların gözünde yalnızca şehvet ve Binbir Gece Masalları'nı anımsatan Osmanlı haremi, aslında bir mektepti.

Burada bulunan cariyeler, çok iyi eğitimlerden geçirilirlerdi. Elbette bu noktayı yakalayan gerçekçi seyyahlar da mevcuttu.

İngiliz elçiliği sekreteri olan Paul Rycaut da bunlardan birisiydi ve Haremdeki eğitimi şöyle tasvir ediyordu:

Bunların içinde valide sultan maiyetini seçer ve en güzel ve akıllı ya da kendi mizacına en uygun gördüğünü okullardan usulüne göre alır ve onları kendi hizmetine ya da maiyetindeki diğer görevlilere verir.

Bunlar hep padişahın ilgi ve sevgisine nail olmaya uygun şekilde zengin giyimli ve her türlü değerli taşla süslü olurlar. Bunların üstünde, her yakışıksız veya hafif davranışlarını düzeltmeye dikkat eden ve onları sarayın tüm düzen ve kuralı konusunda eğiten kadın kâhya (kethüda) yer alır.


François Petis de la Croix de yabancı seyyahların harem ve cariyelik üzerine yanlış tespitlerini eleştirerek gözlemlerini şöyle aktarır:

Sevgili kardeşim, Osmanlı hükümdarının sarayı ile ilgili merakını herkesten çok ben dindirebilirim. Yirmi yıldan fazla bir süre burada kalmış biri olarak burasının güzelliklerini, hayat tarzını, disiplinini gözlemlemek için yeterince vaktim oldu.

Birçok yabancı gezginin burasıyla ilgili naklettiği hayal ürünü şeylere inanılacak olursa ki bunların çoğu bizim dilimize de tercüme edilmiştir, bu sarayın büyülere, tılsımlara bulanmış bir yer olduğunu düşünmek hiç de zor olmaz.

Hâlbuki burasının en büyük güzelliği içine girilince görülen düzeni, burada yaşayan kudret sahiplerinin hizmetine adanmış eğitimidir.


Osmanlı sarayında zenci köleler

Bugün ABD, siyahi kölelerin mirası ile ateş yerine dönmüş durumda. Osmanlı hiçbir siyahiyi ten rengine göre kategorize ederek ağır işlerde kullanmadı.

Siyahileri bizzat haremde sultanın eşi ve cariyelerine en yakın saray görevlisi olarak seçmişti.

Devlet içerisinde zaman zaman sadrazamdan dahi daha güçlü konuma gelecek politik güçler elde eden zenci harem ağalarının yaşadığı en büyük acı ise hadım edilmekti.
 

harem ağası.jpg
Harem ağadı temsili / Görsel: Pinterst


Çoğu ya hadım sırasında ölüyordu ya da hadım edildikten sonra fazla yaşamıyorlardı.

İnsani görülemeyecek bu uygulama bir kenara bırakıldığında siyahi harem ağaları renklerinden ötürü herhangi bir ayrımcılığa uğramamışlardı.

Avrupalı seyyahlar eserlerinde siyahi harem ağalarına da genişçe yer vermişlerdi.

Ünlü Fransız seyyah Jean-Baptiste, Tavernier eserinde siyah harem ağalarının köle oluş sürecini şöyle naklediyordu:

Haremde bolca zenci hadım ağa vardır. Bu nedenle, Asya’nın ve Afrika’nın birçok yerinde büyük bir hadım ticareti yapılmaktadır. Örneğin, 1659’da bulunduğum Kolkondo Krallığı’nda aynı yıl yirmi iki bin hadım satılmış.

Eyaletlerinde yapılan bu barbarca uygulamadan hiç rahatsız olmayan, hatta hizmetinde çalıştırmak için hadımlar getiren Büyük Moğol İmparatorluğu’nun büyükelçisi, bir gün beni köşeye çekerek, böylesine acımasız duygular yüzünden Kolkonda Krallığı’nın bir gün yıkılacağından korktuğu için ülkesine gitmekte çekimser kaldığını söyledi.

Çocuklarını hiç sevmeyen, boğazlarını doyuramayacaklarından korkan yoksul anne babaların çoğu, en küçük hayat pahalılığında yavrularını tüccarlara satıyorlar, tüccarlar da onların organlarını kısmen ya da kökünden kesiyorlar.


Bu kadar tehlikeli bir cerrahi müdahaleden geçip de kurtulan pek fazla olmadığı için, organları bir miktar kesilenlere göre çok daha pahalı oluyorlar.

Bunlar İran’da ve Türkiye’de altı yüz eküye kadar alıcı buluyor. İran, bütün Hindistan ve bütün Afrika eyaletlerinin ihtiyacını karşılamak için, çeşitli yerlerden binlerce hadım getirtmek gerektiği açıkça ortada.

Ganj’ın ötesinde yarımadada bulunan Kolkondo Krallığı’ndan, Assam’dan, Butan’dan, Arakan ve ilerisindeki Pegu’dan inanılmaz sayıda hadım getirtiliyor. Sayıları daha az olan siyah hadımlar çok daha pahalı.

Onların türünde çirkinlik güzellikten daha makbul sayıldığından, en şekilsizleri daha çok değerli oluyor.

Basık bir burun, ürkütücü bakışlar, koca bir ağız, kalın dudaklar, simsiyah ve seyrek dişler bunları satan tüccarların çıkarlarına oluyor. İşte Topkapı Sarayı haremi bu tip hadım ağalarla doludur.

Bunlar haremin korunmasında ve haremde kadınların yapamayacağı ağır işleri yapmakla yükümlüdürler ve saraya büyük Kahire paşası tarafından gönderilirler.


Osmanlı Devleti, Tanzimat Fermanı ile başlayan süreçle kanunen Abdülmecid döneminde köle ticaretini yasakladı.

Sultan Abdülhamid ise kendi haremini dağıtarak cariye sahibi olmanın önüne geçmeye çalıştı.

Padişahların tüm bu çabalarına rağmen kölelik müessesi 20'nci yüzyılın başına kadar el altından varlığını sürdürmeyi devam ettirdi.

Kölelik tartışmaları yaklaşık bir asırdır gündemimizden çıkmış olmasına rağmen özellikle Tanzimat Dönemi Osmanlı aydınlarının büyük mücadelesiyle önüne geçilebilmişti. 

 

 

*Daha ayrıntılı bir okuma için Deniz Maden’in “Avrupalı Seyyahların Gözünde İstanbul Haremi” ve Rüveyda Salam İnce’nin “Kuran-ı Kerim’de Kölelik Konusu” çalışmaları incelenebilir.

*Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Independent Türkçe’nin editöryal politikasını yansıtmayabilir.

© The Independentturkish

DAHA FAZLA HABER OKU