Liberalizmin kara kitabı: George Floyd cinayeti ve ırkçılığa alternatif bakış

Sinan Baykent Independent Türkçe için yazdı

Fotoğraf: Reuters

Amerika Birleşik Devletleri’nin (ABD) Minnesota eyaletinde geçtiğimiz 25 Mayıs tarihinde George Floyd adlı bir siyahî insanlıktan zerrece nasibini almamış bir katil beyaz polisin dizinin altında “Nefes alamıyorum” diye can çekişerek hayata gözlerini yummuştu.

Ardından önce ABD’de sonra da bütün Batı’da “#BlackLivesMatter” sloganıyla kitlesel ırkçılık karşıtı eylemler tertip edildi.

Siyahî topluluğun önderliği ve inisiyatifinde fitili ateşlenen bu eylemlerin aslında ilk aşamada bütünüyle takdire şayan bir haysiyet davası tabiatı haizdi.

Özellikle ABD’deki siyahîlerin tarihten gelen alkışlanası mücadele ruhu ve politik şuuru sayesinde eylemler olması gereken şekilde (ve bence Amerika’nın öznel koşulları ışığında olması gereken yoğunlukta) cereyan etti.

Ne var ki bir müddet sonra Amerikan statükosu -arkasındaki hegemonik kültür araçlarının da desteğiyle- olayları bir anda ABD Başkanı Donald Trump’ın şahsında milliyetçi reflekslerin yerilmesine ve elbette milliyetçilik eleştirisinden hareketle de bu milliyetçi reflekslerin kaçınılmaz olarak “beyaz-üstünlükçülük”, “neo-nazizm”, “neo-faşizm” vb. kavramlarla eşitlenmesine vesile kıldı.

Tam da bu savruluş anında siyasal, ekonomik ve kültürel liberalizmin kara kitabının, onu mahfuz eylemek için didinen entelijansiyanın küresel çaptaki kudretine yaslanarak, bir kez daha nasıl profesyonelce hasıraltı edildiğine şahit olduk.

Milliyetçiler ve milliyetçi pratik alabildiğine şeytanlaştırılırken, “cici” (!) liberal paradigma da yine toplumsal huzursuzlukların meyvelerini toplamak için çabaladı.

Peki, liberalizmin alnı sanıldığı kadar ak mıdır gerçekten?

Dahası, kendi tarihiyle ve tabularıyla yüzleşme cesaretini gösterebilmiş midir?

Nesnel planda liberalizm, tarihte beyaz Batı insanının sergilediği tüyler ürpertici ırkçılığı yürütücü biricik ideolojilerden biri olmuştur.

Oysa bugünlerde dört bir taraftan pompalanan politik doğruculuk bu yalın gerçeğin tartışılmasının önüne cüsseli bir set çekiyor ve tek-tip düşüncenin, daha doğrusu “izinli” düşüncenin diktası böylelikle hükmünü pekiştiriyor.

Milliyetçiliğe, vatansever pozisyona karşı galeyana gelip bu istikamette bir sözde “ahlakî” sefere çıkanlar genelde Batı’nın, özellikle de liberal medeniyetin gen haritasına işleyen ırkçılık hastalığının fikrî köklerinin nerelere/kimlere dayandığı hususunda derin bir inkarcılığa teslim olmuş vaziyetteler.

Üstelik minimal bir “bilinçli kesim” müstesna, ezici çoğunluk üzerimize püskürtülen bu yalancı propagandanın mutlak nüfuzuna giriyor.

Doğrusu siyasal, ekonomik ve kültürel liberalizmin ana gövdesini tasarlayan düşünürlerin istisnasız hepsi ırkçıdır.

Üstelik bu alelade değil, patolojik karakteri fevkalade oturmuş bir hâlet-i ruhiyedir.    


Hâlâ ikna olmadınız mı? Gelin liberalizmin tarihinde kısa bir yolculuğa çıkalım ve yukarıda değindiğim bu ırkçı külliyata öncülük edenleri biraz daha yakından bakalım.

17'nci yüzyılın Hollandalı düşünürü Hugo Grotius’la başlayalım.

Uluslararası hukuk doktrininin en erken, en geniş fideliklerini kuran ve sulayan Grotius, bazı insanların “doğal olarak kölelik için doğduklarını” vurgularken kölelik kurumunu alabildiğine meşrulaştırmıştır.

Dahası, Hollanda sömürgelerinde yaşayan yerli halklar için “vahşi yaratıklar” nitelemesini tercih eden Grotius, böylelikle liberal antropolojiye (!) de yepyeni ufuklar açmış oldu.

John Locke... Liberalizmin okkalı avangartları listesinde birinci sırayı zorlaması muhtemel olan Locke’un vaktiyle bugün Kuzey ve Güney Carolina olarak tanınan ABD eyaletlerinin (o yıllarda sadece “Carolina”) anayasasını teşkil eden belgenin bazı maddelerini kaleme aldığı pek bilinmez.

Oysa Locke, bu maddelerin birinde mülk sahiplerine yani “efendilere” köleleri üzerinde “mutlak bir güç ve tasarruf hakkı” verilmesine yönelik girişimlerde bulunmuştur.

Gerçekten de John Locke, Yönetim Üzerine başlıklı önemli eserinde köleliğe karşı bir tavır alıyor gibi görünse de söz konusu eserde atıf yaptığı “kölelik” bahsi mutlak monarşist yönetimin taşkınlıklarına bir eleştiri mahiyetindedir.

Nitekim eserin İkinci İnceleme kısmında Locke, kölelik pratiğini savunarak “efendilerin” köleleri üzerinde yaşam ve ölüm tasarrufuna sahip olması gerektiğinin altını çizer. 

Başka bir deyişle Locke’un titizlikle ördüğü anlayış salt İngilizlere (belki de İngilizlerden hareketle beyaz ırka) has bir kavrayış biçimini serdetmektedir.

Doğrusu, Locke’un liberal ve ırkçı mirası ölümünden yaklaşık bir buçuk asır sonra bile Amerikan topraklarında canlı kalabilmiştir.

Bunun en somut örneği ise 1825-1832 yılları arasında ABD’de Başkan Yardımcılığı görevi üstlenen John Caldwell Calhoun’un konuşma ve yazılarında saptanabilecektir.

Güney Carolina çıkışlı olan Calhoun, Union and Liberty (“Birlik ve Özgürlük”) adlı kitabı boyunca köleliğin müspet bir uygulamayı yansıttığını hararetle içselleştirirken kölelik hakkının bir mülkiyet, dolayısıyla da bir “özgürlük” meselesi olduğuna dair sunduğu ağdalı (!) tahlillerde bu uğurda John Locke’un formüllerini de doğrudan referans göstermekten imtina etmez. 

18'nci yüzyılın içlerine doğru ilerlediğimizde bu defa karşımıza İskoçyalı David Hume çıkıyor.

Hume, beyaz-siyahî farkının ırkî ve kültürel sözde izdüşümlerine eğilirken aşağıdaki cümleleri kurmuştur:

Zencilerin ve genel anlamda diğer bütün insan türlerinin beyazlara kıyasla aşağı olduğunu düşünmeye meyilliyim. Hem eylem hem de düşünce bâbında medenî beyaz ulusun kazandığı karakteri geçen olmamıştır.


Hâl böyle olunca, bundan yaklaşık iki hafta kadar önce İskoçya’nın Edinburgh kentinde bir eylemcinin kent meydanında dikili Hume heykelinin dibine söz konusu sözlerin kazılı olduğu bir pankart bırakılması boşuna değildir. 

Sırada ahlâk felsefesi sahasındaki çalışmalarıyla ün salan Alman İmmanuel Kant var.

Siyaset felsefesini de pas geçmeyen Kant, coğrafya başlığıyla ilintili olarak yaptığı değerlendirmelerin birinde aynen şu ifadeleri kullanıyor:

Sıcak ülkelerde insanlar her açıdan daha hızlı olgunlaşmakla birlikte serin bölgelerin mükemmelliğine erişemiyorlar. İnsanlık en büyük mükemmelliğe Beyazların ırkında ulaşmaktadır. Sarılar beyazlara göre zaten daha kabiliyetsizler. Zenciler ise çok daha aşağılarda konumlanıyorlar.


Kant’ın ırkî yorumlarını çalışmasının geri kalanından tecrit etmek olanaksızdır zira Kant rasyonel davranış hiyerarşisi etrafında nakışladığı felsefesinin neredeyse tamamını ırk kategorilerine göre derlemiş, dahası insanın düşünme ve rasyonel tercihler yapma yetilerini ırklara nispetle bölüştürmüştür. 

Bu minvalde Kant, bir keresinde kendisinden bir siyahînin sözlerini irdelemesi istenildiğinde şu cevabı vermiştir:

Bu kişi tepeden tırnağa zenci. Dolayısıyla bu durum, söylediği her şeyin aptalca olduğunu kanıtlamaya yeter.


Kant’ın siyahîlerin ve dahi Amerikan yerlilerinin kendi kendilerini asla idare edemeyeceklerini, buna mukabil siyahîlerin birer köle olarak eğitilebileceklerini düşündüğü ve belirttiği gerçekleri de birer tarihi vesika olarak önümüzdedir.

Bu anlamda İmmanuel Kant’ın “Kesin Buyruk” ve “Daimî Barış” vb. kuramlarının esasen ve ayrıcalıklı olarak beyaz ırkın yararına olacak şekilde kurguladığı su götürmez bir gerçektir.

Bilhassa Montesquieu (“Siyahîlerin burunları öylesine basıktır ki, onlara acımak bile zorlaşıyor”, “Siyahîlerin insan olduğunu düşünmek bizim Hristiyanlığımızı sorgulamamıza neden olur” vb.), John Stuart Mill (“Avrupalılara özgü özgürlükler geri kalmış toplumlara doğru genişleyemez zira oralarda ırk unsuru dahi rüşte erişememiştir” vb.) ve Adam Smith (“Muhammedî uluslar toplum hayatının en düşük ve en az gelişmiş örnekleridirler”, “Perulular ve Meksikalılar sanat, tarım ve ticarette Tatarlardan ve dahi Ukraynalılardan bile daha cahildirler” vb.) gibi teorisyenlerin anlatılarından “özgürlükçülüklerinin” ne denli imtiyazlı bir çehreyle kuşandığını işaret etmek mümkündür.

Nihayet gelelim meşhur Alexis de Tocqueville figürünün ölçülemez bir hiddetle açığa çıkardığı durdurulamaz nitelikteki ırkçılığının tezahürlerine. 

Tocqueville’in ırkçılığıyla şahsen ilk kez üniversite tahsilim için bulunduğum Cenevre’de tanıştım.

Tocqueville’in De la colonie en Algérie (“Cezayir’de Sömürge Üzerine”) eseri Siyasî Düşünceler Tarihi dersimizdeki zorunlu okuma listesindeydi.

Liberal irfanın (!) başlıca havarilerinden sayılan Tocqueville’in bu kitap ve diğer metinlerde kâğıda döktüğü ırkçı ve yabanî tespitleri hiçbir ilave yoruma mahal vermeyecek bir tarzda nakletmek isterim:

Bizim Avrupa ırkımızın sosyal hiyerarşisinde bütün cehaleti ve kusurlarıyla en aşağıda mevzilenen bir insan bile, vahşilerin içinde en tepede yer alır.
 

Bugün Afrika’daki savaş adeta yeni bir bilimdir. Fransız ordusunun yaptığı şey de bu bilimi geliştirmek, mükemmelleştirmek ve hassaslaştırmak olmuştur.
 

Fransa’da saygı duyduğum ancak görüşlerine katılmadığım bazı insanlar Cezayir’de ekinleri yakmamızı, silahsız erkek, kadın ve çocukları teslim almamızı kötü buluyormuş. Bunlar bana kalırsa zorunlu, talihsiz ve fakat zorunlu, tedbirlerdir. Dahası Araplarla savaşan herkes bu tedbirlere başvurmak mecburiyetindedir.
 

Cezayir’in isyancı bölgelerinde ayakta kalan ve dahi direnen hiçbir şehir bırakmamalı, mutlak egemenliğe değin hepsini kırıp geçirmeliyiz.

 
Bu örneklerin sayısı kocaman bir kitabı, bir “kara kitabı” doldurabilecek niceliktedir. Ancak bir makale çerçevesinde meramımı anlatmak için bu kadarının kâfi geleceğine inanıyorum.

Günümüz penceresinden bakıldığında hepsi ne kadar da tanıdık geliyor, öyle değil mi?

İkinci Dünya Savaşı fiilen bitmişken müttefiklerin tarihî bir kültür kenti olan Dresden’de taş üstünde taş bırakmamaya yönelik giriştikleri hava bombardımanlarından tutun da Hiroşima ve Nagazaki’ye atılan atom bombalarına, Vietnam’da serbestçe kullanılan napalm bombalarından Felluce’de denenen kimyasal silahlara kadar hep aynı zihniyetin saçtığı zehre muhatabız.

Her sömürü ve sömürgeleştirme faaliyetinde, talanda, yağmada, her bilinçli aç bırakma eyleminde (ekonomik yaptırım, ambargo vesaire), bütün emperyal ve yayılmacı tasavvurlarda, her köleleştirme operasyonunda (darbe, askerî müdahale, topyekûn savaş, terörizm vesaire) aynı düşünsel geleneğin yine ve yeniden kendisini güncellediğini müşahede ediyoruz.

Evet, çağdaş liberal dizginin örgüsü görünürde kaba yahut ilkel değildir. Ancak bu yalnızca sahip olduğu süslü birtakım paravanların gizleyici işlevlerinden dolayı böyledir.

Son dönemde Türkiye’de de uzantıları çoğalan bu eğilimin mensuplarının liberalizm-dışı ama mahsusen de milliyetçiliğe kayan fikir ve görüşleri “çağdışılık” ve “aşırılıkla” itham etme alışkanlıkları karşı “cephenin” sözüm ona “çiğliğini” teşhir etmek şöyle dursun, tam aksine projektörleri bu grubun sistemleşmiş cehaletine tutmaktadır.

Şüphesiz ki hâlihazırda zaten uyanık olanların ve dahi yeni yeni uyananların karnı bu tip küflü palavralara toktur.

Ancak küreselci-liberal kliğin atmosfere üflediği afyon dumanının pek çok saf ve iyi niyetli insanı mayıştırıp uyuşturduğu meselesini de yadsımamak icap eder.

Kısacası George Floyd cinayeti ve bu cinayete benzer sayısız marazî hadise –dünyanın diğer her yerindeki liberal yaşayışın ruhî çekirdeğindeki ezelî ayrımcılık, ırkçılık ve tek-tipçilik kamçılarının bütün müşahhas izleriyle birlikte– bu örgütlü kırım ve dominasyon şebekesinin ne ilk ne de son utancıdır.

Aslına bakarsanız söz konusu ölümcül hadiseler toplamı, liberalizmin “normalini” temsil eder ve cisimleştirir.

Bu tip cinayetler bir yönüyle ABD’deki kadim “rejimle” ve onun bağlandığı entelektüel kalıbın bağrında taşıdığı kurumsallaşmış ırkçılığa nispetle tam bir uyum ve ahenk içindedir.

ABD rejiminin dünyanın diğer liberal rejimlerine nispetle üstlendiği “yol gösterici” misyon da işin cabası…


Son söz mahiyetinde: Resmî dünya tarih yazımının ötesinde daima alternatif bir tarih olagelmiştir.

Bugünün tarihinin en can yakan, en acı gerçekleri ise çoğunlukla alternatif tarih paspasının altına süpürülmüştür.

Ne mutlu o paspası kaldırmaya tevessül edenlere…

 

 

*Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Independent Türkçe’nin editöryal politikasını yansıtmayabilir.

© The Independentturkish

DAHA FAZLA HABER OKU