Arâftaki aydın: Cemil Meriç

Ümit Aktaş Independent Türkçe için yazdı

Fotoğraf: Facebook/Cemil Meriç

Cemil Meriç (1916-1987), Marxizm’den İslam’a doğru olan yolculuğunu Osmanlı merkezli bir “umran” perspektifinde uzlaştıran, Batı kadar Doğu'yu da düşünsel kaynaklarına katan; ama her iki tarafa karşı da eleştirel tavrını ve mesafesini koruyan bir irfan ehli.

Zaten ona göre irfan, kendini tanımakla ve önyargılarını yıkmakla başlar.

Dolayısıyla Garaudy gibi o da arayışını, “istikametini değil, sadece cemaatini değiştirerek” sürdürmüştür.

Zaten “ömrünü düşünceye adayan… bir kimsenin herhangi bir kilisede barınabileceği nasıl düşünülebilir?” “Kilise” ise, her türlü dogmatik düşünce, her türlü “izm”dir.

Bu arayışlar, sorgulamalar ve değişimler bazen oldukça keskin bir biçimde ifade edilir, bazen geriye dönüşlerle şaşırtmacalar yapılır, bazen ise tıpkı Ali Şeriati’nin o “rahatsız etme” tavrı gibi, adeta Sokratik bir iğneleyicilikle aşırı, mübalağalı yollara başvurulur.

İronik bir anlatma biçimiyle verili gerçeklik zorlanarak, paradoksal anla-tı-mlara kapı aralanır.

Anlam da, hayat gibi trajik, beklenmediktir ve ona ancak verili sınırlar zorlanarak ulaşabilir.
 

1.png
Fotoğraf: Facebook/Cemil Meriç


Hakikati aramak ise, bir açıdan da iğneyle kuyu kazımak; bir yol gösterenin ve yoldaşın olmadığı yerde kendi ufkuna ışık tutmak ve düşe kalka bir yolculuktur.

Üstelik de bu belli bir tarikatın veya mürşidin hakikati güzergâhındaki bir yolculuk olmayınca, daha doğrusu kişi kendisini böylesi bir peşin hükme daha yolun en başında teslim etmeyince, arayış yolları çoğalacak, çatallanacak ama kişiliğin oluşumu da o denli kavileşecektir.  

Yirmi dört yıl önce mahkemede Marksist olduğumu haykırmıştım… Marksist’im dediği zaman tek işçinin elini sıkmış değildi. Sadece namuslu olmak, korktuğu için sustu dedirtmemek istiyordu… Bir sığınaktı Marksizm, bir kaçıştı, bir yaşama gerekçesiydi. Belki de inanıyordu Marksizm’e.  Eziliyordu ve ezilenlerin yanındaydı. Ama kimdi bu ezilenler? Bilmiyordu: kitaplarda tanımıştı sosyalizmi. Ne kadar anlamıştı?... 1


Oldukça genç yaşta başlayan bir hakikati arayış, düşe kalka sürdürülen bir yolculuk.

Çocuksu bir dindarlıktan, ateizme doğru bir sürükleniş. Ama “ateizm, Allah’a inanmamak değil, avamın inançlarını paylaşmamaktır.”  2

Avama karşı bu mesafe, etrafındaki “mevaşi”den, yani sürüden ayrılmaktır.

Sonra ilk çığlıklar. Kesik kesik de olsa, kekelemelerden öteye gitmese de ilk sözler.  

Şiir… Ki, ilk çığlığıdır insanlığın.

Ardından “ilmin, ilhamı dizginleyen sert disiplini… histen ve hissîden utanış. Nazımdan nesre, öznelden nesnele atlayış…”

Tam da o noktada, yani şiirden nesre geçişteki o karar, bir ikilemden kurtaracaktır kendisini.  

Şiirin öznelliğe dayanan çığlıkları kifayet etmemekte midir temel itirazlarını ifadeye; yoksa kendi içsel seslenişi mi şiirdense nesre yatkındır bilinmez ama bellidir ki şiir, dört başı mamur bir tefekkürün ifadesi için uygun bir anlatım tarzı değildir.

Düşüncedense estetiğe daha yakındır veya en azından estetik kaygılardan azade olamayışı, bir tefekkür erbabını duraksatabilmekte veya yavaşlatabilmektedir.

Olgunlaşan medeniyetlerin ifadesi nesirdir: En güç ve en kâmil ifade vasıtası nesir. Şiir, imkânlarını el yordamıyla arayan düşüncedir.  3


Belki de bu sert yargısının altında, kendi şiirlerinin de, tıpkı Ali Şeriati'ninki gibi, kâmil bir şiir, daha doğrusu kâmil bir ifade vasıtası olamaması yatar.

Her iki düşünürümüzün de önceliği tefekkürdür çünkü ve hatta dava.

Bunun için de kendilerini ifade etmenin yolu olarak şiirden fikrin en açık ve kâmil ifade vasıtası olan nesre yönelirler.

Çünkü dertleri öncelikle insanlığın, toplumların(ın) sorunlarına parmak basmak, bu sorunları açığa çıkarmak, anlamak ve anlatmak, insanları sarsmak, egemenlere itiraz etmek, yerleşik düşünceyi reddetmek ve geleneksel aydınları rahatsız etmek, yalanları ifşa ve dolayısıyla da hakikati ortaya koyabilmek ve savunmak arzusudur.  

İşte bu yüzdendir “düşünce adamı, mazinin tanımadığı bir mahlûk”tur, demesi. Yoksa o da farkındadır elbette yetişmiş olan birçok âlimin.

Ama onun kastı ilim üreten veya yerleşik düşünceyi pekiştiren ve hatta ilerleten âlimlerin statükoculuklarına ve eleştirel bir düşünceyi geliştirememelerinedir.

Yani zalimlere karşı hakkı söyleyememelerine, âlimlerin en aslî tutumları olan cesaret ve celadetten yoksunluklarınadır.

İşte bu nedenle de âlimlik giderek cehdden, içtihaddan uzaklaşarak adeta bir malumatfuruşluğa, bir tür “akademik” bürokratlığa, saray ulemalığına dönüşürken, onun eksilttiği bu yönü ikmal için, aydın ve entelektüel kavramları peyda olmuştur. 
 

10.jpg
Fotoğraf: Facebook/Cemil Meriç


Kendi çabalarının ışığıyla hakikat arayışlarını sürdüren Cemil Meriç, bu anlamda minnetsizdir; ama bir o kadar da gerek onu bu karanlığa gömen şartlara, dahası genel mânada toplumun aymazlığına ve dünyanın üzerimize yönelmiş tarassuduna ve tagallübüne karşı öfkelidir.

Ama bu, özellikle çağına, toplumuna, akılsızlıklara ve boş vermişliklere karşı olumlu bir öfkedir.

İçerisinde bulunduğu bu olumsuzlukları değiştirmek isteyen bir cehd ise ne yazık ki gerekli araçlardan yoksundur.

Öfkeli ve sert bir eleştirel üslubu olsa da, sevmez şiddeti.

Kan kanı, şiddet şiddeti doğurur. Gayeyle vasıtalar bir bütündür. Hiçbir gaye kötü vasıtaları meşrulaştırmaz… Yogi’yle Komiser… İkisi de yarım. İkisi de adam değil bunların. Birer tecrit. Ben Lenin’den çok Gandi’ye yakınım. 4


Tayfın bir ucunda komiser, ötekinde yogi. İkisi de kutuplarda dolaşır ve bu kutupları buluşturacak bir itidali önemsemezler.

Kendi konumlarını hakikatleştirdikleri ölçülerde ise iktidarlarına ait yeri sağlama aldıklarını düşünürler.

Komiser dünyayı zorun gücüyle, daha doğrusu üretim araçlarının inkişafıyla ve el değiştirmesiyle değiştirebileceğine inanır.

Yogi ise içsel değişime bağlar dünyanın değişimini. Araçları önemsemez, maddenin anlamını ve mahiyetini kavrayamaz; daha doğrusu kavramak istemez. 
 

9.jpg
Fotoğraf: Facebook/Cemil Meriç


Ama yine de “ârif”in öfkesi, devrimcilikten çok muhafazakârlığa yakındır. İkisi de değildir oysa.

Kendisini tanımlarla olduğu kadar şablonlarla da sınırlamaz. Daha yukarıdan bakar meselelere.

Tam da Nietzsche’vari bir üslupla değerlerin ve kavramların yeniden elden geçirildiği, değerlendirildiği ve adeta yeniden yaratıldığı bir noktadan.

Dolayısıyla onun uygarlığa ya da medeniyete karşı umran veya kültüre karşı irfan önerisi, İbn Haldun’u esas alan bir toplumbilimsel bakış olmaktan öte, Batı’nın “kültür emperyalizmi”ni reddetmeye matuf bir kendi kavramlarıyla konuşma, daha doğrusu kendi kavramlarına ulaşma, onları diriltme ve onlarla dirilme çabasıdır. 
 

12.jpg
Fotoğraf: Facebook/Cemil Meriç


Kemalizm’in “kültür” politikaları kadar Ziya Gökalp’in “hars” teklifi karşısındaki önerisi de, gerçekte o “arâf”taki duruşuyla da yakından ilgilidir.

Çünkü temel vasıfları eğriyi doğruyu ayırt etme nitelikleri olan ârifler, sadece dünyada değil, ahirette de iyilerle kötüleri “simalarından tanıyacak” 5 bir duruşa sahiptirler.

Bunlar, İbn Arabi’nin deyişiyle;

Hakk vasıtasıyla Hakk’ta Hakk’ın gözüyle görendir… Bir işlevi olarak yaşadığın Tanrı, Onun adına tanıklık ettiğin Tanrıdır ve tanıklığın aynı zamanda kendine verdiğin hükümdür.  6


Niteliksiz bir duruş kadar, bir duruşu olmayan nitelik de sorunludur elbette. Tabi ki bu “tanımak”, bir “arrâf” (kâhin)’lık değildir.

Muhatabını veya olguyu derinlemesine bir tahlille oradan bir tefekküre ulaşmak ve meseleyi bir hükme bağlamaktır.

Dolayısıyla pasif bir tanıklıktan öte, etkin bir tanıma, hatta buradan kavramsal düşünceye ulaşma, kavramlar üreterek geleceği aydınlatmaktır.

Ne var ki bu “çağını aşmaya çalışan, doğumu yaklaşan fikirleri hisseden düşünürlerin, yani arâftakilerin ortak kaderidir anlaşılamamak.”  7

Arâf’ta olmak, verili bir duruma aitleşmek ya da orada yurtlanmak anlamına gelmez. Tam aksine yerleşik disiplinlerin, biçimlendirilmiş bir aklın dışında durmayı gerektirir.

Daha fazla oku

Kelimeleri edinen Âdem’in önünde âlemin eğilmesi gibi, belki de yegâne sahici mülkümüz olan kelimelerin yükselttiği bir bakış açısı önünde sürüklenmekte olan âlemin temaşası, kimileri açısından bir geleceği okuma ya da bilinmeyene vukufiyetin gizemi olarak da görülebilir.

Ama okuma ya da vukufiyete dair ne varsa, kendi emeğinin sahiciliğine aittir.

Zaten emek verilmemiş bir kelime kavramsallaşamaz; dolayısıyla da insanı öne/yükseğe çıkararak ona bir ufuk kazandıran yegâne nitelik olan düşünselleşme vasfına da kavuşamaz.

Bu irfan, yani yükselmiş bakışın mekânı (arâf), ne bir şefaate, ne ihsana, ne de emeğin ve bu emeği işlek bir hale getiren halisane bir “arzu”nun dışındaki bir güce dayanır.

Doğrudan özgürleşme çabasının insanı yükselttiği bir mertebedir. 

Dolayısıyla kelimenin tam anlamıyla bir irfan ve ârif(lik), hem Batılı ve Doğulu olmayıp hem de olmayı gerektiren paradoksal bir durum ve tutumdur.

Onun aydınlığının ışığı Doğu’dan ve Batı’dan geldiği gibi, Doğu’ya ve Batı’ya da ait değildir.

Bu paradoksal duruma, Kuran’ın iki ayeti işaret etmektedir:

Doğu da Allah'ındır, batı da. Artık nereye dönerseniz dönün, Allah'a yönelmiş olursunuz.

(Bakara, 115)


Onun ışığı “… Ne doğuda ne de batıda olan mübarek bir zeytin ağacının yakıtından”dır. (Nur, 35) 

Bir de Meriç’in tanımıyla “Ârafdakiler” var. İbn Haldun, Machiavelli… Ve belki de kendisi gibi; hakikatle gerçeklik, geçmişle gelecek, akılla irade arasında kalanlar.

Bir entelektüel midir o? Bir aydın mı? Yoksa bunları da aşan biri mi: Bir ârif.

Gramsci açısından bir aydın ya geçmişi sürdürmektedir (geleneksel aydın), ya da geleceğin habercisi, habercilikten de öte, inşacısıdır (organik aydın).

Ama Meriç’in konumu iki tanıma da uymaz. Ayaklarından birini geleneğe basarken, ötekiyle ise geleceğin dünyasını yoklamakta ve hatta adımlamaktadır.

Belki de bunun içindir ki hem dili, hem de duruşu şaşırtıcı, kafa karıştırıcıdır. İnsanları belli bir fikir coğrafyasına hapsederek tanımlamaya alışmış olanlar açısından onu bir yere oturtmak oldukça güçtür. 

Belki de terslik onda değil, onu şaşırtan, kavramlarını doğru yerlere oturtmasına elvermeyen toplumda, toplumundadır.

İşte bunun içindir ki onun konumu, bir “arada kalmışlık” anlamıyla değil, bir yükselmişlik anlamıyla “arâf”tadır.

Yükseldiği yerden bakarak, kavramlar kadar toplumsal karşılıklarını da yeniden tanımlamakta; değerleri yeniden değerlendirmektedir.

Bu yüzden öfkeli, kimileyin de haksızcadır dili. Ama umursamaz bunu. Sözün şiddeti, uygun anlamları çağıracaktır nasılsa.

Hem, hepimizin beklemesi gereken bir yazgı (ölçü) vardır: kavramın sabrı.

Kavramı zorlayarak nesnelleştirecek ve yaşamsal bir anlama kavuşturacak olan düşüncenin yetkinleşme çabasıdır.

Biz faniler ise “kitab”ın da belirttiği gibi, aceleciyizdir; hemen gerçekleşsin isteriz tahayyüllerimizin. Bunun düşlerimizin değerini düşüreceğini bile bile.
 

4.jpg
Fotoğraf: Facebook/Cemil Meriç


Dil konusundaki hassasiyetini kendine özgü bir üslup kadar kelime seçimleriyle de ifade eder. Kesik kesik cümleler, sayıklamalar; şiire yaklaşan ama şiir olmayan, olamayan bir tereddüt.

Kendine özgü bir tahayyülün büklümleri. Dilden bilime, edebiyata, oradan düşünceye, tarihe ve felsefeye doğru dalgalanan serâzâd bir yolculuk.

Hemen hemen değişmeyen bu üslubu nasıl edinmiştir, bilinmez. Osmanlıcanın imkânlarından yararlansa ve öztürkçeciliğe çok olumlu bakmasa da, zamanın ruhuna da bigâne değildir.

Amaç hakikatin arayışı ise, araçlara ve yollara, bu arayışın önünde bir engele dönüşecekleri denli bir kıymet de atfedilmemelidir.

Bu nedenle, farklı dillerden Türkçeye yerleşmiş kelimeleri kullanmaktan kaçınmaması kadar, dilde belli bir sadeleşmeyi de destekleyen, mutedil bir tutum izler.

İtidal sözcüğü Cemil Meriç’in o durup durmak bilmeyen arayışları için ilk bakışta paradoksal bir tanımlama gibi görülebilir.

Öte yandan bariz bir hakikat susuzluğu içerisinde olan ve her daim hakikate doğru olan yürüyüşünü sürdüren biri açısından bu, bitmek bilmeyen bir biçimde hep yeni denge noktaları bulmak gibi bir çabayı da gerektirmektedir.  

Ama o, çağdaşları olan sözgelimi bir Ali Şeriati, Seyyid Kutub, Sezai Karakoç, İsmet Özel ve hatta Aliya İzzetbegoviç gibi kendisini doğrudan belli bir hakikat söylemine raptetmiş değildir.

O nedenle düşünsel yürüyüşünün izlerinde birçok paradokslarla ve hatta çelişkilerle karşılaşmak mümkündür.

Çünkü sürekli bir fikrî fütuhat cehdi içerisindedir. Bugün söylediğini yarın değiştirmemek gibi bir sabitkademlik endişesi taşımasa da, istikameti oldukça vuzuhtur.

O da, hakikat arayışının nihayete erdirilemez ve iktidar arayışlarıyla karıştırılamayacak daimi bir mücahede oluşudur. 
 

15.png
Fotoğraf: Facebook/Cemil Meriç


Hakikat arayışı ise ister istemez sizi verili cephelerin, iktidar odaklarının eleştirisine götürür ve orada, kavramın ayrıksı anlamıyla “arâf’ta kalır”, ne İsa’ya ne de Musa’ya yaranırsınız.

Esasında kaygınız da bu değildir. Belki bir “Anka” gibi kendi yurdunuzdan oldukça uzaktasınızdır ve hatta yurt kavramı bile dar gelmekte olabilir hakikati arayış aşkınıza.

Yurtlanmak çünkü, size bir barınak, bir çevre ve iklim sağlasa da, koşullara teslimiyet ve mecburiyet gibi bir sorunla da malûldür.

Yine de ayağınızı yere basmak, hemcinslerinizin arasında dolaşmak ve hatta onlara muhtaç olmak gibi trajik bir kaderi omuzlamak ve omuzlarınızda çağınızın mecburiyetlerini (çarmıhınızı) yüklenmiş olarak, kendi Golgotha’nıza doğru yürümekle de yükümlüsünüzdür.

Bir hakikat arayışı, elbette ki öncelikle redle, “la” ile ve yoksama veya hesaplaşmayla başlayacaktır.

Sınırlar zorlanacak ve uçlarda dolaşılacaktır: Büchner, Saint Simon, Yusuf Akçura, Kerim Sadi… Maddecilik, Türkçülük, Marxizm, Anarşizm... Dostoyevski, Balzac, Hugo… Avrupa, Hind, Osmanlı…

“60’lara kadar tecessüslerimin yöneldiği kutup: Avrupa. Coğrafyamda Asya yok. Yalnız dilimle Türk’üm… Hind benim için Asya’nın keşfi oldu…


Ama Asya tarihtir, hatta tarihini bile bilmemek, buna bir kıymet vermemektir.

Çağımız, yani içerisinde yaşadığımız “modernlik” ise Batı’ya aittir. Dolayısıyla konuştuğumuz dil olmasa bile, kavramlar Batı mahreçli.

Kavramlarını üretemeyen bir dille nasıl düşünülecektir? Dahası bu dille bir hakikat ve irfan arayışı nasıl sürdürülecektir?

Nihayet kendi dünyasına yakın birini, yüzyıllar öncesindeki bir fikir mücahidinin sesini ve ilmini keşfeder: İbn Haldun.

Gerçi yüzyıllar öncesinde yaşasa da geleceğe, günümüze seslenen biridir İbn Haldun ve bu yüzden de kendi çağında yeterince anlaşılmamış, çağımıza ait bir sestir.

Toynbee’nin deyişiyle “kendi semasında tek yıldız” olan, umranın, irfanın, medeniyetin ve aklın o derin ve yalnız sesi.

Spinoza kırk dört yaşında ölmüş. Nietzsche kırk dört yaşında delirmiş. Ben yolumu kırk dört yaşından sonra buldum.


Bu geç kalış ise, bir bakıma ayağını bastığı zeminle de alâkalıdır. Onun kendi şahsında sürdürdüğü sorgulama, hesaplaşma ve arayışların bu keskinliği ve hayatîliği, bir açıdan kendi çocuklarına belli bir hakikati vaz edemeyen, daha doğrusu kendi kıblesini yitirmiş bir ülkenin, bu kararı “mevhum” bir kuşağa, -kuşaklara- havale etmesinden kaynaklanmaktadır.

Müflis bir ceddin çocukları olan bu kuşaklar ise, bu hakikat arayışını bir iktidar çatışmasına ve bu çatışmanın ufuksuzluğuna indirgeyince, meselenin ehemmiyeti de doğal olarak emanetin ehli olan birkaç fikir mücahidinin omuzlarına tevdi edilmiş olacaktır.

Onlar da kutuplaşmalar içerisinde parçalanacaklar ve kendileriyle didişmekten başlarını kaldıramayacaklardır.

Bir de “arâf”takiler ya da dışlanarak yalnızlaştırılanlar vardır. Cemil Meriç’in anlatımıyla:

Dilimle, zevklerimle, heyecanlarımla Büyük Doğu kadrosundanım. Düşüncelerimle, inançlarımla Yön’e daha yakınım. Bu bir kopuş, bir parçalanış.


Doğu ile Batı arasındaki bu parçalanma ise sadece coğrafyamızın değil, aynı zamanda toplumumuzun da kadim ve trajik bir sorunudur.

Aslında bu parçalanma ve çatışma, Toynbee’nin de işaret ettiği gibi, uygun bir dozda tutulduğu sürece düşünmenin ve inkişafın da bir imkânıdır.

Daha doğrusu meydan okumaya karşı içe kapanma ve asimile edilme dışında ve olumlu bir tepkinin ortaya çıkabilmesi için, bu meydan okumanın mahiyetinin kavranması kadar, buna karşı uygun bir cevabın üretilebilmesi için de yeterli donanımlara sahip olmak gerekmektedir.

Ama bu niteliklere sahip olunmayınca, meydan okuma bir tür madunlaşma travması yaratmakta ve meydan okumaya karşı cevap verme imkânı da, ne yazık ki nâdânlar elinde berhava edilmekte, olumlu bir inkişafa dönüştürülememektedir. 
 

0.jpg
Fotoğraf: Facebook/Cemil Meriç


Cemil Meriç’in, aydınlarımızın temel sorunsalı olan Batıcılık (solculuk, laiklik) ya da Doğuculuk (sağcılık, maneviyatçılık) gibi karşıtlıklara dayanmak gibi bir kaygısı da yoktur.

Hatta Aliya gibi Batı ile Doğu arasında ve merkezde durmak gibi bir sabitlik hâli içerisinde olmayı da önemsemez.

Bu açıdan bir kaygısı olmasa da, bu, bir tavrı olmadığı anlamına gelmez.

Evet, ayağını belli bir coğrafyaya basmaktadır ve oraya olan sadakatini gözden ırak tutacak denli şuurunu yitirmemiştir.

Bu, salt bir gönül borcu da değildir. İnsanlığın aslî macerası, oradan süzüp de getirdikleri, bir hakikat arayıcısını o hakikatin sözcüsü kıldığı gibi, bir emanet ehlini de o emanetin müdafii kılmaktadır.

Dilinden dökülenler ise yalnızca kendisine ait çığlıklardan ibaret değildir. Doğunun saflığı ve akılsızlıkları, değerlerinin kıymetini bilmeyişi ve bunlara sahip çıkamayacak denli cesaretini ve celadetini yitirmesi yanında, Batı'nın hırsları, aç gözlüğü, kendi amaçlarına doğru ilerlerken önüne çıkanları asla umursamaması, ama o amaçlara giderken ortaya koyduğu cesaret, disiplin, akıl ve tutku…

Tüm bunlar kaleminin tasvir ettiği o insanlık komedyasının ya da tragedyasının ana temalarıdır.

Yine de özellikle kendinden söz ederken ve hatta kendisini hesaba çekerken sürdürdüğü o sansürsüz açıklık, bir Doğuluda rastlayamayacağımız denli samimi ve pervasızdır. 

Elbette ki “tenkitsiz düşünce olmaz”. Çünkü toplumsal aklın gelişmesi, toplumun kendisini yenilemesi ve toplumsal zihnin kireçlenen damarlarının açılması, ancak tenkidin, eleştirel düşüncenin varlığıyla mümkündür.

Bu ise yekpare bir ahengin feda edilerek, belli ölçülerde de olsa çatışmaların ve çelişkilerin göze alındığı, toplumsal akıl ve vicdanın nisbî bir özgürlük atmosferinde kendi tezlerini ifade edebildiği şartlarda gerçekleşebilir.

Bu tür bir cehdin olmadığı yerde, kütüphanelerdeki kitaplar tuğla duvarları gibi kalınlaşsa da, “bilim” ve teknoloji üretilse de, düşünce kâmil anlamıyla gelişemez. Toplumla bütünleşemez.

Toplumsal tabanlar oluşturamaz. İlim sadece teknik ve bürokratik bir mevzu olarak kalır.

Ne toplumsal sorunlara parmak basar, ne insanlar için bir anlamlar dünyası yaratabilir, ne de umursamaz bir biçimde, sorun anlaşılmadan ve tedavisine başvurulmadan üstü örtülmüş yaraları açabilir.

Eleştirelliğin ve dolayısıyla da derinlemesine düşüncenin olmadığı iklimlerde şiir ve edebiyat ise yalnızca güzellemelere yönelir.

Belli fikrî kalıpları ve klişeleşmiş metaforları tekrarlamakla yetinir. Egemen aklın onayladığı mazmunların kapalı dünyasında düşsel bir dünya yaratır kendisine ve egemen aklın baskılarından ancak oraya firar edebilir.

Ya da tekkeye, şaraba, güzellere, belagatin biçimsel yüceltilişlerine ve bu kıyılarda kurulan söz imparatorluklarına. 
 

13.jpg
Fotoğraf: Facebook/Cemil Meriç


Eleştirel inisiyatifini sürdürebilmenin yanında, söz söyleme hakkını da yitirmemek için, solun kültürel iktidarı kadar, sağın siyasal iktidarı karşısındaki mesafesini de ısrarla korur Cemil Meriç.

Bir aydını bir âlim (bilim insanı)’den veya bir entelektüelden ayıran en önemli yön de budur.

Bilindiği gibi Peygamberimiz de bir hadisinde şöyle demiştir:

Cihadın en faziletlisi zalim sultan karşısında hakkı söylemektir.


Buradaki “hakkı söylemek”, günümüzün lisanıyla her türlü baskı aygıtı karşısında eleştirel bir tutum içerisinde olmaktır.

İslam dünyasının içerisinden bir türlü çıkamadığı siyasal despotizmden ve toplumsal akıl yoksunluğundan kurtulamamasının en önemli nedeni de bu oldukça temel nitelikten uzaklaşmak değil midir?

Nitekim Cemil Meriç’in de bir vesile ile naklettiği, 19'ncu yüzyılın önemli şairlerinden İzzet Molla’nın bir şiirinde ifade ettiği gibi:

Meşhûrdur ki fısk ile olmaz cihân harâb
Eyler anı müdâhane-i âlimân harâb…


Yani bırakın iktidar eleştirisini, maalesef çoğu yerde haksızlıkların ve zulmün desteğini sağlayanlar, doğrudan “âlim”ler ve geleneksel aydınlardır.

Âlimlerin çoğu bilim insanı veya bürokrat olarak, iktidar bağımlısıdır. İktidara karşı eleştirel duruşlarını sürdürenler ise zorluklar içerisinde yaşamayı göze almak zorundadırlar.

Hakikatin ortaya çıkabilmesi için aydınlar sözlerini ve eleştirilerini egemen güçler kadar yerleşik tepkilerden de sakınmaksızın ama aynı zamanda da çirkinleştirmeksizin ve farklı bir haksızlığın kapılarını da açmaksızın sürdürmelidir.

Eleştiriyi bir küfre dönüştürmek kadar, küfür olarak anlamak da, bir anlayış kıtlığından kaynaklanmıyorsa şayet, iktidarı hakikatleştirmenin birer tezahürüdür.

Eleştiri olmaksızın düşünce gelişemeyeceği gibi, toplumsal ve siyasal akıl da doğruluğun yolunu bulamaz.

Fikirden kaçılmaz. Düşman fikirle güreşilir. Düşman fikir de ne demek? ‘İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi’ne imza atan bir milletin üniversitesinde iktisat okutacak adam 'Sosyalizm' gibi masum bir kitapçığı yayımlamaktan çekinirse doçent değil, kapıcı olmaya layık değildir. Din şehit ister asuman kurban. Haklar birer birer fethedilir… Fikir uğruna edna fedakârlığı göze alamayan, üniversitede kapıcı olmaya layık değildir.” 8

 

 

1. C. Meriç, Mağaradakiler, Ötüken Neşriyat, s. 445, 446
2. C. Meriç, Jurnal 2, İletişim Y. Rıza Tevfik’e atfen, s. 276
3. Aktaran Dücane Cündioğlu, Bir Mabed İşçisi, Kapı Y. Ergun Göze’nin mülakatından, s. 190
4. Cemil Meriç, Jurnal, 2, İletişim Y. s. 154, 155
5. Arâf Suresi
6. Füsus’tan aktaran, Henry Corbin, Birle Bir Olmak, Pinhan Y. s 122
7. Cemil Meriç, derleme, Kültür Bakanlığı Y. Mehmet Evkuran’ın yazısından, s. 418

*Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Independent Türkçe’nin editöryal politikasını yansıtmayabilir.

© The Independentturkish

DAHA FAZLA HABER OKU