Kantolar, korona ve kibir

Ümit Aktaş Independent Türkçe için yazdı

Görsel: The New York Times

Kantolar (Ezra Pound)

“Korona günleri”nin bizi mahkûm kıldığı “izolasyon” şartlarının olumlu yönleri de var.

Bir süredir masamın kenarında duran “Kantolar”ı elime almak gibi. Daha ocak ayında basılmış gerçi, Efe Murad tarafından dilimize kazandırılan bu devasa eser. 

Pound’un şiirleri beni yıllar öncesine götürdü. Kırk bir yıl önce, Validebağ Hastanesi'nin o güzelim bahçesinin içerisinde bulunan sanatoryuma:

Yorgunuz, yorgun; dinlen artık usta, / Duyalım rüzgârın parmaklarını / Üstümüzü örten / Yaş ve ağır kapaklarda… Dinlen kardeş, bak şafak sökmüş dışarda;

Soluyor sarı ışık, / Eridikçe eriyor mum…  Kurtar bizi tatlı renklerle dolu dışarısı / Yosunun yeşili, çiçeklerin türlü rengi, / Ağaç altında serinlik…  

Kurtar bizi, çürüyüp gidiyoruz, / Bu durmadan akan yeknesaklığında, / Çirkin baskı işaretlerinin, / Beyaz kâğıt üzerinde kara kara…  

Kurtar bizi, öyle biri var ki önümüzde / Bir tebessümü daha fazlasını verir / Asırlık bilgisinden senin kitaplarının; / Ona bakalım sade.


Ben de yıllar sonra bir şeyler karalamıştım bu minvalde:

Fizik öğreten şu çok ciddî öğretmenler / Gökyüzüne bakmayı neden ihmal ederler / Ah güzelim gökyüzü, özledim seni / Özledim denizleri / Tayfaların kahırla kürek çektiği…


Şimdilerde, hırslı müteahhitlerimizin elinden kurtulabilmiş ve varlığını koruyabilmiş midir bilemem; o devasa akça ağaçlar ve çınarlar arasındaki yürüyüş yolları ve av köşkleri.  

Tabi bunlar da başka bir ihtirasın mirası ama tıpkı Pound’un şiirlerinde de olduğu gibi, geçmişin kötülüklerini güzelleştiren ve hatta bağışlayan bir yanımız var.

Estetiğin bir açıdan olumlu ama trajik yanı da bu işte. Acıyı ve hatta kötülüğü bile güzelleştirmesi; bağışlanır ve hatta anlaşılır kılması.

Zaten daha “anlatı”yı dikkatine aldığında, beraberinde bu süreç de başlar. Tıpkı “din”in de afyonlaşması, “kalpsiz bir dünyanın kalbi” haline gelmesi gibi.

Anlatının büyüsüyle, adeta her şey yeni baştan yaratılır; yarat-ıl-manın farklı bağlamlarında.

Anlatının farklı biçimleri ifadenin büyüsünü (“aura”) katar gerçekliğin üzerine; hafifletir acıları, kötülükleri bağışlanır kılar, kalpleri yumuşatır.


Hayatın trajikliği ve belki bir anlamda gerçekliği, sadece iyiliklerin değil, kötülüklerin de mevcudiyetidir. Karşıtlıklar, çatışmalar, işgaller, gizli iktidar odakları hep vardır.

Benim iyileşmek umuduyla sanatoryuma yattığım günlerde de, bilemezdim elbette oranın sol bir fraksiyonun işgalinde olduğunu.

Adeta bir örgüt evine dönüştürülmüştü burası ve bunu ancak ertesi gün, girişteki hasta kabul odasında sorgulamadan geçirildiğimde öğrenecektim.

Ve daha ertesi gün, yanı başımda, üzerinde İspanyol faşistlerce katledilen Frederico Garcia Lorca’nın şiirleri (sözgelimi Zülfü Livaneli’nin bestelediği: Ay kocaman at kara / Torbamda zeytin kara / Bilirim de yolları / Varamam Kurtuba’ya…) ve içerisinde yukarıda alıntıladığım Ezra Pound’un “Gözler” şiirinin de olduğu “Büyük Şairler ve Şiirleri”nin durduğu konsolda, bir de Yeni Devir gazetesi olunca, ileri gelenlerden birinin upuzun tiradıyla, bir gerici olduğum ve burada yerimin olmadığı çarpılacaktı yüzüme.

Ben de, elimde bir torba ilaç ve bir valiz dolusu kitapla, ilk bulduğum işe, bir yük gemisine girerek, uzak denizlere ve limanlara doğru yola çıkacaktım; göğsümdeki o mahut sancıyla.


Mimozaların çiçekleri solmaya başlamıştı.

Nisan(mı)dır en zalimi ayların.

(T. S. Eliot’un “Çorak Ülke” şiirinden; (mı) soru eki bana ait).


Kış soğuklarının üstünü örttüğü topraktan çıkmaya cesaret edemeyenlerin ya da güç yetiremeyenlerin toprağın sert ve soğuk kabuğuna, o ebedi istirahatgâha gömüldüğü aylar.

Yoksa, “şefkat midir kandıran Nisan’ı”? (Kantolar’da bu dizenin aslı şöyle: “Şefkat kandırdı Nisan’ı.”)

Oysa umursuzdur tabiat bu duygulara ve düşlere. Her ne kadar sürüklese de insanı olmayacak heveslere, umursuzdur.

Onun da kendince bir bildiği vardır kuşkusuz; kendince bir dili. Bir yandan ölümlere boğarken gücünü yitirenleri, öte yandan kardelenler fışkırır, çiçekler süsler dört bir yanı.

Tabi ki o ölümcül hastalıkları atlatamayanlar için değildir bu yeni şenlik.


“Kantolar”, düz anlamdaki bir “şiir”den ziyade, Odysseia’dan yola çıkan bir tür modern destan. Tarihi, insanoğlunun tarihsel macerasını anlatan, adeta Pound’un tarihe düştüğü notlar.

Hegel’in, Marx’ın felsefeleri ya da Faulkner’ın, Joyce’ın, Tolstoy’un, Balzac’ın, Kemal Tahir’in romanları gibi, Pound’un şiiri de tarihselliğin şiirsel bir anlatımı.

Epik (destansı) anlatımda şiir, kendi çerçevesini aşan bir iddiaya sahiptir. Ki, Heidegger’in Hölderlin’in şiirlerinde yakalamaya çalıştığı da budur.

O aşkın ışımayı yakalamak ve tarihsel gerçekliği o ışığın altında hakikate yakın kılmak. Ki aynı ritimle, Rodrigo’nun Gitar Konçertosunda veya Van Gogh’un fırça darbelerinde de karşılaşırız. 


Pound’u da, Heidegger gibi, iki dünya savaşı arasında “çaresiz bir strateji”ye, yani faşizme bağ-ım-layan ise kör ve romantik bir umuttan da öte, iki nefret arasındaki sıkışmışlığı: Komünizm ve kapitalizm.

Ne var ki kapılınan umut aslında her iki çıkmazdan daha pespayedir. Öne çıkardığı ise Platoncu seçkinciliğin maskelediği o, Heidegger’in kunt köylüleri gibi, faşizmin “halk”ı, yani popülizmidir.

Halkın savunusu ise, o günlerde, özellikle onu kapitalizmin bir oyuncağı haline getiren sermayeye, özellikle de Yahudi tefeciliğine karşı bir mücadeleyi dile getirir.

Teoride sosyalizmin, atölyede ise kapitalizmin taklidiyle girişilen bir aldanış ve aldatış. Karl Polanyi gibi “para, emek ve toprak”ın metalaştırılmasına karşı konmaya çalışılır.

Ne var ki sonuçta aynı şey, hem de daha hoyrat bir biçimde icra edilecektir. 


Sermaye tarafından belirlenen moderniteye karşı çıksa da Pound, modern sanata, onun “düzensizliğindeki düzen”e, ritmi aşan müzikalitesine sahip çıkar.

Modernizm bu anlamda parçalayıcı, eleştirel ve çığır açıcıdır. Aydınlanmayla olduğu kadar, aklın ve sermayenin baskınlığıyla da hesaplaşmaya çalışır.

Bu bağlamda Pound, Batı dünyası kadar, Batı kanonunun ötekileştirmeye çalıştığı kadim dünyayı harmanlasa da, Hint ve İslam kültürüne bigâne kalır.

Modern edebiyata uyarlı olarak şairane anlatımı sevmediği gibi, şiirsel sembollerdense imgeleri kullanır.

Savaşa karşı çıkmış olsa da bir savaş suçlusu olarak yargılanır. Akli sorunları nedeniyle, belki de sanatsal yetkinliğinin hatırına, bağışlanır. 


Yanlışın başka bir yanlışla düzeltilemeyeceğini anlamanın maliyeti koca bir dünya savaşı ve yanlışlığın daha bir taçlandırılmasıdır.

Sermaye ile yarışmanın sonucu baştan bellidir: Aşil kaplumbağayı geçemez. Beriki kötü de olsa bir gerçekliğe bağlıdır çünkü.

Öte tarafta ise belirsiz umutlar ve romantik hayallerden başka ne vardır? Birkaç çıfıtı öldürmekle tefeciliğin yok edilemeyeceği belirgin değil midir.

Sorun ise yok etmekte değil, var etmektedir. Ama adalete, hakkaniyete, üretimin tevazuuna ve bölüşümündeki dikkate bağlıdır bu.

Yoksa kötülüğün taklidiyle ona karşı verilecek bir mücadele, sonuçta kötülüğü pekiştirmekten başka bir işe yaramayacaktır.


Çeviri ise kaynak dilin dışındaki anlatımların ve alıntıların, özgünlüğü korumak adına çevrilmeksizin bırakıldığı pasajlarla bir anlaşılamazlığa doğru sürüklenmekte.

Bu çabanın okuyucuya bırakılması, -ki birçok kitapta da buna benzer bir yaklaşımla karşılaşılır-, çevirinin imkansızlığını da teyid eden paradoksal bir yaklaşım.

Ve hatta Kantolar özelinde bu, kimi yerlerde Yunan ve Çin alfabesinden doğrudan yapılan alıntılarla, şiirden resime doğru da savrulmakta.

Pound’un sık sık dalıp çıktığı oldukça farklı dillere dokunulmamakta. Adeta çevirmenin kaynak dil dışında bir çeviri sorumluluğu yokmuş gibi, bu ibareler geçiştirilmekte.

Gerçi bu hemen hemen her yayınevi tarafından sürdürülen bir sorumsuzluk ve kolaycılık.

Peki, bu tür farklı dillerdeki ibareler çevrilmeyince çeviri tamamına ermiş, yayınevi veya çevirmen işini yapmış oluyor mu? 


Bazıları açısından bu, “kutsal” yazının dokunulmazlığına, mütercimin kibrine veya şiirin çevrilmezliğine dair şu klişe yaklaşıma da verilebilir.

İyi de bir kez çiğnenmiştir kutsallık… Belki de bizim bilemediğimiz ve bilmememiz gereken sınırlarla çevrilidir ibarenin gizemi ya da sözün mütehakkim kibri.

Peki, bu ibareyi kim çevirecek: okuyucu mu? Ya da okuyucu açısından gereksiz bir ibare midir bu; anlamaması, anlaşılmaması gereken?

Ya da çevirisi güç mü, gereksiz mi, imkânsız mıdır? (Gereksiz bir külfettir belki de.) Yoksa okuyucuyu aldatmak, yanlışa sürüklemek midir?

Ona bakarsanız zaten, “her mütercim haindir” ; metnin özgünlüğüne ihanet etmektedir çünkü. Bu ise oldukça olağan değil mi?

Her anlama bir yanlış anlama, en azından anlamalar içerisinde tercih edilen, “çöken”, diğerlerinden sarfınazar edilen bir anlama olduğuna göre…

Kısacası Pound’un oldukça güç çevirisi, bu tür bir çeviri stratejisi yüzünden, ister istemez yarım bırakılmış bir çeviri.


Korona (Kovid-19)

Hep aynı noktaya saldırıyorlar. Kırk yıl önce kızıl virgüllerin (tüberküloz bakterilerinin) nokta koyamadıkları yerlere.

Tıpkı kapitalizmin dünyaya saldığı sermayenin saldırganlığı gibi saldırgan ve yıkıcılar. Arkaik unsurları büsbütün çökertmek, yeni bir güçler hiyerarşisine alan açmak için.

Sermayenin bir aklı olsa da, virüsleri harekete geçiren nedir? Belli değil!

Ama tüm dünyayı allak bullak eden, “modern” bir seri. Düşkün bir imparatorun hayaletleri gibi, başsız taçların etrafa yaydığı o korkutucu aura (korona). 

Tababetin dili de başka bir “jargon”la kendisini özelleştirmekte ve kutsallaştırılmakta: Latinceyle.

Sadece teslim olmanız istenmekte sizden. Anlayamadığınız sözcükleri kutsamanız.

Sonuç: Null!

İngilizce sözlüğe bakarsanız belirsiz!

Neden böyle yazılmaz, bilinmez! Tabi tıbbî bir şifre yoksa işin içinde.

Hem, belirgin olan ne? Yıllar önceki tüberküloz (mycobacterium tuberculosis) da pek belirgin değildi.

Yine de arada çimdikler atmaktan geri kalmamakta sol akciğerimin üst köşesine. 


Distopik bir film gibi her yer: maskeler, gözlükler, eldivenler.

Devasa gökdelenler, işlevsiz otomobiller ve bomboş sokaklar. Adeta terk edilmiş şehirler gibi.

O alımlı dünyalarını terk edip giderken gerilerinde günümüzün antik kentlerini bırakanlar sanmayın ki farklı koşulların kurbanları oldular.

Şimdilerde de sanki bir cehennemde dolaşan hayaletler gibi birbirlerine dokunmaktan kaçmakta insanlar.

Ne selam ne de bir ses. Sadece mesafe: fiziksel ve sosyal.

Bu daracıklaştırılmış şehirde insanlar arasında bunca mesafeler açmaksa küçücük bir virüsün marifeti.

Kim söylese inanılmazdı elbet. Unutmaya da hazırız aslında tüm olup biteni; üzerinde kalıcı dersler çıkarmaksızın.

Ama o küçücük “taçlı canavar” dolaşmakta aramızda hâlâ: havada, ellerimizde, içimizde. 


Bizi, kendimizi de aşan bir kardeşliğin tesis edilmeye çalışıldığı günlerden, bu günlerin heyecanını bir iktidara sermaye haline getiren ve artık kardeşin kardeşini tanımadığı günlere, koronanın bizi teslim aldığı ve zaten içerisine savrulduğumuz yabancılaşmayı açığa çıkardığı, mücessemleştirdiği günlere savrulduk.

Gerçi nerdeyse hazırdık bu mesafeli hayata; uzaklığa, uzaklaşmaya, bireycileşmeye.

Böyledir işte. Her dönemin egemenleri, kendilerince kimi hayaller kurmuş ve etraflarına da kimi “düşperestleri”  toplayabilmişlerdir.

Ama herkesin gönlündeki düşler belirginleştikçe yollar ayrılmaya başlar ve geriye sadece çıplak bir iktidar kavgaları kalır.

Asıl olan ise insanlığın bu artık mekanikleşmiş ve bildik macerası değil, bunlardan geriye ne kaldığıdır.

Gününü kurtarmaya çalışanlar içinse bunun da bir önemi olmadığı ortada. 


Heidegger’in ya da Pound’un temel sorunları da düşleri miydi; onları çağıran neydi ya da çağırdıkları?

Bu aldanışlar!.. Öyle miydi acaba, gerçekten de aldanmışlar mıydı?

Sözgelimi Necip Fazıl veya İsmet Özel; ya da Recep Tayyip Erdoğan, aldanmışlar mıydı gerçekten?

Yoksa bizzat onlar mıydı aldanışların müsebbibi?

Veya hepimizi bir biçimde etkileyen bir iklime mi maruz kalınmıştı?

Cevaplamak zor bunları.

Hiçbir şey hakkında sonunu görmeksizin karar verilmez diyen kadim düşünürün kavlince, sonuna bir biçimde mülaki olduğumuz bu hikâyede ise, hayallerimizin peşinden sürükleyerek getirdiğimiz yorgun bedenlerimizden başka geriye ne kaldı?

Yeni hayaller ise yeni bir gençlik enerjisi isterdi ki o da ancak umursuzluklarında bir açıdan haklı olan yeni nesillere havale.


Kibir (İktidar)

Pound’un “Gözler” şirinin çevirisi Bülent Ecevit’e ait.

Ama Bülent Ecevit’i zihnime kazıyan bu güzelim çevirisi değil. Merve Kavakçı’ya sarf ettiği o sözler:

Burası devlete meydan okunacak yer değildir. Lütfen bu hanıma haddini bildiriniz!


Bu sözlerin muhatabı ise yıllar sonra bir büyükelçilikle ödüllendirildi.

Oysa “devlet kibri”nin bu tavrını protesto etmek için, İstanbul Üniversitesi'nin önünde, havaya kalkmış şehadet parmaklarının yanına sol yumruklarını ve direniş türkülerini ekleyen Grup Yorum’un solisti Helin Bölek, tam da sözümona 28 Şubat mağdurlarının iktidar oldukları bir dönemde, açlık grevinin 288. gününde dünyaya veda edecektir.

Hem de hiç kimsenin yumruğunu havaya kaldırmasına müsaade edilmediği sessiz bir merasimin eşliğinde. 

Onu mezara götüren, tıpkı geçmişteki itaatsizlikler gibi, egemenin sözüne karşı yürütülen bir tavır alıştı.

“Direnişten vaz geçin sonra pazarlığa otururuz” gibi, insanlığa ait en kutsal yönleri bile bir pazarlık nesnesi haline getirebilme yeteneğine karşı umursuzluk.

Bir şirket gibi yönetilen devlet ve her şeyin pazarlığa tabi tutulabileceğine dair bir heves, ölüme karşı umursuz biriyle pazarlık yapılamayacağını çoktan unutmuş olmalıydı.

Ahlakın ve erdemin de unutulduğu gibi.

Öyle ki cezaevleri bile bütün ahlaksız ve erdemsiz suçlulardan boşaltılırken, orada kalanlar her şeye rağmen iktidarın kibrine karşı vicdanlarının seslerini dile getirebilenlerdi.

Devlet kendisine karşı işlenen suçlara karşı umursuzken, bireylere karşı işlenen suçları, hem de onların müsaadesini almaksızın bağışlayabilmekte.

Bu ise, dünyanın çivisinin çıktığının, yani adaletsizliğin en açık resmidir: “kibr”in.


Ölümcül bir günahtır kibir. Öyle ki “kalbinde zerre kadar kibir olan cennete adım atamaz”.

İnsanları kibre götüren ise daha çok iktidarın ve tahakkümün farklı biçimleri.

Kibre bulanmayan bir iktidar mümkün değil mi? Mümkün elbette.

Ama bunun için muktedirlerin kendilerinde tanrısal bir güç vehmetmemeleri, o noktaya gelmemeleri, getirilmemeleri gerekir.

Yani tüm güçleri ellerinin altında topladıkları bir otoriterliğe ve yetkeye ulaşmamaları, tam aksine iktidarın buna elverebilecek olan tüm yollarının özenle tıkanması gerekir.

Tabi ki iktidar, daha çok siyasal alanda göze çarpsa da, toplumun her kesiminde işler: siyaset, sanat, bilim, ahlak, din, sermaye… Başatlaşmış olan siyasettir gerçi.

Toplumsal güçleri toparlayarak dağıtan, adaleti elinde tutan, üretimi ve tüketimi belirleyen, eğitime ve bilime vaziyet eden, savaşa ve barışa karar veren siyaset (iktidar).


Bir iktidar kavgasının sağa sola savurduğu nesiller, birbirlerinin gerçekte ne söylediğini dinlemeye bile yanaşmaksızın, karşı tarafı suçlayıp durdu.

Orada da kalmadı; ortadan kaldırmaya çalıştı. Bir kesim hain, öbürü ise gericiydi.

İktidar çatışmalarının körlüğü, düşünmeye ve anlamaya gerek bırakmamaktaydı.

Hâlâ da değişmiş bulunmamakta bu durum. Şartlar ve taraflar değişse de, çatışmanın şablonu değişmemekte.

Yeni yüzler, gerekçeler ve söylemler, yeniden parçalayarak nesilleri, birbirlerinden ötelere savurmakta.

Hain veya gerici yok mudur içlerinde? Mümkündür elbette. Ama onların varlığını mümkün kılan da bu kitlesel savrulmaların akılsızlığı ve tarafgirliği değil mi?

Adaletsizlikleri, yolsuzlukları, otoriterliği, akıldışılıkları, yozlaşmışlıkları, yaşanılamaz hale gelen şehirleri ortaya çıkaran, büyük ölçüde bu kutuplaşmaların sabitlediği kitlelerden sağlanan körce destekler değil mi?

Ahlakın, aklın, bilimin ve toplumsal değerlerin devreden çıkarıldığı bir meşrulaşma mekanizması değil mi?

Elan içerisinde bulunduğumuz şartlarda da, yolunu şaşırmış muhterislerin kendi ihtiraslarını tatmin etmek için çığırından çıkardığı bir şehrin zebunları olarak, bu başımıza gelenlerin neyin nesi olduğunu anlamaya çalışırken, hâlâ bu koşulların çerçevesinde bakmakta değil miyiz olaylara?

Aklımızı olanca esenliğiyle kullanabilmekte miyiz? Tabi ki kafamızı karıştırmaya çalışan bir troll ağının aptalca bombardımanından aklımızı kurtarabilirsek! 


Bir zamanlar edindikleri “devrimci” jargonla her şeyi kirletmeyi marifet addeden bu çevreler ise, Attila İlhan’ın Ahmet Kaya tarafından bestelenen “marş söylemeden ölmek bize yakışmaz”ını, hem de İbn Haldun’a da atıfta bulunarak “açlıktan korkmak bize yakışmaz” gibi bir ucuzlukla manşetlerinde kullanırken, aklı araçsallaştırmanın kötülüğünü de ortaya koymaktalar.

Tüm bilim ve bilgelik dolu verileri kirletmeye ahdetmiş gibi bir yüzsüzlük ve umursuzlukla. Sözün kutsallığını pespayeleştirmekten başka bir şey değil bu tabi.

Bir kuşağın tüm “soylu” birikimlerinin bir reklam ya da propaganda diline tahvili (soysuzlaştırılması), meselenin en dramatik tarafı. Ama işbitiriciliğin sonu yok.

Bu zevat her dönemde o dönemin rantını yeme becerisini gösterebilmişler taifesinden.

Yani Ali’nin namazı kadar, Muaviye’nin sofrasından yararlanmayı da marifet belleyenlerden.

Bunlara söylenecek tek söz, o da Nazım’a atfen, “yeter ki kesilmesin reklam parası” olsa gerek.

Ama iktidarın çanak yalayıcılığına alışmış bu zevat için sözlerin anlamı sadece o çanağın doldurulabilmesi, lütfa mazhar kılınmasıyla sınırlı.


Sorunun özü ise, küçücük kazanımların hatırına göz yumulan ve belki de bir tür idealleştirmenin körleştirdiği aklımızın eleştirel yeteneğini ve gücünü yitirmesinde, dahası bu yeteneğin ve gücün beklenen o idealin sözümona gerçekleştirilmesine hasredilmesine dayanmakta.

Tıpkı Almanların “Reich”ları gibi, biz de de güçlü liderler eşliğinde “yeniden doğuş”, “diriliş” nazariyeleri tartışılır hep.

Fatih’ten Abdülhamid’e veya M. Kemal’e, oradan Erdoğan’a uzanan doğrusal ya da kırık çizgiler…

Sabırsızlıkla beklenen “yüzüncü yıl” da dirilişin mi yılıdır, yoksa çöküşün mü? Bilinmez!

Mahmud’dan Mustafa Kemal’e, oradan Recep Tayyip Erdoğan’a uzanan o yüzyıllık başlangıçlar yenilenmeleri mi işaret etmekte, yoksa çöküşleri mi.

Öyle ki her tortulanış, inkârıdır imkânların ve daha bir katılaşmasıdır kutsal otokrasilerin.


İnsanlık, bireylerde de görülen bir biçimde zaman zaman aşamayacağı sorunların ve durumların önünde bulur kendisini. Bu ise maddi olduğu kadar manevi krizlere de yol açabilir.

Bu krizlerin belirtileri de maddi (savaşlar, hastalıklar, kıtlıklar, kirlenmeler…) olabileceği gibi, manevi (ruhsal ve toplumsal çöküşler, anarşi veya anomi, iktidar bunalımları…) de olabilir.

Korona (Kovid-19)’nın açığa çıkardığı veya onun üzerinden de olsa önümüze konulan mesele de, bir yönüyle insanlığın karşı karşıya geldiği küreselleşme ve modernleşmenin krizi aslında.

Şehirlere yığılan ve giderek küreselleşen sermayenin tahakkümü altında parçalanan insanlık, kendisine yeni bir yaşama biçimi oluşturamadı.

Aşırı büyüyen şehirlerin yarattığı kirlilik ve topraktan kopuş, üretim biçimleri kadar tüketim biçimlerini de büsbütün değiştirdi ve giderek edilgen kişiliklerden oluşan bir toplum yarattı.

Bireysel hayatını sürdürmede kendince bir donanıma sahip olan bu insanlar, toplumsal sorunlar karşısında oldukça çaresiz ve etkisiz gölge varlıklara dönüştüler.

Dolayısıyla toplumsal ve küresel bir sorunla nasıl baş edeceklerine dair bir bilgeliğe sahip değiller.

Modern eğitim biçimleri ise daha çok ideolojik ve endüstriyel ihtiyaçlara cevap verme derdindeler.

Hal böyle olunca, rutinin dışındaki bir olgu veya aksama karşısında sadece onlar değil, bir ölçüde onlarla benzeri kaygılara ve donanımlara sahip olan devletler de çaresiz kalakalmakta. 


Günümüzdeki sorun her ne kadar bulaşıcı bir hastalık etrafında tezahür etse de, buna dair “çağrı”lar üzerinde, çoğu kehanetler bağlamında da olsa, nicedir konuşulmaktaydı.  

Carl Gustav Jung’un “Seçme Yazılar” (Alfa Y.)’da da belirttiği gibi:

Bugün bize korku veren büyük felaketler, fiziksel ya da biyolojik düzenin temel olguları değil, ruhsal olgulardır… Psişik salgınlardan başka bir şey değil bunlar. Çağcıl insan yaban hayvanlarının, yer sarsıntılarının, toprak kaymalarının veya sellerin elinde değil…


Ama gelin görün ki, “çağcıl insan”ın korkuları, bu tip tehlikelerin yarattığı tehditlerin çok ötesinde.

Dolayısıyla bilimselliğin yarattığı o kırılgan güvenlik ve anlam zemini çok da korunaklı değil.

Bununla yüzleştiğinde ise, bu duyguyla (korkularla veya kaygılarla) nasıl baş edebileceğine dair bir serinkanlılığa da sahip değil.

O zaman ise bir yandan paniklerken, öte yandan ise saldırganlaşabilmekte.

Sosyal faaliyetlerinden ve işlevlerinden koparılan insanın indirgendiği yalın hayatı, gerçekte salt üretime koşulmuş bir koşuşturmacanın nesnel bir halidir.

“Yalın (çıplak) insan”ın geleceğe sunabileceği başka bir alternatif de yok.

Bu eksiltilmiş insanlık, Agamben tarafından nicedir dillendirilen bu yalın (çıplak) hayat, gerçekte insanı insanlık öncesi durumuna düşürme çabası olarak, ona yöneltilmiş bir komplodur. 


Daha çok iktidarlarca örgütlenen bu komployla, buna karşı insanın insanlığını koruma çabasının, gelecek dönemlerin temel çatışma biçimi olacağı da giderek belirginleşmekte.

Kendilerini bu minvalde kurgulamış olan iktidarların gücü her nereye ulaşırsa ulaşsın, insanı adalet, hakkaniyet ve meşruiyet arayışından hiçbir zorbalık geri çeviremeyecektir.

Devletler kuşkusuz ki insanların ihtiyaçlarından doğmuştur. Dolayısıyla bu ihtiyaçların giderilmesi kadar bilimi de örgütler ve üretirler. Ancak son tahlilde tüm bunların insan için olduğu unutulmamalıdır.

İnsanın asli ihtiyaçları ise sadece devletçi bakışın perspektifiyle belirlenemediği gibi, bu perspektife de sığdırılamaz.

İnsan her halükarda devletten daha önemli ve daha yücedir. Bunu en iyi bilmesi gereken dindarların ise, bu yalın gerçekliği iktidar çıkarları nedeniyle unutmuş olmaları ya da böyle görünmeleri ise oldukça alçaltıcıdır.

“Eşref-i mahlûkat”, “zübde-i âlem” dediğimiz “insan”, kurumların, iktidarların görkeminin veya kutsallığının ağırlığı altında eziliyor, hiçe sayılıyor.

İktidarların haşmeti, Allah’ın hiç kimseden esirgemediği rahmetini hiçe sayıyor.

Dini temsille yetkilendirilmiş bir kurum bile, insanların kurtuluşu yerine devletin tanrısallığını pekiştirme derdinde.

Ulusal dinler (ulusçuluklar) toplumları kavrayıp tatmin edemediği gibi, insanlığa hitap edecek ve ona derunî bir anlam kazandıracak evrensel dinler de, izledikleri yanlış stratejiler ve söylemlerle, meşruiyet çerçevelerini yitirmiş durumdadırlar.

Çünkü nebevî hitabın seslenişindeki doğrudan insanlığı muhatap alan, ona, onun kalbine, umuduna ve idealine, anlam, adalet ve hakkaniyet arayışına seslenişindeki asliliği kavrayabilmiş değiller.


Daha düne kadar küresel egemenlikler peşinde koşanların şimdilerde bu küçücük virüs önünde boyun eğişleri ve çaresizlikleri ise manidar değil mi?

Kuşkusuz herkesin farklı hesapları var; nefesler tutulmuş, beklenilmekte. Bu “distopik” manzaraları kalıcı kılmaya dair iktidar düşleri. Koşulsuz egemenliklerin keyfi.

Ama yeryüzü buna dair çok düşler yaşadı; hemen hepsi hüsranla sonuçlanan.

Kur’an’daki kıssalarda anlatılanlar da temelde bu tür düşlerin acı sonuçları. Bu kez de farklı olmayacak.

Adaleti, ahlakı, hakkaniyeti unutanlar ve unutturmaya çalışanlar, bu virüsün örnekliğinden kendilerine dersler çıkarmasını bilmeliler.

Kibrin simgesi olan o gökdelenlerin günü geldiğinde nasıl da insanların mezarlarına dönüştüklerine dair dersler.

Uygarlıkların övüncü addedilen üretim tesislerinin durma noktasına gelmesi, baş edilemeyen bir çaresizlik…

Aklı olanlar çıkarır bu dersleri elbette. Aklı olmayanlar ise zillet içinde yok olmaya mahkûmdurlar.

 

 

*Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Independent Türkçe’nin editöryal politikasını yansıtmayabilir.  

© The Independentturkish

DAHA FAZLA HABER OKU