Bir manastırın kadim taşı: Bahê

Şeyhmus Çakırtaş Independent Türkçe için yazdı

Bahê’yi ilk defa 26 yıl önce kasvetli Deyr ül Zafaran Manastırı’nın taş döşemeli avlusuna ilk girdiğimde, hemen kapıya yakın bir köşede görmüştüm.

Kocaman avluda ilk göze çarpan Bahê’nin donuk, düşünceli yüzüydü.

Kapıya yakın bir köşede oturan, zaman zaman tahta sandalyeden kalkıp, kapıya yönelen Bahê’yi daha dünmüş gibi hatırlıyorum.  
 

IMG_20200412_120535.jpg
Bahê, 1995 / Fotoğraf: Şeyhmus Çakırtaş​​​​​​​


İlk anda Bahê’nin manastırda yaşayan birisi olduğunu düşünerek, bakıp geçmiştim.

O gün geçmiş zamanlarının kadim izlerini taşıyan Deyr ül Zafaran Manastırı'nın bölümlerini büyük bir hayranlıkla dolaşmış, en eski Güneş Tapınağı'nı ziyaret etmiş, kilisede bulunan ibadet salonunda Süryani inancının kadim sesini duymuş olarak manastırdan ayrılmıştık.

Biz ayrılırken Bahê arkamızdan bakmış, boynu bükük bir şekilde tahta sandalyesinde derin düşüncelere yelken açmaya devam etmişti.

Sonraki yıllarda birkaç kez daha manastıra ziyarete gittim.
 

DSCN6497.JPG
Bahê, 2012 / 5Fotoğraf: Şeyhmus Çakırtaş​​​​​​​


Her seferinde Bahê, ya köşesinde oturuyor ya da kapıda gelen ziyaretçileri karşılıyordu.  

Kimdi, neyin nesiydi bilmiyordum.

Ta ki o dönemde Deyr ül Zafaran’da baş rahip Gabriel’den Bahê’nin hikayesini, ayaküstü de olsa dinleyene kadar herhangi bir bilgi sahibi değildim.

Deyr ü Zafaran’la adeta özdeşleşen ve manastırın ruhani ortamının bir parçası olan Bahê, yıllardır burada yaşayan birisiydi.
 

D7-a-eIXkAASiIb.jpg
Fotoğraf: Twitter


Çok dergah gezen, cami ve kilise ziyaret eden birisi olarak, bazı insanların kendilerini bu tür mekanlara adadığını, uzun bir zaman bağlı olduğu cemaatin içinde kaldığını az çok biliyordum.

Ama Bahê çok  farklıydı; yaşamı, acısı, özlemi benzersiz ve oldukça iç burkuyordu. O ne bir ermişti, ne de kilisenin bir rahibi. O bir başına altı yaşında koca bir adamdı.

Bir süre sonra merakım depreşse de, Bahê ile hiç konuşmadım. Ya benim fazla zamanım olmadı ya da Bahê hiç konuşmadı.

Çevresinden bilgiler derledim, hikayesine ulaştım. Notlarıma dahil ettim. Belki bir gün hikayesinin derinliklerine ulaşırım umuduyla zihnimin koridorlarında sakladım.
 

DSCN6512.JPG
Fotoğraf: Şeyhmus Çakırtaş


Aradan yıllar geçti.

Ben Bahê’yi unutmadım desem de, zaman acımasızca geçerek, hikayeyi zihnimde küllendirmiş, unutulmaya yüz tutmuştu.

Zihnimde uykuya dalan hikaye, Bahê’nin 2014 yılında hayata 76 yaşında veda etmesiyle tekrar uyandı.

Aslında ben geç kalmış, hikayesini kaleme almadan Bahê sonsuzluk uykusuna dalmıştı.

Kendisi hayata veda etse de hikayesi Deyr ül Zafaran’ın koridorlarında, binlerce yıllık güneş mabedinde yaşıyordu.

Araya yıllar girse  de yaşadıklarını kaleme almak, hikayesini yazmak her zaman mümkündü.

Çünkü Bahê, dünyanın en çocuk insanı olarak tam 79 yıl ömür sürdü ve 70 yıl boyunca annesini bekledi.

Manastırın devasa kapısı sabah erken saatlerde her açıldığında Bahê kapının eşiğinden yola baktı, gelenler arasında annesini aradı.

Akşam olunca boynunu büker, ertesi gün açılacak kapının zamanını gözeterek, uykuya dalmaya çalıştı.
 

1958 Behe.jpg
Soldan sağa: Arthur (Karl) Võõbus, rahip Cebrail Allaf, Ilse Luksep Võõbus, Bahe, Deyrul Zafaran Manastırı, Mart 1951​​​​​​​


Asıl adı İbrahim olan Bahê, 1928 yılında Mardin’de yoksul bir Süryani ailenin çocuğu olarak dünyaya gözlerini açtı.

Anne Vedia evde dokuma işleri, Babası Hanna ise tren istasyonunda hamallık yaparak geçimini sağlamaya çalışıyorlardı.

Üç çocuklu aile yeni çocuklarına İbrahim adını koydular. Anne Vedia oğluna verdikleri İbrahim isminin yanında kısaca Bahê demeye başladı.

Herkes mutluydu Bahê’nin hayatlarına katılmasına. Baba hamallık yapsa da, bir can daha çoğalmalarına sevinmiş, hayata daha bir bağlanmıştı.

Ta ki Bahe iki yaşında gelene kadar her şey normal seyrinde gitti. O gün yaşanılanlar başta Bahê’nin olmak üzere tüm ailenin kaderini değiştirdi.

Bahê, henüz iki ya da üç yaşlarındayken, anne Vadia eski Mardin Evlerinin avlusunda bulunan kuyunun başında uyusun diye onu bırakıp, günlük işlerine baktı.

Taş evin bölümlerinde ev işlerini yürüten anne, kısa bir süre sonra oğlunun çığlıklarıyla sarsıldı.

İlk anda aklına gelen akrep ya da yılan sokması oldu. Vadia iç parçalayıcı çığlığa avluya fırladığında, evlerinde bulunan horozun Bahê’nin yüzünü acımasızca parçalamaya çalıştığını; ağzını, gözünü rastgele gagasıyla yaraladığını, zavallı Bahê’nin de can havliyle çığlık attığını gördü.

Vadia bir hışımla horozu uzaklaştırsa da, iş işten geçmişti.

Bahê uzun süren iç çekmelerden sonra donuklaştı. Etrafa boş gözlerle bakmaya, acısını bile hissetmemeye başladı.  

Hiçbir zaman izleri kaybolmayacak, yüzünde ve ruhunda kapanmaz yaralar açılmıştı.

O artık eski Bahê olmadı.  

O eski güzel çocuk gitti, daha donuk, kabuslar gören, her şeyden tırsan bir çocuk oldu.

Yaşıtlarına göre daha ağır öğreniyor, herkesin konuştuğu Süryanice’yi bile öğrenemiyor, annesinin konuştuğu Arapça'yla kendini zor bela ifade ediyordu.

Bahê için zor günler başlamıştı. Anlama güçlüğü çekiyor, Süryanice anlamıyor, yaşıtlarına göre çok gerilerden hayatı takip ediyordu. 

Saf, her zaman çocuk kalacak olan Bahê ailesinin yanında dünyaya donuk bakarken, bu kez babası Hanna yük taşırken, kalp krizi geçirerek hayata veda etti.

Bahê bu ani gidişin ayırtına varmadı, bir anlam vermedi.

Herkes ağlasa, dövünse de o babasının öldüğünü kavrayamadı. Aniden yaşanan bir gidişe bir anlam veremedi. 

Aile olarak zaten yoksuldular, gelirleri hayatlarını yürütmeye yetmiyordu. Baba Hanna da ölünce, iyice fakirleştiler.

Sığınabilecekleri kimse yoktu, anne Vadia’nin da kazanacağı para ev geçindirmeye yetmiyor, mutfak masraflarını bile çıkaramıyordu.

Bu süreçte Deyrul Zafaran Manastırı’na gidip gelmeye, geçim derdine çare bulma çabası içine girdi.

Nereye gitse, bütün kapılar üzerine kapandı, umutsuzca evine döndü. Dokuma işi de eskisi gibi para getirmediği gibi dünya yeni bir sarsıntıya hazırlanıyor, ikinci büyük savaş kapıyı çalıyordu.

Anne Vadia elleri kolları bağlı bir şekilde çareler arasa da, yoksulluğun çemberini kıramadı ve Suriye’deki babasın evine dönmeye karar verdi.

Hazırlıklarını tamamladığında Bahe altı ya da yedi yaşındaydı. Vadia yoksuldu, ayakta duracak gücü kendinde bulamıyordu.

Özel bakım ve zaman gerektiren Bahê’yi ne yapacaktı? Gidecekleri yol uzun ve zahmetliydi. Bin bir zorluk onları bekliyordu.

Zaman zaman gittiği manastırda bazı yetim çocukların eğitim aldıklarını görmüş, bazı ailelerin manastıra çocuklarını bıraktığını duymuştu. Zor da olsa Bahê ile ilgili bir karar verdi.

Yola çıkacakları gün manastıra hep birlikte gittiler. Önce Menice, İlyas, Behiye sarıldılar küçük kardeşlerine, sımsıkı sarıldılar.

Bahê ne olduğunu anlamadı, sonra annesi sarıldı, öptü, kokladı, kokusunu derin derin içine çekti ve "Bahê geleceğiz" diyebildi sadece.

Gözleri doldu, boğazı düğümlendi. Bir an vazgeçti gitmekten. Ama gitmekten başka bir çaresi de yoktu.

Bir yandan yoksulluk, bir yanda kimsesizlik ve anne babasının uzakta olması Vadia’yı çaresiz bırakmıştı.

Bahê annesinin “Biz geleceğiz” sesini ta yüreğinde hissetti, o da onlarla birlikte ağlamaya başladı. Tekrar tekrar sarıldılar, defalarca birbirlerini öptüler.

Vadia, son kez sımsıkı sarıldı, öptü yüzündeki yaralarından ve kapıya yöneldi. Diğer çocukları da Bahê’ye baktılar. Gözyaşlarını içlerine akıtarak, kocaman kapıdan çıktılar. 

Bahê onların arkasından bakakaldı ve annesi, kardeşleri gözden kaybolduğunda kilisenin deneyimli rahiplerinden biri Bahê’nin omuzlarına dokunarak, içeriye aldı ve kadim kapı bir kez daha günü tamamlayarak kapandı.

Bahê alışamadığı, bilmediği bir ortama aniden dahil olmak zorunda kaldı. Uyuyamadı, günlerce kapının eşiğinde oturdu. Annesinin geleceğini umut ederek, yolu gözlemledi.

Günler, aylar geçti ama annesi gelmedi.

Ama Bahê, her sabah kapının eşiğine gelerek bekleyişine devam etti.

Manastırdakiler kendisine destek oldular, umutla bekleyişine tepki vermeyerek, yaşama tutunmasına güç kattılar.

Zamanla Bahê, manastırının en sevilen insanı oldu. Bütün rahipler, rahibeler, kilisedeki müridler hepsi Bahê’yi bağırlarına bastılar, sahip çıktılar, bakımlarını üstlendiler.

Annesizliğin derin izlerini silmeye çalışsalar da, Bahê her gün annesinin geleceğini düşünerek kapıya yöneldi. Her gelen kafilenin içinde annesini aradı, yolları gözledi.

Aradan yıllar geçmesine rağmen annesi gelmedi. Bahê ise umudunu hiç kaybetmedi.
 

DSCN6498.JPG
Bahê, 2012 / Fotoğraf: Şeyhmus Çakırtaş​​​​​​​


Her sabah manastırının devasa demir kapısını ziyaretçilere açtı, kadim duvarlarla konuştu, çiçeklere, ağaçlara su verdi.

Manastırın bir parçası oldu, kendisini kadim zamanlardan kalan tapınağın koridorlarına bıraktı, özlem içinde yanan bir çocuk olarak hayatına devam etti.

Yıllarca annesinin döneceğini düşünerek, her sabah kapıyı açtı, gözleri yolda oldu.

Tam 70 yıl bekledi, bekledi, bekledi.

Ama anne Vadia gelemedi. 

Bahê, 79 yaşında kimsesiz olarak hayata veda ederken, bir daha uyanmamak üzere derin bir uykuya daldı.  

O, öldüğünde Mardin’deki Süryaniler, Hristiyanlar ve Müslümanlar cenazesine katıldılar, herkes kendi inancında, kendi dilinde dualar ederek, son yolculuğunda yalnız bırakmadılar.

O, ölmeden önce Deyrul Zafaran’ın din adamlarından Al Raban Jousef Majon, şöyle demişti:

Bahê, bu manastırın bir taşı haline gelmiş. Allah etmesin, eğer Bahê Amca ölürse, manastırdan bir taş eksilecek


Kadim manastır taşlarından birisini altı yıl önce kaybetmiş, Bahê ölmüştü…

 

 

*Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Independent Türkçe’nin editöryal politikasını yansıtmayabilir.  

© The Independentturkish

DAHA FAZLA HABER OKU