Biyolojik saldırı iddialarını konuşurken asıl odaklanmamız gereken yeri kaçırıyor muyuz?

Nurettin Akçay Independent Türkçe için yazdı

Fotoğraf: AP

Koronavirüsün ilk kez duyurulduğu günden beri, virüsün kaynağı olarak tüm dünyaya sunulan resmi anlatı şuydu: Virüs Vuhan’da bulunan bir Seafood Markette ortaya çıkmıştı. Hastalığın sıfır noktası burasıydı.

Burdan Vuhan şehrine, Vuhan’dan Hubei eyaletine, sonra Çin’in diğer şehirlerine ve en son tüm dünyaya yayılmıştı.

22 Şubat’a kadar da bu bilginin doğruluğuna hepimiz inandık. Fakat 22 Şubat’ta bir makale yayınlandı.

Birçok Çinli akademisyenin katkısıyla hazırlanan makale Huanan Deniz Ürünleri Pazarı’nın virüsün kaynağı olduğu iddialarını tamamen reddediyordu.

Makalede şu ifadeler geçiyordu:

Virüs muhtemelen başka bir yerden buraya bulaştı ve buradan da diğer şehirlere.


Ama ilk kez nereden ortaya çıktığı ile ilgili bir bilgi yoktu. 28 Şubat’ta düzenlenen Dünya Sağlık Örgütü toplantısında muhabirin biri yetkililere şu soruyu sordu: Virüsün kaynağını biliyor muyuz?

Yetkililer ise "Kesin bir cevabımız yok" diyerek konuyu geçiştirdiler. Kısacası artık tüm dünya neyle karşı karşıya olduğunu bilmiyordu.

Ortada kesin cevaplar olmayınca da toplum cevaplarını kendi arar. Hikayeler üretir, üretilen her hikayeye de inanır.

Kendi topladığı parça parça bilgileri birleştirip bu bilgilerden mantıklı bir bütün oluşturur.

Tüm dünyanın yapmaya başladığı da aynen bu oldu ve dünyanın her yerinde virüsle ilgili hikayeler yazılmaya başlandı. 

Bu hikayeler için kaynaklar bile hazırdı. İlki 24 Ocak’ta The Washington Times’da yayınlanan bir makaleydi.

Makaleye göre, virüs Çin’in biyolojik silah çalışmalarının bir ürünüydü. Makale, virüsün Vuhan Viroloji Enstitüsü'ndeki çalışmalar sırasında dışarı sızdığını iddia ediyordu.

Yazıda eski bir İsrailli istihbaratçının ifadeleri yer alıyor, fakat başka hiçbir kanıta yer vermeden ilginç bir olay örgüsünden söz ediliyordu.

BBC de hemen bu makaleyi kullanmış ve tüm dünyada bu anlatının yayılmasını sağlamıştı.

Tabi daha sonra bunun doğru olmadığı ortaya çıkınca özür dilenmişti; ama hikaye bir kere bu işlerden hoşlananların eline düşmüştü. 

Sonra cumhuriyetçi senatör Tom Cotton’un tweetleri, İngiliz parlamento üyesi Tobias Elwood’un açıklamaları ve BuzzFeed’de yayınlanan haberler hep bu hikayeleri besledi.

Dünyanın her yerinden insanlar ilginç, bir o kadar da okunası senaryolar yazıyordu. 

Şimdi biraz daha geriye gidelim; tarihler 18-27 Ekim 2019. Bu tarihler arasında Vuhan'da 7. Dünya Askeri Olimpiyatları düzenleniyordu.

17 Ekim’de ise 300 ABD askeri, olimpiyatlara katılmak için Vuhan’a gitmişti. Rivayetlere göre olimpiyat oyunları nedeniyle güvenlik önlemleri düşürülmüş, ABD askerleri rahatça Vuhan’a girmişti.

ABD askerlerinin 10 gün boyunca konakladıkları Vuhan Tianya 1911 Hotel ile Huanan Seafood Market arasındaki mesafe sadece 8 dakikaydı.

Alın size hikaye üreticileri için yeni bir bilgi. Üstelik çok kullanışlı bir enformasyon. Bu bilgi de günlerce kullanıldı ve virüsün bu kez ABD ordusu tarafından Çin’e sokulduğu iddia edildi. 

Tarihler bu kez Mart 12’yi gösteriyor. Yani 4 gün önce. Yeni iddia üst düzey bir Çinli yetkiliden geliyordu.

Çin Dışişleri sözcüsü Lijian Zhao, Salgını Vuhan'a getiren Amerikan ordusu olabilirdiyerek ilk kez Çinli resmi bir ağızdan iddianın güçlenmesini sağladı.

Sonra İran dini lideri Ali Hamaney de "biyolojik saldırı olabilir" dedi. 

Ama Çin’in açıklamaları biyolojik saldırı iddialarından ziyade bu virüsün daha önce ABD’de görüldüğü ve enfekte olan ABD’li askerlerin Ekim 2019’daki olimpiyatlar sırasında Vuhan’a bulaştırdığıyla ilgiliydi.

Çin, ABD’den yapılan “Gripten öldüğü düşünülen bazı kişilerde koronavirüs tespit edildi” açıklamalarına dayanarak bu iddiayı dile getirmişti. 

Peki gerçek böyle mi?! biyolojik bir saldırı var mıydı?

Ya da ABD’li askerler mi bu virüsü Vuhan’a taşımıştı?

Çin’in açıklamalarını nasıl okumak gerekiyor?

Çin bu iddiaları neden gündeme getirdi?

Aslında şu an ciddi bir propaganda savaşı yapılıyor. Zira bugünlerde bütün dünya salgından dolayı Çin’i suçluyor.

Çin’in tedbirsiz davrandığı, bilgi sakladığı konuşuluyor. ABD Ulusal Güvenlik Danışmanı Robert O’Brien da daha önce yaptığı açıklamayla, Çin’in salgını örtbas ettiğini iddia etmiş ve bu örtbasın dünyanın 2 ayına mal olduğunu dile getirmişti. 

Öte yandan Çinlilere yönelik saldırgan tutumlar, nefret söylemleri dünyanın her yerinde artmış vaziyette. Olası tazminat iddiaları bile konuşuluyor. 

İşte tüm bunlardan dolayı Çin hedef şaşırtmak istiyor olabilir ve Çin’in bu iddiaları virüs sonrası artan Çin karşıtı söylemlere yönelik atılmış bir adım olarak değerlendirilebilir. 

Virüsle ilgili hemen hepimizin konuştuğu komplo teorileri kısaca bu şekilde.

Açıkçası ben virüsün doğal yollarla çıkmış olabileceğini düşünenlerdenim.

Çin’in son açıklamalarını da tamamen propaganda savaşının bir parçası olarak görüyorum. Fakat aklıma yatmayan ve kaçırdığımızı düşündüğüm nokta başka. 

Biz bunları konuşurken, virüs sonrası dünyanın farklı bir yere çekilmek istendiğini göremiyor olabilir miyiz acaba?

Zira virüsün yarattığı korku abartılı noktalara varmış durumda. Üstelik bu korku günden güne daha da pompalanıyor. Hem de çok önemli kişiler tarafından. 

  • Macron, daha genç kişileri etkileyecek ikinci bir dalgadan bahsediyor.
     
  • Merkel, Virüs Almanya’nın yüzde 70’ini etkileyecek ve çözümü yok diyor.
     
  • Boris Johnson, Virüs daha çok yayılacak ve sevdiklerinizi kaybedeceksiniz gibi açıklamalar yapıyor. 

Bu sebeple, virüsün biyolojik bir saldırı olup olmadığını konuşmak yerine, "acaba aradıkları fırsatı buldular mı?" konusunu konuşabiliriz.

İnsanların tecride alıştırıldığı bir dönem yaşıyoruz. Dünyanın her yerinde kişisel özgürlükler bireylerin rızasıyla en asgari seviyeye indirilmiş durumda.

İnsan insandan korkar hale gelmiş, bütün ülkeler birbirilerine sınırlarını kapatmış vaziyette. Her ülke yavaş yavaş birer açık hava hapishanesine dönüyor.  

Toplum üzerinde devasa bir deney yapılıyor ve şu soruların cevabı aranıyor gibi:

İnsanoğlu neye dayanabilir ve ne kadar sıkıştırılabilir?


Komplo teorileri işi basitleştirir ve sulandırır fakat olayların sosyal sonuçlarına bakarak çıkarımda bulunmak ileriyi görmemizi sağlar.

İlk akla gelen sorulardan biri şu: Remote (uzaktan) çalışmaya mı hazırlanıyoruz?

2009-2010 yıllarında en revaçtaki konulardan biri geleneksel eğitim sisteminin sonuna gelindiği ve dünyanın buna hazırlanması gerektiğiydi.

Fakat bu tartışmalar belli bir süre sonra birden kesilmişti. Şimdi ise o gün olabilirliğini tartıştığımız konu bugün uygulamaya geçiyor.

Çin başta olmak üzere dünyanın birçok ülkesinde online eğitimler başlamış vaziyette.

Virüsün bir diğer sonucu da geleneksel diplomasiye darbe vurması oldu.

Resmen sanal diplomasi çağına girmiş durumdayız. 

Türkiye-İran heyetler arası görüşme Skype üzerinden gerçekleşiyor.

Çin Dışişleri sözcüsü basın toplantısını Wechat grubu üzerinden yapıyordu.

Birçok devlet adamı ve diplomat görüşmelerini yine dijital araçlar üzerinden gerçekleştirmeye başlamıştı. 

Bununla birlikte dış entertainment neredeyse ölmek üzere. Bütün dünya online eğlenceye yönlendiriliyor.

Online oyunlar, sosyal medya hesapları, YouTube ve Netflix’ten müteşekkil bir dünya oluşturuluyor ve insanlık yavaş yavaş bu dünyanın içine hapsediliyor. 

Üstelik tüm bunlar yapılırken, “bakın bu iyi ve faydalı bir şey, gelin bu sisteme geçelim" demiyorlar.

"Bu işe mecburuz, başka çaremiz yok" diyerek insanlara yeni sistemi dayatıyorlar. 

Sonuç olarak, uzunca bir süredir uzaktan eğitim, uzaktan çalışma, online bir dünya yaratma ve insan gücünden çok makinaların etkin olduğu bir üretim süreci için çalışmalar bulunmaktaydı.

Ancak dönüşüm bir türlü hızlandırılamıyordu. Şu an yaşadığımız salgın bunu hızlandırmışa benziyor.

İlerleyen zamanlarda salgın bitecek dünya yeniden eski günlerine dönecektir; fakat salgının oluşturduğu sosyal ve siyasal sonuçlar kalıcı olacaktır. 

 

 

*Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Independent Türkçe’nin editöryal politikasını yansıtmayabilir. 

© The Independentturkish

DAHA FAZLA HABER OKU