Türk milliyetçiliğinin ekonomi-politiğini inşa etmek: Emek, Devlet, İşletmeci Teşebbüsü (EDİT) (2)

Sinan Baykent Independent Türkçe için yazdı

Jacob Jordaens, “Fasulye Kralı Bayramı”, 1640-1650 / Görsel: fee.org

Kapitalist üretim ilişkileri bütün dünyada iflasın eşiğine geldi. Uluslar kendi tarihsel birikim ve kayıtlı külliyatları nispetinde içinde bulunduğumuz bu “daimî kriz” ortamından bir çıkış yolu arıyor.

Küresel ekonomide tecrübe edilen kronik güç kaybı, artık Türkiye’nin de kapitalist modeli sorgulama safhasına girmesine vesile olmuş ve bu anlamda yeni arayışların önünü açmıştır.

Yazı dizisinin birinci makalesinde Türkiye’de halihazırda böylesi bir arayışın altından kalkabilecek yegane akımın Türk milliyetçiliği olduğunu, bu anlamda söz konusu sahadaki olası bir atılımın ancak Türk milliyetçilerinin inisiyatifiyle gerçekleşebileceğini gerekçeleriyle açıklamaya çalışmıştım.

İkinci makalemiz mevzubahis atılıma dair geliştirmeye gayret ettiğim bazı tezleri içeriyor.

Şüphesiz ki serdedilen bu tezler tartışmaya açıktır, dolayısıyla ardından gelen modelleme taslağı da – bir makale uzunluğunda bütün parametreleriyle derinlemesine işlenemeyeceğinden dolayı – her türlü eleştiriye ve geliştir(il)me marjına muhtaçtır.

Her şeye rağmen, iyisi ve kötüsüyle, eksiği ve fazlasıyla, teklif ettiğim modelin 21'nci yüzyılda yükselen Türk milliyetçiliğinin ihtiyaç duyduğu yeni sosyal doktrin gereksinimine mütevazı da olsa bir katkı sağlamasını umuyorum.


Türkiye’de kapitalist üretim ilişkilerinin çözülüşü

Diğer her ülkede olduğu gibi Türkiye’de de halk, ekonomiden, ulusun bütün vatandaşların yeme, içme, giyinme ve barınma haklarını yerine getirmenin yanı sıra zor zamanlar için rezervler oluşturulmasını anlar.

Hâl böyle olunca, vatandaşların bu asgarî haklarını gözeten ve ete kemiğe büründürebilen herhangi bir ekonomik sistem genel anlamda meşru sayılacak ve kitlesel planda kabul görecektir.

Kapitalist model (özellikle de finansal sürümüyle), Türkiye’de insanların en temel ihtiyaçlarını karşılamaya muktedir olsaydı, şüphesiz ki varlığı sorgulanmayacaktı. Ancak bugün itibariyle gidişatın öyle olmadığını müşahede ediyoruz. 

Kapitalizm, artık Türkiye’de en basit ekonomik işlevlerini dahi layıkıyla göremez durumdadır. İşsizlik rakamları gitgide büyüyor. Orta sınıf buharlaşıyor ve kademeli olarak proleterleşiyor. Çiftçilik neredeyse tükenme evresine girdi.

Dahası, yeni nesle ilerisi adına yaşanabilir ve gerçekçi fırsatlar sunulmuyor. Nitekim bu tabloyu yazı dizimizin birinci makalesinde ayrıntılarıyla irdelemiştik.

İlginçtir, Türkiye’de liberal düşüncenin ve liberal pratiğin kritiğini yapanların sayısı hiç de az değildir.

Farklı siyasî muhitlerden fışkıran söz konusu kritiklerin son yıllarda daha çok dillendirildiği gerçeği son derece berrak olsa da aynı muhitler nedense kapitalist üretim ilişkileri ve bunun millî ekonomik hayata verdiği yıkıcı zararları muhakeme etmekten kaçınıyor.

Oysa liberalizm ile kapitalizm arasında bir nedensel bağ vardır ve bu çok sarihtir. Bir yandan liberal ekolü lanetleyip, diğer yandan kapitalist üretim ilişkilerine yani meselenin özüne temas etmeyi reddetmek aklın alabileceği bir iş değildir.

Batı çıkışlı merkez demokrasilerin aksine, Türkiye gibi periferik demokrasilerde kapitalist üretim ilişkileri çok daha onulmaz tahribatlar meydana getirmiştir. 

Ucuz işgücü politikasına dayanan kalkınma şablonları neticesinde kontrolsüz kentleşme yoksulluğu, güvencesizliği ve insanlık-dışı çalışma şartlarını genelleştirmiştir.

İlaveten, tarımsal üretim kısık ateşte öldürülmüş, bağımsız sanayi üretimi teşvik edilmemiş ve sıcak para girişine bağımlı hâle gelinmiştir.

Bu arada ülkenin yerüstü ve yeraltı kaynakları yabancı tekellere hunharca peşkeş çekilmiş, satılmış ve yok pahasına elden çıkarılmıştır.

Bu yalnızca Türkiye’de değil, hem üçüncü dünya ülkelerinde hem de “kalkınma yolundaki” periferik demokrasilerin tamamında böyle cereyan etmiştir.

Ne var ki bugün “gelişmiş” addedilen Batı menşeili merkez demokrasilerde dahi kapitalizmin arsızlıkları masaya yatırılmış ve alternatif mekanizmalar üzerinde çalışılmaktadır.

Tıpkı 20'nci yüzyılın başlarında olduğu gibi bugün de yeni bir dünya kuruluyor. Ve yeni dünya düzeni içinde “merkezden” doğadan yeni tekeller oluşmadan Türkiye gibi ülkelerin acilen kendine has özelliklerden mülhem bir sistematiği ortaya koyması zarurîdir. 

Dahası, Batı’da bu arayışın başını önemli ölçüde milliyetçi ve sosyal oluşumlar çekiyor. Türkiye’de de böylesi bir arayışının öncülüğüne soyunması gerekenler, birikimleri ve deneyimleri itibariyle ve fikrin tarihsel sosyal müktesebatına sımsıkı sarılacak Türk milliyetçileridir. 

21'nci yüzyılda Türk milliyetçiliği için mesele Türk milletine dışarıdan yahut geçmişten ithal edilecek belli bir ekonomik modeli dikte etmek değildir.

Mesele, Türk milletinin hususiyetlerinden yola çıkarak kendi tabiatımızla, kendi karakterimizle uyumlu bir ekonomik modeli oluşturmaktır. 

Türk milletinin karakterinde ise bağımsızlık, dayanışma ve yaratıcılık gibi değerler baskındır.


Sosyal doktrinin temel ilkeleri

Türkiye’de son yıllarda büyük bir hızla ivme kazanan ve kronikleşmeye açılan proleterleşme eğilimi tersine çevrilmelidir.

Bunun için Türk milliyetçiliğinin sosyal doktrininde Türk milleti için bina etmesi gereken dört temel ilke vardır.

Bunlar sırasıyla; (1) adil kazanç hakkı, (2) insanî tüketim ve tasarruf hakkı, (3) sosyal terfi hakkı ve (4) ailevî miras edinme ve bırakma hakkıdır. 

Türk milliyetçiliğinin 21'nci yüzyıldaki sosyal doktrinin zemini işte bu sütunlarla beslenmelidir. Başka bir deyişle, kurgulanacak olan düzen ve sistemin amacı yukarıda belirlenen ve Türk milletine ait olan dört hakkın muhafazasını, geliştirilmesini esas almalıdır.

Türk milletine çalışma hürriyeti ve harcanan emek neticesinde adaletli bir kazanç sağlama fırsatı verilmelidir.

Burada “çalışma hürriyeti”nden kasıt, güvenceli, sigortalı, adil kazançlı, insancıl çalışma saatleriyle derlenen ve elbette hayatî riskleri en aza indirilmiş çalışma ortamlarındaki hürriyettir.

Türk milleti için insanî şartlarda bir tüketim ve tasarruf ortamı yaratılmalıdır.

Ne demektir bu? Çalışan birisi elde edeceği adil kazançla yeme, içme, giyinme ve barınma gibi temel ihtiyaçlarını karşılayabilecek, dahası kendi kişisel zevkleri, ailesi ve dahi zor zamanlar için kenara üç-beş kuruş bir birikim koyabilecektir.

Türk milletine mensup her fert için sosyal terfi imkânı olmalıdır. Başka bir deyişle herkes için bir gelecek perspektifi oluşmalıdır.

Bu hakkın temini için hem birinci ve ikinci kategorideki hakların takibi titizlikle yapılmalı, hem de eğitim sisteminin doğru şekillendirilip toplumun liyakat esasına göre organize olmasını gözetmek gerekecektir. 

Son olarak Türk milletine mensup her ferdin miras edinme ve bırakma hakkı korunmalıdır ki, bu hak yalnızca ilk üç hakkın sahiplenilmesi durumunda gerçekleştirecektir.

Bu haklar aynı zamanda Türk milletine bağımsız düşünme imkanını, yaratıcı olma imkanını ve bireysel-toplumsal sorumluluk geliştirme imkanını da sağlayacaktır.

Zira bu dört hakkı haiz olmayan bir milletin serbestçe düşünce üretmesi, yaratıcılığını büyütmesi ve nihayet sorumluluk alması olanaksızdır.


Sosyal doktrinde siyasî iradenin ekonomik görevleri

Esnafın, zanaatkârların, serbest meslek erbabının ve dahi küçük ölçekli aile şirketlerinin ekonominin kılcal damarlarını teşkil ettiği bir gerçektir.

Günlük dinamizmi sağlayan aktörler bunlardır ve kapitalist üretim ilişkileri her ne kadar buralara da sirayet etmişse de etkisi orta-büyük işletmelere kıyasla çok daha düşük seyretmektedir.

Türk milliyetçiliğinin 21'nci yüzyıldaki sosyal doktrininde kapitalist üretim ilişkilerinin çok gaddarca hüküm sürdüğü orta-büyük işletmelerde mutlak mülkiyet hakkının kısıtlanması düşünülür.

Sosyal doktrinde toprak, yerüstü ve yeraltı doğal zenginlikler ve orta-büyük üretim ilişkilerinde yegane hissedarlar ve dolayısıyla da mutlak mülk sahipleri kapitalist sınıf değildir.

Zira bu parametreler ulusun bizzat kendisinin bağımsız yaşayışını tayin eder. Dahası, bu alanlarda varlık belirten kapitalist sınıfın “mutlak” yetkileri elinden alınmıştır ve farklı bir teşebbüse, ulusal ölçekli bir teşebbüse devredilmiştir.

Açıklayalım.

Sosyal doktrinde Türkiye’nin bağımsız ve özgür bir devlet idealine ulaşması, milletin (özellikle de millet içindeki en savunmasız, en mağdur kesimlerin) en insanî taleplerinin uygulanması hedefiyle kol kola, omuz omuza ilerler.

Bir ülkenin siyasî özgürlüğünün omurgasını üç etken belirler: Tarımda otarşiye (kendi kendine yeterli olma niteliği) ulaşılması, sanayide (ağır, hafif, teknolojik, bilimsel vb.) bireysel inisiyatifin kamu desteğiyle harmanlanması ve nihayet ulusal düzlemde adilâne bir emek politikası izlenmesi. 

Hâl böyle olunca, denilebilir ki iktidar kartlarının yeniden dağıtıldığı küresel siyasette, kendi içinde bu üç etkeni ayağa kaldırabilecek ve koordine edebilecek ülkeler yeni dünya düzeninde belirleyici bir konuma erişebilecektir.

Türk milliyetçiliğinin rolü, tam da bu noktada 20'nci yüzyıldan kalan totaliter kimi tasavvurların (ve dahi dogmaların) tuzaklarına düşmeksizin, kapitalist üretim ilişkilerini tepetaklak etmek suretiyle zamanın ruhuna uygun yeni bir sosyal doktrini oluşturup bunu Türk milletinin yüksek takdirine bırakmaktır.

Emek, Devlet, İşletmeci Teşebbüsü (EDİT) bu bağlamda sosyal doktrinin kalbini, çekirdeğini yansıtmaktadır.  


Emek, Devlet, İşletmeci Teşebbüsü (EDİT) modeli

Türk milliyetçiliği için EDİT, Türkiye’deki orta-büyük ölçekli tarım ve sanayi faaliyetlerindeki yeni üretim ilişkileri modelinin adı, açılımı sayılabilir.

EDİT’te emek örgütlüdür. Ulusal Emek Konfederasyonu (ULU-EK) ülkede örgütlenen bütün özgür sendikal oluşumların ve kooperatiflerin şemsiye teşkilatı vasfını taşır.

ULU-EK’in yönetim seçimlerine devlet (siyasî erk) kati suretle müdahil olamaz ve bu anlamda yönetim kadrosu ülke çapındaki sendika ile kooperatif üyelerinin oylarıyla seçilir.

ULU-EK’in varlığı anayasayla, bünyesindeki yerel-genel özgür seçim süreçleri ise yasalarla garanti altına alınmalıdır.

EDİT’te devlet hem tarımda hem de sanayide kâra doğrudan ama farklı yüzdelerle ortaktır. Orta ve büyük ölçekli üretimde devletin kâra bizzat ortak oluşu işletmelerin ve çalışanların vergi külfetini de dolaylı yoldan ortadan kaldırmış oluyor.

Tarımda devlet orta ve büyük işletmelerde – ki çalışanlar kooperatiflerde bir araya gelmiş durumdadırlar – toplam kârın yüzde 51’ini elinde bulundurur. Çiftçi kooperatifleri geriye kalan yüzde 49’luk kâra ortaktır.

Bu anlamda sıradan bir tarım işçisi, yıl boyu aldığı aylık maaşa ek olarak yıl sonunda yapılacak olan kâr dağıtımından toplu olarak yüzde 49’luk bir pay alabilecektir.

Dahası, tarımsal üretim esnasında zuhur edecek olan elektrik, su, gübre vb. giderler devletin yüzde 51’lik kâr payının marjından karşılanacaktır.

EDİT bünyesinde tarımda mutlak otarşi hedeflendiğinden, Ziraat Fakülteleri’nin yeniden canlandırılması ve harekete geçirilmesi varoluşsal bir sorundur.

Devlet, tıpkı öğretmen veya hekim atar gibi, inşa edilecek muhtelif Tarım-Kentler’e ziraat mühendisleri atayacaktır.

Ziraat mühendislerinin maaşları dolgun olacak, kooperatiflerin de gönüllü katılım şartları doğrultusunda üretim kotalarına ulaşılması ve dahi bu kotaların aşılması durumunda primlerle ödüllendirilecektir.

Varlığını küçük ölçekli işletmeler kanalıyla sürdürmek isteyen yapılar olursa, bu elbette mümkün olacaktır ve fakat küçük işletmecinin dahi Ziraat Fakülteleri’nden kısa süreli (2 yıl) bir eğitim alması şartı aranacaktır.

Keza orta-büyük ölçekte kooperatifleşmeyi tercih eden çiftçinin sahip olduğu elektrik, su, gübre vb. kolaylıklar küçük ölçekli işletmelere sağlanmayacak ve adil bir vergiye de ayrıca tabi tutulacaktır.

Toprak ağalığı, mevsimlik tarım işçiliği, aracılık müessesesi vb. bilumum feodal-kapitalist kalıntıların topyekûn temizlenmesi esastır.

Tarım-Kentlerin oluşumu ve özendirilmesiyle birlikte çarpık kentleşmenin de önüne geçilmesi, kentlerden kırsal alanlara göçün tersine işletilmesi mümkün olacaktır.

Tarımda olduğu gibi, madenlerde, ormanlarda, sahillerde, velhâsıl toprağı ve/veya yerüstü-yeraltı zenginliklerimizi ilgilendiren bütün saha ve sektörlerde söz konusu model aynen uygulanır.

EDİT’in her türlü sanayi üretimine bakışı ise tarıma ve benzer sektörlere nispetle biraz daha farklıdır.

Bu anlamda orta-büyük ölçekli üretim yapan tesis, fabrika, atölye vb. çalışma sahasında işletmecinin inisiyatifi fevkalade önemlidir. Tarımdaki organizasyonun aksine, sanayide işletmecinin yaratıcılığı, girişimi ve risk algısı daha belirleyicidir.

EDİT’e göre orta-büyük ölçekli üretimlerde işletmeci tek başına yahut sivil ortaklarıyla birlikte kârın yüzde 51’ine ortaktır. yüzde 51 bir çoğunluk ifade etse de, bu yalnızca sembolik bir “50+1” durumudur zira yıllık kâr dağıtımının kural ve kaideleri yasayla mühürlenecektir.

Üretimde görev alan işçiler kârın yüzde 21’ine, devlet ise kârın yüzde 20’sine ortaktır. Tıpkı tarımda olduğu gibi, devlet bahsi geçen tesislere elektriği ve suyu ücretsiz verir ve işletmeciden vergi almaz.

Öte yandan geriye kalan yüzde 8 ise her yıl mecburî olarak şirket-tesis bünyesindeki araştırma-geliştirme (AR-GE) çalışmalarına vakfedilir.

Buna göre yatırımcının aklına parlak bir fikir gelir, kolları sıvar ve inisiyatif alır. Şirketini kurduğu anda – düzenlenecek yasalar gereği – jenere edilecek kârın yüzde 51’i kendisine aittir.

Üstelik şirketin kâra geçmesi için nesnel şartlar uygundur zira vergi yükü ve elektrik, su gibi giderler yoktur.

İşletmeci üretimdeki şartları ULU-EK ile anayasal ve yasal çerçevede müzakere eder ve işçilerle birlikte üretim macerasına atılır.

İşçiler aylık maaşlarını alırlar ve fakat yıl sonundaki kâr dağıtımında kârın yüzde 21’ine ortaktırlar.

Devlet ise hem girişimcisine başlangıç aşamasında dolaylı olarak büyük kolaylıklar sunmuştur, hem de günün sonunda yüzde 20’lik kâr payını başka alanlarda milletin yararına kullanabilmek için alacaktır.

AR-GE faaliyetlerine aktarılan yüzde 8’lik kâr payı ise işletmenin devamlılığını, büyümesini ve gelişmesini temin etmekte, bu vesileyle ihracat imkânlarını da ayrıca artırmaktadır (Bkz: Çinli “Huawei” şirketi hâlihazırda yıllık kârının yüzde 12’sini AR-GE’ye tahsis etmektedir).

Türk milliyetçiliğinin 21'nci yüzyıldaki sosyal doktrini ve onun özü mahiyetindeki EDİT, çalışanları, emekçileri Türk ekonomisinde bir özne hâline getirmeyi amaçlıyor.

Dahası, bu bağlamda işletmeci de “gözünü kâr hırsı bürümüş kapitalist” hüviyetinden boşanıyor. Üstelik her Türk vatandaşına Türk ekonomisinin ortağı ve hissedarı olabilme fırsatı veriliyor.

İnsanlar yukarıda arz edilen (1) adil kazanç hakkını, (2) insanî tüketim ve tasarruf hakkını, (3) sosyal terfi hakkını ve nihayet (4) ailevî miras edinme ve bırakma hakkını EDİT’le sağlamış oluyorlar.

Örneğin bir çiftçi kooperatifte çalıştıktan sonra bu çarkı terk edip birikimleriyle kendi küçük ölçekli üretimini tesis edebilir.

Keza fabrikada çalışan bir işçi, bir süre sonra tarıma yönelebilir yahut esnaf olmak, küçük ölçekli işletmesini kurmayı düşünebilir.

Küçük ölçekli faaliyetlerden edinilen birikimlerle bir kişi yatırımcı, orta-büyük işletmeci de olmak isteyebilir.

Buradaki temel mesele aslında insanlara bu fırsatları ve bu hürriyetleri sağlamaktır. İsteyip istememesi başka bir konudur.

Sosyal doktrin ve EDİT işte bu fırsatları ve hürriyetleri doğurmaya yardımcı olabilecek bir araçlar yumağıdır yalnızca.


Üçüncü ve son makalemde sosyal doktrinin ve dahi EDİT’in uygulanabilmesi için gerekli olan siyasî-felsefî şartları incelemeyi umuyorum.

 

 

* Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Independent Türkçe’nin editöryal politikasını yansıtmayabilir.  

© The Independentturkish

DAHA FAZLA HABER OKU